- 580 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
TÜKENEN İNSAN
Çocukken yaşadığımız kasabada yakıt olarak tezek yanında domates, patlıcan gibi bitkilerin kuru gövdeleri de kullanılırdı. Bitki kökleri soba ve tandırda daha çok ateşi tutuşturmak için kullanılmakla birlikte ısınma ve pişirmede de epey işe de yarardı. Orada pişirilen ekmekler bu sebeple doğal olarak ince lavaş türündendi. Doğal olarak demem tezek ve bitki köklerinin ısı kalorisinin düşük olmasındandır. Ekmek yapımında bölgede ekimi yapılan kırmızı, güzel bir cins buğday kullanılırdı. Bu sayede ekmekler hem harika bir lezzete sahip olur, hem de dayanıklı olurdu. Bir kere pişirildiğinde de ihtiyaca göre belli bir müddet tekrar tandır yakmayı gerektirmezdi. Yine bu ekmekler, kullanılan unun ve dolayısıyla hamurun güçlü olmasıyla sayesinde piyasada gördüğümüz lavaşların iki katı uzunluğunda pişirilebilirdi. İkiye katlandıktan sonra dikey olarak uzunlamasına ikişer parmak eninde şeritler halinde yırtarak koparılır, büyükçe oval bir sahana uzunluğuna dizilir, üzerine yine tandırda pişmiş olan meşhur Bozbaş yemeği boca edilirdi. Iııh ıh… Nohut ve etin doğal lezzetine ağır ateşte pişmiş olmanın lezzeti de eşlik edince o, başka bir şey olurdu. Esasen böyle özel bir yemek olmaksızın da sırf peynir, zeytin veya tereyağı bile olsa şapka çıkartan bir lezzet sunardı size.
Hikâyeler her zaman böyle mutlu sonla bitmez değil mi? Ekmeğin sık sık pişirilme zahmeti gerektirmediği bu kasabanın aksine Doğu’da ki pek çok köy, kasaba veya şehirde ekmeğin günlük pişirilmesi gerekmektedir. Çünkü kullanılan un ve yakacak bunu zorunlu hale getirmektedir. Yine yaşadığım bir köyde bugün pişen ekmek kullanılan unun cinsinden dolayı ertesi gün sertlikten yenmez olurdu. Yemek pişirmek için kara ocak kullanıp yeniden ateş yakmak yerine hazır yanmış tandırlar tercih edilmekteydi. Gazlı ocaklar icad edilmiş ve hemen her evde vardı elbette ama hazır para gerektirmesi, nakliye ve değişim gibi sebepler o seçeneği lüks haline getiriyordu. Üstelik ekmek ve yemek haricinde sular ısıtılır, çamaşır, banyo gibi temizlik ihtiyaçları da böylece giderilirdi. Hatta sonraki yıllarda teknik (!) öyle ilerlemişti ki bildiğiniz turşu bidonları gibi plastikler, içleri su doldurularak ateşe oturtulur, ısınması temin edilirdi.
Bu işler hayatın normal rutini gibi kabul görmekle beraber arkasında trajik hikâyeler saklar. İlk bahsettiğim kasabanın aksine sık sık tandır yakmayı gerektiren bu bölgede en az bir çocuğunu tandırda kaybetmiş hane sayısı pek çoktur. Ya ateşe, ya ateşe konmuş su veya yemek kabına düşme sonucu ölümle biten kazalar çokça duyulur oralarda.
Bu kazalar sadece çocukların başına gelmez elbette. Büyükler, doğal olarak kadınlar bu kazaların mağduru olurlardı. Tanıdığım bir teyze böyle bir vukuattan tandırı tırmalamaktan elleri erimiş vaziyette kurtulmuştu. Zannederim kurtuluşunu biraz da fazla kilolarına borçlu idi. Çünkü yanan tandırı söndürme veya soğutmanın tek yolu oksijenle alakasını kesmek olacaktır. Su dökemezsiniz. Su dökmek ısıyı iyice açığa çıkaracak, yanan tandır, kaynayan tandıra dönüşecektir.
Ne yazık ki bu tür olaylar son bulmuş değil. Son günlerde meydana gelen bir olayda olduğu gibi gencecik bir anne ve biri henüz doğmamış iki evladı böyle bir kaza ile aramızdan ayrıldılar. Habere göre aynı zamanda hamile olan anne iki yaşındaki çocuğunu kurtarmak isterken olay yerinde ölmüş, küçük kızı ise kaldırıldığı hastanede kurtarılamamıştı. Böylece üç can kaybedilmişti. Üstelik geride de annesiz iki yavru daha kalmıştı babalarıyla.
Yaşanmış pek çok hikâye dinlemiş olduğumuzdan bu olayda akla yatmayan bir şeyler insanın içini tırtıklamaktaydı. Çocuğu kurtarmak isteyen anne nasıl olur da kendi hemen ölürken, kızı sağ çıkmıştı? Çocuğu çıkarırken kendinin altta kalmış olması mümkün olamazdı o dar alanda. Malum kadın cinayetleri filan… Araştırınca “annenin önce düşüp, kızının ise belki de kendince annesini çekip kurtarmak isterken sonradan düştüğü” bilgisi aileyi tanıyanlar tarafından yapılan yorumlardan anlaşıldı. Üstelik anne kızını korumak için kolu ile yukarıda tutmaya çalıştığı da anlatılmaktaydı. Bu anlaşılabirdi. Tamamen başka bir senaryo ortaya çıkmazsa olabilirliği de vardı. Haberlerde yazıldığı gibi çocuk önce, anne sonra düşmüş olsa minik yavrunun sağ çıkması annenin öldüğü bir olayda biraz zor olurdu.
Tandır kullanımının tüm bu tehlikelerine rağmen devam ediyor olması bu olayda olduğu gibi ihtiyaç kaynaklı da değildir her zaman. Ateşte pişmiş yemek, ekmek lezzeti fantezisinden vazgeçemeyen beyler nedeniyle bu çerçevede kurulu bir hayat yaşamaya mahkûm edilen eşlerin varlığı da devam etmektedir ne yazık ki. Bir yanda hayatı sosyal medya paylaşımından ibaret gören bir taife yanında hâlâ yediği içtiğinde odun isinin verdiği lezzet arzusuna feda edilen ömürler… Bir tık ile gelen kola, meşrubat vb. … Bir yanda ihtiyaç nedeniyle bu zorluklara katlanmaya mecbur hayatlar. Umarım hikâye yukarıda geçtiği şekliyle doğrudur ve kayıp sadece üç canla sınırlı kalır. Bir de bu ölümlere dolaylı olmaksızın sebebiyet vermiş olmakla başka bir can daha kaybedilmiş olmasın.
İnsanlar tercihlerine göre ister “Dünya”nın çekim alanından uzaklaşmak, ister Uzakdoğu felsefeleri doğrultusunda minimalist bir yaşam tarzını öncelemekle olsun biraz bu konuda kafa yormalı diye düşünürüm. Tüketim eksenli yaşamdan bir nebze olsun uzaklaşmak beden ve ruh sağlığı için de gerekli gibi görünmektedir. Zihnin tüketimle meşgul olması zenginlere mahsus bir hastalık da değildir üstelik. Belki seviye biraz değişir o kadar. Ne tüketmeli, nereden ve nasıl tüketmeli sorularına yanıt arama yanında sürekli bir şeylere ulaşma, bir şeylere yetişme telaşesi ortaktır ve hayatı içinden çıkılmaz kılmaktadır.
Yetişkinler için geçmiş ola... Bir noktadan sonra çocuklar içinde anne babaların yapacağı pek çok şey artık imkânsız olmuşken... İsterdim ki şairin dediği gibi kollarımı makas gibi açarak… “Gençler, hayatı anne babalarınızın sizin için inşa ettikleri sırça köşkten ibaret sanmayın”, diyeyim. “Beyaz ve kırmızı kaslarınızın yanında beyin kaslarınızı da güçlendirmeye bakın. Kendinize ihtiyaç duyacağınız günler gelmeden.”
YORUMLAR
Zeynep Hanım,
Edebi bir hikaye diliyle benim bölgemi, uzun senelerce öğretmenlik yaptığım Doğunun köylerini ve doğup büyüdüğüm köyümü anlatarak eski yaşam hikayelerimize götürdünüz...
Bu güzel yazınıza bir süsleme, müsaadeniz olursa...
"................... Kadınlar sevindiler mi, kızdılar mı bilinmedi. Yayla hazırlığı yapmakta iken, şimdi de Şehitlik ziyareti için hazırlıklar yapılacaktı. Hacı Kadir’in karısı Nayde bacının yine heyheyleri üzerindeydi. Telaşlıydı, gelinlerine kızlarına talimatlar veriyor, kızlarına bağırıyordu. Ortanca kızı Hasret’le yine ağız dalaşına başlamışlardı.
...................... Yazlık tandırı yakmak için tezekler, çalı çırpılar hazırlanmıştı. Büyük gelini çörek hamurunu çoktan yoğurmuş, dinlemeye bırakmıştı bile. Öğleden sonra ikindiye doğru kapılarda tandırlar yakıldı. Açık gri meşe çeperlerinin dumanı, koyu siyah tezek dumanları birbirine karıştı, köyün üzerini bir duman bulutu kapladı, güneş görünmez oldu."
( TURNANIN FERYADI adlı romanımdan küçük bir alıntı. Yakında yayınlanacak.)
Kaleminize sağlık....