- 473 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
SELÂM SANA SEBAHATTİN ALİ
SELÂM SANA SEBAHATTİN ALİ
Daha evvel başka bir yazımda Sebahattin Ali’den bahsetmiştim yine bahsedeceğim çünkü hayatı hep mücadele ile geçmiş inandığını yaşamaya çalışmış saygıyı hakeden bir edebiyatçımız....
Zorluklar ile geçen hayatında bunaldığı dönemlerde Orhangazi’ye uğrayan Sebahattin Ali’nin Orhangazi’ye bıraktığı izleri Orhangazi’de bugünde görebilirsiniz.
Hatta Halen hali hazırda Sebahattin Ali tanıyan beraber demlendiği dostları mevcuttur.
Sebahattin Ali’yi biraz tanıyalım; "41 yıllık kısa sayılabilecek yaşamına Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kağnı, Ses gibi çok önemli roman ve hikayeleri sığdıran ünlü yazar Sabahattin Ali kimdir? kaç yaşında nerede doğdu? İşte kısa hayat hikayesi ve Sabahattin Ali’nin bilinmeyenleri.
SABAHATTİN ALİ KİMDİR?
25 Şubat 1907’de Edirne Vilayeti’nin Gümülcine Sancağı’na bağlı Eğridere kazasında doğmuştur. Babası piyade yüzbaşısı (Cihangirli) Selahattin Ali Bey’in görev yerlerinin sık sık değişmesi dolayısiyla, ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit’in çeşitli okullarında tamamlamıştır (1921) Edremit’e göçtüklerinde bölge Yunan işgalinde olduğu için emekli olan babası aylığını alamamış ve aile çok zor günler geçirmiştir. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu’na giren Sabahattin Ali, beş yıl burada okumuş, daha sonra İstanbul Öğretmen Okulu’nda mezun olmuştur (1926) . Bir yıl kadar Yozgat’ta ilkokul öğretmenliği yapmış, Millî Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya giderek iki yıl orada okumuştur (1928 – 1930) . Yurda döndükten sonra Aydın ve Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapmıştır.
Konya’da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanmış (1932) , bir yıla mahkum olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmış, Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşmuştur (1933) . Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara’ya giden Sabahattin Ali Millî Eğitim Bakanlığı’na başvurarak yeniden göreve alınmasını istemiştir. Dönemin bakanı Hikmet Bayur’un ‘eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini’ istemesi üzerine Varlık dergisinde ‘Benim Aşkım’ adlı şiirini yayımlayarak (15 Ocak 1934) Atatürk’e bağlılığını göstermeye çalışmıştır. Aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü’ne alınmış, Ankara II. Ortaokul’da öğretmenlik yapmıştır.
16 Mayıs 1935 günü Aliye Hanım ile evlenmiş, 1936’da askere alınmış, 1937 Eylülünde kızı Filiz Ali dünyaya gelmiştir. Yedek Subay olarak askerliğini Eskişehir’de tamamlamış, 10 Aralık 1938 de Musiki Muallim Mektebi’nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başlamıştır. 1940 yılında tekrar askere alınmış, askerliğini yaptıktan sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nda Almanca öğretmenliği yapmıştır (1941 – 1945) .
‘İçimizdeki Şeytan’ romanı milliyetçi kesimde büyük tepki toplamıştır. Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açmış, dava sırasında çok sıkıntı çekmiştir. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamamıştır. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınmış, İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlamıştır (1945) . Ancak fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünya gazeteleri, iktidarın kışkırtmasıyla meydana gelen Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kalmış, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarmıştır (1946 – 1947) . Ancak, bu gazeteler tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşmış, dergilerin isimlerindeki Paşa ifadesiyle ‘Milli Şef’ İsmet Paşa ile alay edildiği iddiası ile kapatılmış, yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar açılmıştır.
Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatmış, karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba dergisinde yayımladığı ‘Ne Zor Şeymiş’ başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: ‘Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi’.
Bir başka dava nedeni ile 1948’de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatmıştır. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlamış, işsiz kalıp, yazacak yer bulamamıştır. Yurt dışına gidebilmek için pasaport almak istemiş, alamamıştır. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı da bulamayınca Bulgaristan’a kaçmaya karar vermiş fakat para karşılığı anlaştığı Ali Ertekin adlı kaçakçı tarafından Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde öldürülmüştür (2 Nisan 1948) .
SABAHATTİN ALİ’NİN ESERLERİ
Roman
Kuyucaklı Yusuf (1937)
İçimizdeki Şeytan (1940)
Kürk Mantolu Madonna (1943)
Öykü
Değirmen (1935)
Kağnı (1936)
Ses (1937)
Yeni Dünya (1943)
Sırça Köşk (1947)
Şiir
Dağlar ve Rüzgâr (1934)
Kurbağanın Serenadı (1937)
Öteki Şiirler (1937)
Oyun
Esirler (1936)"
Orhangazi’de geçen Selam hikayesi alttadır. Sonunda detaya gireceğim.
SELAM
Sabahattin ALİ
Yatağın içinde dönerek güneşin yüzüme vurmıyacağı bir köşeye kaçtım. Faydasız! Birkaç dakika sonra keskin bir ışık beni olduğum yerde buluyor ve yüzümü, ensemi yapışkan bir tere boğuyordu. Bu sırada yattığım otelin altındaki kahvenin gramofonu da uykuya devam yolundaki son irademi kırdı. Boğuk sesli bir hanende avaz avaz:
Gözlerine sürme çek,
Kına yak parmağına!
diye bağırıyordu.
Kalktım, giyindim ve beni bu küçük kasabada alıkoyan serseriliğe için için güldüm.
Bursa’da bir ahbabı görmek ve bir müddet edebiyattan başka mevzularda konuşmak için yola çıkmıştım. Yalova’da oldukça rahat bir kamyona yerleşmiş ve bir sürü tehlikeli ve güzel kıvrımlardan sonra Orhangazi "namı diğer Pazarköy"e gelmiştim. Bu küçük kasabaya inerken uzaktan gördüğüm İznik Gölü beni garip bir cazibe ile kendine çekti. Hiç sebep yokken otobüsü kaçırdım ve burada kaldım. Muayyen kaide ve mantıklara tabi olarak geçen hayatımda bu güya mühim bir kahramanlıktı.
Fakat menfaatlerin, ince hesapların emir kulu olmaktan kurtulmanın ve aklıma eseni yapıvermenin verdiği rahatlık ve gururun ömrü uzun sürmedi. Daha uğrunda yolumdan kaldığım İznik Gölü’ne giderken canım sıkılmaya başladı. Göle yaklaşınca yolu şaşırarak sazlıklar, bataklıklar arasında kayboldum. Güç hal ile ulaştığım sahil de bana fevkalade bir manzara arzetmedi. Her büyük su kıyısı gibi bir miktar kum, bir miktar çakıl ve rüzgarın şiddetine göre dalgalanan manasız bir satıh! Yegane yenilik bu suyun tuzsuz olduğunu bilmekten ibaretti.
Tekrar yolu kaybetmekten korkarak acele kasabaya döndüm. Ortalık kararmış, birkaç dükkanda sönük petrol lambaları ve konduğum otelin altındaki kıraathanede, ziyası yükselip alçalan bir lüküs yakılmıştı. Önünden geçtiğim bir aşçı dükkanının camekanı iştahımı kapamaya kafi geldiği için kahveye oturup bir çay ısmarladım ve bir miktar peynirle biraz üzüm getirttim. Bu sırada kendi kendime:
"Bende sahiden akıl yok..." diyordum. "Uzaktan erimiş kurşun gibi parladığını gördüğüm bu su beni yolumdan alıkoyuyor. Düşünmüyorum ki, o su, ancak uzaktan çok güzeldir. Onunla yakından temas etmek, bir sürü küçük, fakat yekunu büyük münasebetsizliklere katlanmıya mecbur olmak demektir. Yaşım otuzu geçti. Bu manasız heveslere oyuncak olmanın bir macera telakki edileceği yaş değildir. Küçük şeyler için büyük fedakarlıklarda bulunmayı kabadayılık telakki edecek değilim ya?"
Gece ilerledikçe canımın sıkıntısı daha çok artıyordu. İçimde, bir alışverişte aldatılmış olmanın ezgisi vardı. Mermer masaların üzerinde, yıpranmış bir halde, o günün gazeteleri yatıyordu. Sabahtanberi iskelede, vapurda, Yalova’da, hatta otobüste evirip çevirerek gözden geçirdiğim sahifeleri bir kere daha karıştırdım. Uzak köşelerden birinde kağıt oynayan üç memura gözlerimi dikerek yüzlerinden karakterlerini okumaya ve hiç olmazsa bu şekilde iştifadeli bir iş yapmaya çalıştım. Fakat yaptığım işin onların ruhlarını okumak değil, kendi basit muhayyilemin uydurduğu şeyleri o şahıslara yamamak olduğunu pek çabuk farkettim. Kalkıp odama çıktım.
Sabahleyin beni uyandıran güneş, daha evvel bütün odayı dolaşmış ve her köşeyi ayrı ayrı kızdırmışa benziyordu. Derhal yataktan atlıyarak giyindim. Çantamı kapattım ve sokağa fırladım. Ortalıkta, zaman zaman esen rüzgarın kaldırdığı tozlardan başka bir hareket yoktu. Yıkık bir caminin nasılsa ayakta kalmış olan bir minaresi duvarlar üzerinde çıkan bir yabani incir ağacıyla sarmaş dolaştı. Bir eskici, örsünün üstünde uyukluyor, yan sokaklardan birinde iki çocuk, pis bir su yolunun önünde topraktan bentler yaparak oynuyordu. Kahvenin garmofonunda, zavallı bir kadının sesi:
Çıkmam Allah etmesin meyhaneden
diye yırtınıyordu. Bursa’ya geçecek otobüslerin gelmesine daha bir saatten fazla vakir vardı ve ben, ruhu olmayan bu kasabadan kaçmak için can atıyordum
Bu sırada karşıma çıkan bir berber dükkanı, istemeden elimi yanaklarımda dolaştırdı. Epeyce sakallı idim. İstanbul’dan gelecek olan zarif otobüs yolcularının arasına bu kılıkla binmek istemezdim. Benim buradan değil, kendilerinden olduğumu bir bakışta anlamalıydılar. Otele tekrar girip çantamı açmak, sıcak su isteyip tıraş olmak, sonra takımları yıkayıp yerleştirmek bana o kadar güç geldi ki, istemiye istemiye bu dükkana yöneldim.
Berber:
"Buyurun" dedi ve fazla iltifat etmeden bir çekmeceden peşkir çıkarmaya, bir musluktan sıcak su almaya koyuldu.
Önümdeki uzun mermer masanın üzerinde, sinek pislemesine engel olmak için pudra ile damgalanmış yaldızlı çerçeveli büyük bir ayna vardı. Aynanın camı üzerinde istedikleri gibi faaliyet göstermelerine müsaade edilmeyen sinekler bu yaldızlı çerçeveye o nisbette fazla kıymışlardı. Aynanın önünde ve masanın mermeri üzerinde, aynı şekilde sineklerin taaruzuna uğramış, çoban kolonyası şişeleri ve üzerlerinde Almanya İmparatoru palabıyıklı Wilhelm ile melaike yüzlü karısının resimleri bulunan iri pudra kutuları duruyordu. Duvarlarda, mahut sineklerin tahribinden kurtulamamış renkli resimler vardı. Bunlar, yeldeğirmenleri ve kanallarıyla bir Hollanda ovasını, mağmum yüzlü ve ağır yürüyüşlü ziyaretçileriyle bir orman kilisesini ve General Trikopis’in kılıcını teslim edişini gösteriyorlardı.
Berber kır saçlı, çiçekbozuğu, seyrek bıyıklarının arasından temiz dişleri görünen kırk-kırkbeş yaşlarında uzun boylu ve zayıf bir adamdı. Uzun boynunu ikide birde sağa sola büküyor, daima bir şeye hayret ediyormuş gibi kaşlarını kalkık tutuyordu. Bu yüzden alnı hep buruşuk duruyor ve çehresi daima mühim meseleleri düşünüp halleden bir devlet adamı ifadesi alıyordu.
Önüne oturup yüzümü ellerine bıraktım. İki avucunun bütün genişliğiyle yanaklarımı ovalamaya başlamıştı ki, dükkanın kapısı önünde dokuz yaşlarında bir kız çocuğu peyda oldu.
Kapının eşiğine gelip sırtını duvara dayadığını ve hiçbir şey söylemeden beklediğini pudralı aynada görmüştüm. Sarı saçlı başını önüne eğmişti. Ayağındaki nalınların kayışından, biraz kirli, fakat muntazam parmaklar çıkıyordu.
Berber masanın çekmecelerinden birini açarak içinden bir miktar para aldı ve çocuğa verdi.
"Al kızım Feride, kardeşlerin nasıl? Validen iyi mi? dedi.
Kız bütün bu suallere evet anlamında başını sallayarak cevap verdi ve hemen uzaklaştı; berber işine devam etti.
Ben merak etmeye başlamıştım. Evvela kendi kızı zannettiğim bu çocuğun çekingen ve durgun hali bana garip geldi. Berberin tavrı sormaya cesaret vermediği için muhtelif ihtimalleri düşünerek kendim bir neticeye varmak istiyordum. Evvela: herhalde kendi çocuğu, fakat karısından ayrılmış olacak! dedim. Sonra akrabası olması ihtimalini hatırladım. Nihayet düşünmekten vazgeçtim.
Fakat pek az sonra kızın, başı önünde, sessiz bekleyişi tekrar kafamda canlanıyor ve beni rahat bırakmıyordu.
Usturayı yüzümden uzaklaştırdığı bir sırada:
"Kızın mıydı?" diye soruverdim.
"Hayır!"
Sükut.
Berber yüzüme yetişmek için adamakıllı eğiliyor ve uzun kollarıyla havada büyük hareketler yapıyordu. Yüzümü yıkamak için pirinç leğeni sıcak suyla doldurmaya gitti. Sırtına doğru tekrar sordum:
"Dilenciye benzemiyordu?"
Çocuğa verdiği paranın, bir dilenciye verilen cinsten olmadığını, otuz-kırk kuruşa yakın bulunduğunu görmüştüm.
Leğeni getirip gıtlağıma dayarken:
"Dilenci değil!" dedi.
Bir çekmeceden bir havlu çıkararak yüzümü kurulamaya başladı.
İşini bitirip bana "saatler olsun" dedikten sonra:
"Bizim berber Yusuf’un kızıydı o!" diye ilave etti.
Bunu söylerken kaşlarını kaldırdığı için berber Yusuf’un mühim bir adam olduğuna hükmettim.
"Kim bu berber Yusuf?"
Karşı tarafta, kepenkleri kapalı küçük bir dükkan gösterdi:
"Şurada dükkanı vardı!"
"Ne oldu?"
"Sorma!"
Cevap verirken işine devam ediyor, havluları devşiriyor, leğenin suyunu köşedeki bir gaz tenekesine boşaltıyordu.
Pek hakiki olmayan bir merakla ve cansıkıcı bir hikaye dinlemekten korkarak:
"Öldü mü," dedim, "bu berber Yusuf?"
"Yok canım, aldı başını gitti!"
Ev kavgası, komşu kavgası, tarla kavgası ... Bir sürü ihtimal kafamdan geçti ve "Eyvah!" dedim. "Hikaye galiba zannettiğimden daha manasız!"
Elimi cebime atarak para vermeye ve çıkmaya hazırlandım. Berber:
"Otobüslere daha vakit var. Otur da sana şu Yusuf’un meselesini anlatayım. Allah insanın aklını başından almasın yoksa!" dedi.
Adeta emreder gibi söylemişti ve yüzünün tavrı, alnını buruşuklukları beni itaate sevketti. Otobüs beklediğimi nereden bildiğine de ayrıca hayret ettim.
"Kırk yaşında bir adamın aklı başında olmazsa işte böyle olur." diye başladı. "Üç çocuğunu da gözü görmedi, gül gibi ailesini de gözü görmedi, yirmibeş senedir ekmek yediği dükkanın kapısını çekti, gitti."
Sözlerinin beni pek fazla meraklandırmadığını görünce biraz canı sıkılmış gibi devam etti:
"Aşağı yukarı bu zanaata beraber başladık. İkimiz de çıraklığımızı Bursa’da yaptık. Elimiz usturaya, makasa yatınca gelip burda birer dükkan açtık. Hamdolsun, geçinip gidiyorduk. Memleketi gavur aldı, kasabayı yaktı, biz kaçtık, şurda bura süründük, yine geldik, işimize başladık. Hepsi bir varmış, bir yokmuş. İyi gün de, kötü gün de düş gibi geçip gidiyor. Ben evlenmedim, kısmet değilmiş. Artık hovardalık yapacak halimiz de kalmadı. Yusuf evlendi. Şurdan, Büyükköy’den bir Çerkez kızı aldı. Üç tane de çocuğu oldu."
Karşımda bir iskemleye oturup bacaklarını birbirinin üzerine atmış ve sonra düğüm yapar gibi dolaştırmıştı.
"Büyük kızını gördün: Tam anası... Ötekiler oğlan. Allah bağışlasın. Kıymetini bilen için dünyaya bedel... Ve lakin, bizim Yusuf’un aklı yerinden gitmeye bahane ararmış. Hiç de umulmazdı. İşinden gücünden başka şeye baktığı yoktu. Baksa da ne görecek? Dün akşamdan beri sen buradasın, bakındın bakındın da ne gördün? İşte efendim, böylece geçip gidiyorduk. Derken iki-üç ay evvel buraya bir kumpanya geldi. Kahvenin camlarını kara perdelerle örtüp orada oyunlar vermeye başladı. Bizim gibi adamın orada ne işi var? Yalnız kızlar iki-üç günde bir gelip saçlarına maşa vurdururlardı. Allah bereket versin, beş-on kuruşları nasip olurdu. Günün birinde baktım, kızlardan biri işini bitirince çekip gideceğine Yusuf’un dükkanında oturup yarenlik ediyor. Allah Allah! dedim. Yusuf’un da konuşacak lafı mı olur ki? Kız da ona söyleyecek ne bulur? Benim gibi biri... Üstelik tepesinde saçı da kalmamış. Bir gün, iki gün, kız öğlen demiyor, akşam demiyor, Yusuf’la oturup bakışıyor. Birgün ne göreyim, Yusuf evden sazını getirmiş. Güzel çalardı ha, delikanlılığımızda az mı ahenkler yapmıştık, hovardalıkta az mı saz parlatmıştık. Ama senelerden beri eline aldığı yoktu. Dediğim gibi, bir gün dükkana getirmiş, tıngırdatmaya başladı. Bir gün, iki gün, arkası gelmez. Baktım kız da yavaş sesle okuyor. Ahenk yolunda. Burada ne müşteri olacak? Akşama sabaha birkaç memur, pazardan pazara birkaç köylü... İş yok, vakit çok. İnsan bundan azarmış zaten. Birgün Yusuf’u çektim yanıma. "Ülen dedim, ne olacak senin bu halin?" "Ne var ki?" dedi. "Daha ne olsun?.. Güpegündüz koynuna alacak değilsin ya? Halinden utan!" Yusuf bir kızardı. "Aman, emmioğlu ağzına aldığın lafa bak. Şart olsun eli elime değmedi. Yarenliğimden hoşlanıyor herhalde... Bir iki de köy deyişi çalıyorum, gülüp: Sağol Yusuf ağa! diyor. O kadar... Böyleleri bize bakar mı?.." Ama bunu derken içi de kan ağlıyordu. Neyse ki umudu yoktu. Arasıra kız dükkana uğramayıverirdi. Hani gece oyundan sonra efendiler ahenge götürürlerdi de sabaha kadar kızlara içirip oynatırlardı, ondan. Böyle zamanlarda Yusuf’un hali pek perişan olurdu. Melil melil önüne bakar, sazına dokunur, müşteriye itibar etmezdi. Birinin tüzünü kesiverecek de başına dert alacak diye korkardım. Arada benim dükkana bir uğrardı. "Ne haber senin avrattan" deyince: Bırak şu kahpeyi! diye celallanır, ama akşama doğru kız gelince sazını kucağına alıp boynunu büke büke çalardı. Her hallerini görürdüm; dükkanı ayna gibi karşımda... Yusuf’un yavru kuzu gibi karıya baktıkça domuzun kızı da sırıtıp oynaşırdı. Ama Yusuf’un dediğine bakılırsa pek halden anlarmış. Onun babası da berbermiş. Altı aynalı dükkanı varmış. Sekiz kardeş oldukları için bunlara bakmazmış. Kız da ekmeğini bu yolda aramış. Nasip buymuş.
"İlle günün birinde işler bozuluverdi. Bizim Deli Yusuf bir akşam duramamış, kafayı çektiği gibi tiyatroya dayanmış. Geçmiş en öne kasılmış. Karı onu orada görünce bir şaşırmış. Sonra gözünün ucuyla bir selam çakmış. Yusuf kendini tutamayıp "Aaaah!" diye bir bağırmış. Kız bunun üzerine şöyle bir daha başka türlü göz atmış. Yusuf büsbütün kendini kaptırıp: "Kurban olayım!" diye çağırmış. Kaymakam köşeden işaret edince Yusuf’un kolundan tutup dışarı atmışlar.
"O günden sonra kız bir daha Yusuf’un dükkanına gelmedi. Her halde rezillikten korktu. Kart adamın sevdalısı tatsız olur, yapıştıkça yapışır... Öyle ya!.. Zaten çok da kalmadılar, üç beş gün sonra kendini bıraktı, adamakıllı zebun oldu. Halinden korkmaya başladım. Kız para istemeye dükkanın kapısına gelince bir bağırır, yedi mahalleye duyururdu. Kızcağız da, hani şu az evvel buraya gelen, gözünü silip eve kaçardı. Ama çok sürmedi. Beş-on günde Yusuf kendine gelir gibi oldu. Birgün dükkana uğradı: “Bizdeki de akıl mı ya?” dedi, “öyleleri bize bakar mı? Gönül eğledi gitti... Yalnız dilleri pek hoştu. Dargın kaldığıma yanarım!” dedi. Durdu, durdu: “Kimbilir şimdi nerlerdedir, kimlere tatlı dil döküyordur?” diye içini çekti. “Yusuf, aklını başına topla, evine, ailene mukayyet ol”, dedim. Allah bilir ya, yürekten söylemedim. Biz de gönül hali nedir biliriz. Sevdalıya pent vermesi kolaydır. Gel de sevdayı çekene sor... Ama, dediğim gibi, Yusuf kendini çabuk topladı. Çoluğuna çocuğuna bağırmaz oldu. Kızın lafını etmedi. Birgün baktım, sazını da eve götürmüş...
"Eh, artık bu da geçti diyordum. Birgün Yusuf’la benim dükkanda oturup konuşuyorduk. "Bana bak Yusuf," dedim, "insan hali böyle. Onbeş günlük ömrü onbeş seneye sığdıramazsın da, onbeş senelik ömrü onbeş günde yaşayıverirsin! Aldırma. Allah ömür verir de sakalımız ağarır, belimiz bükülürse karşı karşıya oturur, bugünleri anıp söyleşiriz. İnsanın iyi günü de, kötü günü de geçer, elverir ki bugünlerden anacak bir şey kalsın!" Yusuf başını sallar, içini çekerdi. Lakin gönlünün derdi kalmamıştı, her halinden belliydi. İşte o sırada içeri bizim Kara Hakkı girdi. "Hoş geldin, Hakkı, işler nasıl?" dedim. "Ortalarda görünmedin, deliğe girdin sandık.." Kara Hakkı pek köyde durmaz, Bursa, Balıkesir, İzmir’e kadar dolaşır, keyif satardı. Senin anlıyacağın esrar götürürdü. Bizim buranın kendirinden çok ala esrar çıkar ha! Hakkı: "Aleykümselam" dedi. Yusuf’u görünce: "Aman üstümde kalmasın, Yusuf ağa, sana selam getirdim!" dedi. Yusuf sarardı. İçine doğmuş garibin... "Kimden?" dedi. Hakkı güldü. "Malın gözü imişsin ya, Yusuf ağa, hiç senden ummazdım. Hiç de fena karı değil!" dedi. Sonra anlattı. Balılkesir’den gelirken Susurluk’ta bir handa kahve içiyorlarmış. Bursa’dan Balıkesir’e giden bir kumpanyaya rastlamışlar. Şundan bundan konuşurlarken Hakkı’nın Orhangazi’li olduğunu, şimdi de oraya gittiğini duyan bir karı: "Aman, orda berber Yusuf vardır, tanır mısın?" demiş. Hakkı, "Yusuf’u kim bilmez?" deyince, Yusuf’a benden çok selam et!" demiş. Hakkı işin alayında, hem anlatıyor, hem gülüyordu. İkide bir Yusuf’un dizine vurup: "Yaman adammışsın Yusuf ağa, karı durdu durdu sana selam etti. Kamyona binip tozun toprağın içinde kaçarken bile kafanı camdan uzanıp: Aman Yusuf’a selamımı unutma!" diye bağırdı, diyordu.
"Yusuf sesini çıkarmadı. Ben Hakkı’nın traşını bitirinceye kadar bir yeryüzüne, birgökyüzüne bakıp oturdu. Hakkı’nın arkasından, bir söz bile demeden çıktı, dükkanına gidip kepenkleri indirdi, kapıyı kilitledi. Tekrar benim dükkanıma geldi. Anahtarı uzatıp: "Al emmioğlu, bu sende kalsın. Selamını aldım, gayri buralarda duramam. Herhalde onu bulmalıyım!" dedi. "Aman Yusuf, etme Yusuf!" demiye vakit kalmadan çekti gitti. İşte o gidiş"
Birbirine doladığı uzun ve ince bacaklarını açtı, bana doğru uzattı. Kocaman ve ökçeleri basık ayakkaplarının burnu adeta diz kapaklarıma kadar geliyordu. Düşünceli bir tavırla başını sallayarak:
"Çoluğu çocuğu ortada kaldı diyordu" dedi. "Bu kadar sene karşı bekarşı esnaflık ettik. Aynı zanaatın ekmeğini yedik. Onlara bakmak bize düştü artık!"
Sonra, gözlerini karşı dükkana dikti. Biraz düşündü. Hakikatleri olduğu gibi görmekten ve söylemekten hiçbir korkusu olmayan insanlara mahsus bir açıklıkla ilave etti:
"Hem Yusuf dükkanını kapatıp gidince onun müşterisi de bana kaldı. Çocuklarının nasibi bana devroldu. Onların nafakası boynumuza borçtur."
Söyleyecek bir söz bulamayarak etrafıma bakındım. Otelin önünden gelen motör sesleri otobüslerin geçmiye başladığını haber veriyordu. Acele traş parasını vererek sokağa fırladım. İçimde tuhaf bir utanma vardı. Güzel bir manzara için bir günlük itiyadımı değiştirmek, bir gecelik rahatımı feda etmek, bana kaybedilmiş bir alış-veriş gibi gelirken, bir kuru selamın arkasından başını alıp giden Yusuf’u ve onun, içinde kim bilir ne dünyalar yaşıyan, saçsız başını düşünüyordum.
Dört elle sarıldığımız birçok kıymetlerin; sahici bir insan gibi kalbimiz ve kafamızla yaşamayı uğrunda feda ettiğimiz binlerce sözde mühim şeylerin ne kadar kolay fırlatılıp atılabileceğini bana öğreten Yusuf! Benden de sana selam olsun...
1940
Hikayenin başında Yalova’dan otostop çekerek Orhangazi’ye gelir ve eski cambazlar kahvesinin üzerinde otele yerleşir,Parayla alamadığı için İznik gölü kenarında sigaralık almaya iner,Zulasını doldurur,ordan İzmir tarafına gider, o zamanlar hatırlı dostlar ile içilen sigara daha sonraları kültürlerin yozlaşması ile artık kangiren halini almıştır.
Sebahattin Ali’nin edebiyatımıza kattığı kuşkusuz büyüktür.
Ruhu şâd Olsun.
Araştırmacı Yazar İlhan Erdem