Kalbi Gibi Kırılmıştı Gülüşü
Bu ıssız ormanda, bunca yeşilliğin arasında sıkışmış ve bir sonbahar yaprağı kadar kırılgan duran ahşaptan bir evde yaşıyordu hikayenin baş kahramanı. Hikayedeki kırılan insan…
Sonbahar rüzgarı usulca ilerledi ve çalmaya bile gerek duymadan, menteşesini bırakmaya hazırlanan kapıyı, yanından geçiverdi ve girdi içeriye. Ahşap kapı, kulakları rahatsız eden bir sesle hafifçe yerinden kımıldadı. Rüzgar yolunu biliyor muşçasına ilerledi ve masanın üzerindeki tozları selamlayıp, bir kağıdı havalandırarak sallanan sandalyesinde duran adamın ayaklarının ucuna bırakıp, açık pencereden dışarıya atladı. Henüz ellili yaşlarının ortasına gelmiş olan adam, sandalyesiyle birlikte eğilip, yerdeki kağıdı aldı. Ancak eline aldığında onun bir kağıt değil, bir fotoğraf olduğunu fark edebildi. Gözlükleri gözünde olmadığından resmi kendinden hafifçe uzaklaştırıp, kıstığı için ekşitmiş gibi duran yüzüyle baktı fotoğrafa. Biraz önce buğulu görünen fotoğraf, şimdi daha net görünüyordu işte. Bir oğlan çocuğu vardı, elinde de bir top… Ama siyah ve beyazın hakimiyetinde ezilen fotoğraf birde eski olduğunu hatırlatan sarımtırak bir renge bürünmüştü. Bu yüzden fotoğraftaki renklerin ayırt edilmesi imkansızdı. Fakat bu yaşlı adam o gün üstünde uzun kollu, mavi bir bluz; altında ise siyah bir pantolon ve elinde duran topun da koyu yeşil renkte olduğunu gayet iyi hatırlıyordu. Ayakkabıları ise pantolonundan bir parça gibi siyahtı… Yeşile çalan gözleri yaşardı adamın. Ardından gayriihtiyari başını sağa döndürdüğünde, gelinlikli kadını gördü… İşte o an, oraya baktığı an; kalbi bir acıya gebe kaldı. Nefes alamaz gibi olduğunda kendini mutlu olduğuna inandırmak için gülümsemeye çalıştı. Oysaki kalbi gibi kırılmıştı gülüşü. Ama o bu ayrıntıyı bilemedi… Fotoğrafa bakışından, tavrından anlaşılıyordu; yıllardır onunla beraber yaşayan kırıklığı. Tavrındaki burukluk, nefesindeki umutsuzluk, sesindeki kimsesizlik… Oysa kaldırsa kafasını, baksa gökyüzüne ve gerçekten isteyerek gülümsese düzelirdi belki bir şeyler. Bunun yerine ağırca kalktı, sararmış duvarların arasındaki camın önünde duran sandalyesinden. Kalkmadan hemen önceyse sararmış duvara dayadığı bastonunu sağ avucunun arasına sıkıştırdı. Yükünü yüklediği siyah bastonun tok sesi ve eskimiş tahtaların gıcırtıları eşliğinde fotoğrafa ilerledi. Vitrinin önüne geldiğin de sol elindeki çocuğu bırakıp, eline aldı gelinlikler içindeki peri kızını. Yutkundu, sanki acıları yutkununca gidecekmiş gibi.
“Eskiden ne çok gülerdin diyorlar. Eskiden sen vardın, bilmiyorlar Mahi…” dedi, bir anda. Sonra güz yapraklarının arasından salınarak çıkagelen o kırmızı elbiseli, saçları iki yandan örülmüş ve elinden hiç eksiltmediği şiir kitabıyla kadın çıkageldi. Hemen karşısında da, şimdilerde çökmek üzere olan adam, genç bir delikanlı gibi duruyordu. Ceviz ağacının heybetli gövdesine yaslanmış olan genç delikanlı, kızın gelişiyle sırtını ayırdı ağaçtan. Ne de güzel gülüyordu kadın... Ve adam için ne güzeldi o zamanlar... Yanında Mahi’si varken ne kadar da güzeldi her şey… Köyün en saygın ailesinin oğluydu Mithat ama sonra babası iflas edip ardından intihar ettiğinde; kız nişanı attı, kötüleşti araları bir anda. Sonra isminin anlamı yüklendi bedenine ve adamın hayatını mahvederek gitti fotoğrafta gülen kadın. Mithat’ın can dostunun kollarına attı kendini ve Mithat’ın gözünde beyazın masum yanını giymiş kadın, yine o beyazlığın masumluğunun yitmesine neden oldu. Mithat, o gün annesiyle birlikte gitti köyden. Nefret etti, yazlardan, ilkbaharlardan… Gülenlerden nefret etti. Konuşanlardan, sevenlerden ve sevilenlerden hep nefret etti... Sonra, annesinin ölümüyle birlikte, iyice içine kapandı genç adam. Sustu, sustukça büyüdü nefreti. Kırgınlığı büyüdü, sessizliği büyüdü, öfkesi büyüdü… İçinde birikenler çıkmadı hiç dışarıya. Onun için her şey anlamını yitirdi.
Artık hiç bahar gelmedi, kader vermedi ya sevdiğini; sonbaharlar eksilmedi kapısından...Karlarsa saçlarına, sakallarına yapışıverdi. Bırakmadı kasvet peşini, hep bir boşluk oldu hayatında, o yüzden eşyalar aldı bolca. Şimdi üzerini toz kaplamış piyanoyu çalmayı bilmez mesela ama boşlukları yanlış kelimelerle doldurmaya çalıştığından olmuştu tüm bunlar. Yine bilmedi, bilemedi ya da bilmeyi reddetti… Bir anda nefes almayı kesmek istedi. “İsmin anlamsız, sen kimseyi mahvedemezsin demiştim ya sana; yanılmışım… Ben çok yanılmışım, Mahi…” Sözleri havada asılı durdu bir süre, sonra bir rüzgar daha girdi gıcırdatarak kapıdan ve o sözleri alıp, attı dışarıya. Ağlamak istemediğinden yutkundu ve gözlerini hızlı hızlı kapatıp, açtı. Oysa sadece zamanını uzatıyor acısının daha derinlere inmesine sebep oluyordu. Ağırca yere çöktü. Durdu o an zaman, rüzgar esmedi bir süre. Ve tekrar konuşmaya başladı ihtiyar Mithat. “Sonbahar olunca mevsimlerden, terk edilir ağaçlar. Oysa asıl şimdi durmalıydı yapraklar ağaçlarda. Çünkü soğuk olurdu havalar, daha çok sarması gerekirdi, yaprağın ağacı. Daha sıkı sarılsa olmaz mıydı? Yaz olunca terletmekten keyif alırdı, yapraklar. Ağaçlarda üzmemek için gülümserlerdi yeşilliklere. Her sonbahar ihanete uğrayacaklarını bilseler de sıkı sıkıya tutarlardı onları; ben gibi… Yapraklarsa bencildi, mahvedendi; sen gibi…”
"Mahi: Yok eden, mahveden, perişan eden" demektir.