BİR GÜZELE RASTLADIM!..
Parkta oturuyorum. Günün sıcaklığına inat mı nedir, sıcak çayımı yudumluyorum çınar ağacının altında. Asırları kucaklayan çınar ağacı şimdi beni kucaklıyor. Gölgesinde serinletiyor ter basmış vücudumu. Sanırım o da anladı içimin yandığını, terk edilmişliğimi... Temmuz olmasına rağmen yaprakları hâlâ yemyeşil, baharı andırıyor. Yanlız, gövdesi yaralı benim gibi... O ihtiyar gövdesine genç sevdalılar ya bıçakla kalpler yapmış, ya da yazılar yazmış. Üzüldüm, hem de çok! Yazılacak yazıları beyinlerine yazsalar, her gün hatırlarlar yazdıklarını. İçim sızlıyor gövdesindeki tahrişleri gördükçe. ’’Zalimlik’’ deyip geçiyorum.
Çayımı yudumlarken yanımda getirdiğim romana göz atıyorum kaldığım yerden. Çayımdan bi fırt çekerken masamın tam karşısında mavi ince buliz, diz kapaklarına kadar uzanan bir kaç yere papatya deseni serpiştirilmiş etek giymiş. Ayaklarına da asiri ayakkabı geçirdiğini tahmin ediyorum. Tahminim ise; ayakkabılarını göremedim, el çantasını koymuş önüne. Kendi kendime; ’’ Bu güzel melek biraz önce yoktu, ne zaman geldi acaba?! Yoksa gökten inen mavi melek mi?’’ Hayran kaldım! Çaktırmadan bakıyorum ama bakma denmez aslında, en ayrıntılarına kadar süzüyorum. Ne yalan diyeyim, çok beğendim. Karşıma çıkan böyle bir melek olmamıştı hayatım boyunca. Demek ki bu güneymiş böyle bir meleği görme nasibi. Bu sefer şans kapısı bana mı çaldı? Yok be! Bu yaştan sonra kim çalar bizim gönül hanemizin kapısını? Kör, paslı anahtarla kilitlenmişti aşk kapısı! ’’Hayırlısı bakalım’’ diyorum.
Sürekli ona bakıyorum ama, bir yandan da korkuyorum. Başıma çantasını fırlatırsa, Türk markası içtiği gazozun şişesini veya bardağını atarsa hayatımın en rezil anını yaşarım. Hayatımda hiç bu kadar bir güzele bakmamıştım ki!.. Romanı okuyor bahanesi ile elimde tutuyorum çakmasın diye. Bir kaç dakika ona ayırıyorum bakarak ama romanıma hemen anlık bakıp göz hapsine devam ediyorum. Nasıl dalmışsam, gözlerimi ondan alamadığımı fark edince bana dikkat kesildi. ’’Manzarayı çaktı galiba!’’ diyerek yumuldum kitaba. Çaydan da bir fırt çekeyim ki çakmasın. Çay bardağını alarak, gözlerimi de gökyüzüne dikerek çayı yudumlarken çay bardağının boş olduğunu anladım dudaklarıma hiç bir şey hissetmeyince. Boş bardağı götürmüşüm dudaklarıma. Nasıl etkilenmişsem; çayın bittiğinden bile haberim olmamış.
Mahsustan sağa sola bakıyorum. Bu arada içimde bi titreme başlamasın mı? Ay tutulması gibi... Kalbim küt küt atıyor yerinden fırlayacakmışcasına. Bu nasıl bir tutulma? O an aklıma Yeşilçam’ın siyah beyaz filimlerinde bir bakışta aşık olan sahneler geldi gözlerimin önüne. Kendi kendime: ’’ Ülen sende mi artis oldun be?’’ Demek ki bir bakışta aşık olunuyormuş. Buna ’’kendi kendine gelin güvey olma’’ derler bizim buralarda. Şimdi o da fark etti ona alıcı, beğeni gözle baktığımı! Ne yapsam, etsem de ben buradan bir an önce tüysem. Başıma iş açacağım.
Arkamı döndüm garsona hesap için tam sesleneceğim sırada başıma birinin gelip dikildiğini fark ettim. Beni bir korku aldı. Yavaştan yavaştan kızarmaya başladı yüzüm. Hafifçe başımı çevirerek ’’buyurun ne istemiştiniz?’’ diyecekken!
-- Merhaba, dedi gözlerimin içine bakarak!
Başıma gelip dikilen karşımdaki ismini bilmediğim o melekti. ’’Şaşırmadım’’ desem yalan olur. Çok şaşırdım ve çok korktum. Gerçi bana ’’Merhaba’’ derken yüzünde korkulacak bir ifade görmedim. Bu durumdan azıcık cesaret alarak titrek sesle:
-- Mer... ha... ba... hanım efendi, diyebildim.
Gözlerimi parçalarcasına uzun uzun baktı ela gözleriyle. Hafifçe tebessüm ederek:
-- Bana çok dikkatlice baktığını, adeta göz hapsine aldığını fark edince merak ettim. Birine mi benzettiniz beni yoksa?
-- Özür dilerim sizi rahatsız ettim bakışlarımla. Vallahi istemeyerek gözlerim kaydı size. Bende anlayamadım bu garip halimi!..
-- Hayır, hayır! Rahatsız olmadım. Sizin, düşündüğüm tiplerden olmadığınız belli. Tahsilli birine benziyorsunuz! dediğinde içimde bahar esintileri esti.
-- Üniversite mezunuyum ama ben yurt dışında ticaretle uğraşıyorum. İzne geldim. Çınarın gölgesine ben ve yalnızlığım sığınarak tatil yapıyoruz. Bugün burayı tercih etmiştim.
-- Aaaa, ne güzel! Yurt dışında bir vatandaşımızın ticaretle uğraşması. İnan mutlu oldum. Hoş geldiniz vatanınıza, dediğinde kendime güven ve cesaret gelmişti.
-- Özür dilerim, sizi ayakta beklettim. Buyurmaz mısınız?
-- İsterseniz benim masaya geçelim. Çantam orada, içeceğim daha yeni gelmiş, bir kaç yudum almıştım. Bak sizin çayınızda bitmiş, yeniden tazeletiriz, dedi gülerek.
İçimde deli fırtınalar esmeye başlamıştı. Kabaran Okyanus bendim sanki. Kuşlar kadar özgür ve sevinçliydim. Romanımı ve keyfimi yanıma alarak yüreğimdeki atışları hissettirmeden yavaşça kalıp masasına birlikte gittik.
Garson yandaki masa ile ilgilenirken bize bakmasını işaret ettim. Yanımıza geldiğinde suplu dondurma siparişi verdik.
Söze ilk giren o oldu!
-- Benim adım Günay! Kendi halinde bir öğretmenim. Şiirler ve yazılar yazarım zaman zaman. Edebiyata olan ilgim var. Seviyorum yazmayı, hayal kurmayı. Birikimlerimi de ekleyerek güzel eserler çıkarmaya çalışıyorum, dedi.
-- Teşekkür ederim Günay hanım.Ben deniz de Göktuğ. Dediğim gibi yurt dışında ticaretle uğraşıyorum, derken dikkatimi çekti bana bakışları. Öyle içten ve samimi bakıyordu ki... Yağlarım ermişti o an!
Bir saatten fazla oturduk baş başa. Neler anlatmadık ki bir birimize. Hayat hikayesinden kesitler sunduğunda kader ağlarımızı örmeye başlamıştı bile... Ben de ona hayatımdan gelip geçen anıları kısa ve öz olarak anlattım. Sessizlik içinde, sözümü kesmeden dinledi. Çok mutlu olmuştum. Bir ara göz göze geldiğimizde gök gürültüsü oldu. Yağmur bardaktan boşanırcasına tepemize yağdığını hissettim. Sonra durulan havadan iki papatya olarak yeşerdiğimizi gördüm. Hayallerim beni taaa kaf dağına götürdü. El ele, göz göze bir ömür birlikteliğimiz sürdü. Boy boy çocuklarımız oldu. Bunlar geçerken düş ve hayalimden, suskunluğumuza gözlerimiz şahitti.
Martılar ve güvercinler yüreğimin çırpınışlarında uçup gittiler karşıdaki ıhlamur ağacının tepesinden...
Ayrılma vakti gelip çattığında onu bir daha görebilecek miyim kaygısını yaşarken o içimi falcı gibi okudu:
-- Yarın da aşıklar tepesi, Eyüp tepesine gidelim mi? Oraya oturduğumuzda harika bir manzara bizi karşılar. Tarihin iz düşümleri gelir gözlerimizin önüne! Ne dersin? dediğinde çığlık atarak ’’ Allah derim’’ diyesim geldi. Sakinleşerek:
-- Bana uyar Günay hanım. Yarın öğleden sonra gelir, geç vakitlere kadar günü birlikte yaşarız.
-- Tamam anlaştık Göktuğ bey!
Masadan kalkarak onu uğurladım. İçime düşürdüğü ateşi ve yangını tarif etmekte zorlanırım. Anlatamam içimdeki deli duyguları. Damarlarındaki asil kanı beni çekmişti kendine. Yıllar öncesinden birbirimizi yanıyorduk sanki. O denli kaderimiz bir birine benziyordu. Hiç bir şey sebepsiz yaratılmamıştı. Bizimde yazgımız bu olsa gerek diye düşündüm. Duruşu, konuşması, tavrı bana sağlam bir güven vermişti. Ben de ona varlığımla kendimi kabul ettirdim.
Yalnızlığımın mekanına uğrayan al yazmalı meleğin bir ömür bana hayat verecek, mutluluğuma mutluluk katacak umuduyla huzur ve sevinçle oradan ayrılırken yarına kalbimin karanlığına doğacak güneşi sabırsızlıkla bekleyecektim.
Maçka parkından uzaklaşırken dudaklarımda ıslık, yalnızlığımı da yanıma alarak Nişantaşı istikametine yürüyor, yarının buluşma sevincini caddelere taşırarak yüreğimde harlanan aşkla ilerliyordum kimseye aldırış etmeden.
Gün ve akşam artık benim günümdü! İlk kez mutlu dönüyordum fakir hanedeki yalnızlığıma...
Zafer Direniş
...
Karabulut
05 Temmuz 2020 Pazar
YORUMLAR
Sanıyorum daha önceki hikayenin devamı,aradan zaman geçince hikayeler karışıyor Direniş Hocam. Çok güzeldi yine. Saygılar.
direniş
Buradaki anlatımla, diğer hikayenin anlatımı bir mi?
Bu ayrı hikaye
Bugün akşama doğru yazdım ve devamı da yok!
Teşekkür ederim okuduğun için.
Hikayeleri okumayı seviyorsun ve de yazmayı