- 281 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Herkes kendilik çölünün bedevisidir
Bilmem başkasına da öyle gelir mi? Bana ilginç geldi. Bediüzzaman’ın ’besmele’yi anlatan Birinci Söz’e nasıl bir temsil-i hikayecikle başladığını hepiniz az-çok hatırlıyorsunuzdur. Hatırlamayanlar için tekrar edelim:
"Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu’t-tarîke rast gelse, der: ’Ben filân reisin ismiyle gezerim.’ Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."
Eski yazılarımı okuyanlar belki anımsayacaklar: Mezkûr temsilde geçen ’Alanı her yerde selametle gezdi’ cümlesini ‘kainatı Allah’la açıklamanın kolaylığı’ perspektifinden analiz etmiştim daha önceleri. Elhamdülillah. Yüzbin şükrolsun ettirene. Şekerini dilimize koyana. Bu yazıda ise o tefekkürüme bir başlık daha eklemek istiyorum: ‘Hayatı Allah’la yaşamanın kolaylığı.’
Peki bununla ne demek istiyorum?
Farkedişimin özü şu: Risale-i Nur’da, hem kainatı ‘varlıksal açıdan’ Allahsız açıklamanın imkansızlığı vurgulanır, hem de ‘yaşamsal açıdan’ Allahsız lezzetlenmenin/huzurlanmanın imkansızlığına dikkat çekilir. Birincisi ’aklî bir imkansızlıktır’ ikincisi ’kalbî bir sancıdır.’ Evet. Daha geniş bir görüş için iki kelimenin ardına düşmenizi isteyeceğim: ’Muhal’ ve ’elem.’ Risale-i Nur’da bu iki kelimenin kullanışını şöyle bir gözden geçirirseniz sezersiniz: ‘Muhal’ ile aklî imkansızlıklara işaret edilirken ‘elem’ ile kalbî sancıların yerleri gösterilir.
Yani, Hak Teala’nın ism-i şerifini almadığınız zaman yanınıza, hatırınıza, bakış açınıza kainatı aklî bir zeminde açıklamak da güçleşir, kalbî zeminde yaşamak da. Evreni yapısal anlamda izah etmeye çalışanı da selamete çıkaracak Allah’ın ismidir, yaşamdan payına düşen hissedişle mutlu olmak isteyeni de. Teori de Allahsız tatmin edici olamaz pratik de.
Birincisine Ayetü’l-Kübra Risalesi güzel bir örnek oluşturabilir. İkincisine Hastalar veya İhtiyarlar Risalesi. Belki ’afakî’ ve ’enfüsî’ tefekkür dediğimiz iki daireyi birbirinden ayıran da bu ’duyuş’tur. Hatırlayalım: Ayetü’l-Kübra’nın yolcusu kainatı varlıksal açıdan bir yere koymaya çalışır. Hastalar Risalesi’nin yolcusu ise hissettiği acılara bir anlam vermeye gayret eder. Bu iki ders türü nihayet Birinci Söz’deki o küllî bağlanır: ’Alanı her yerde selametle gezdi.’ Yani: Yaşamı hissediş boyutunda da akletme boyutunda da selametli bir şekilde anlamlandırdı. Düşünmek de ona zor gelmedi hissetmek de. Tefekkürü de onu zorlamadı yaşamak da. Kafasının içinde de mutluydu kalbinde de. Allah’ın karşıladığı anlam dünyası yanımızda olmadansa bu çölleri aşmak mümkün değil. Tıpkı yine Risalelerde dendiği gibi: “Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.”
‘Yaşamak’ demişken başka bir cennet köşkünün daha kapısı çalalım: Yine evvelden hakkında yazdığım birşey. Bediüzzaman’ın tefsir metodunda hayatın da tefsirin içinde olması meselesi. Siz de farketmişsinizdir: Mürşidim sık sık kendi yaralarını/acılarını da bize anlatıyor. Şikayet etmiyor ama hikayet ediyor.
İçindeki insana dokunuyor. Bu dokunuştan çıkan sesler metinlerini de daha dokunaklı kılıyor bizler için. Çünkü bizi yaralarımız kardeş kılar. Aynı şeye sevinenlerden çok aynı acıya üzülenler kardeştir. Gerek Hastalar Risalesi’nde, gerek İhtiyarlar Risalesi’nde, gerek külliyatın geneline yayılmış hatıralarında Bediüzzaman’ın metinlerine katmak istediği şey bu bence: Hissettiği yerden konuşmak. O zamanlar bunu şöyle ifade etmiştim diye hatırlıyorum: "Kur’an’ı hayatla tefsir etmek." Hakikatleri anlamasına yardımcı olan tecrübelerini birer sebeb-i nüzul gibi metinlerine bağlayarak okurlarının da aynı hissedişi yaşamasını sağlamak. Ki bence bu bir açıdan tasavvufun da bilgi üretim tarzıdır. Hissediş de sözün anlamının, bağlamının, tesirinin parçasıdır.
Mesela: Birinci Söz’deki temsil-i hikayeciğe tekrar bakalım. Mürşidimin Tarihçe-i Hayatı’nı okuyanlar bilirler ki: Cizre’de Miran aşiretleri reisi Mustafa Paşa’yla yaşadığı gerilimin ardından Biro çölünü geçerek Mardin’e gitmiştir kendisi. Fakat bu çöldeki yolculuğu hadisesiz geçmez. Önüne hikayecikte olduğu gibi yolkesenler çıkar. Çatışmaya da girer onlarla. Tam şakilerin eline düşecekken birisi Bediüzzaman’ı Miran’ın büyükleri içinde gördüğünü hatırlar. Yolcu isim almamıştır ama şaki ismi okumuştur. İsim sahibinden korkmuştur. İlişmeye çekinirler. Gideceği yere kadar götürmeyi teklif ederler. Kabul etmez.
Hakkında konuştuğumuz Bediüzzaman olunca yaşadığı hiçbir olayın marifet-i ilahiye noktasında ona birşey öğretmemesi aklımıza gelmiyor. Sinekten ders alıp ’muallimi/öğretmeni’ sayan bir ömürlük talebe var karşımızda:
"Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: ’Bu mülk senin değil, emânettir.’ O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. ’Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?’ dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: ’Bak.’ Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu."
Acaba bu ’ömürlük talebe’ Biro çölünde yaşadığı olaydan da bir ders çıkardı mı? Neden olmasın? Birinci Söz’deki temsil-i hikayeciğin Bediüzzaman’ın bu yaşadıklarıyla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum ben. Fakat bunu böyle deyince ’bedevi’ ifadesinden ötürü aşırıya gittiğimi söyleyenler oluyor. Çünkü ’bedevi’ kelimesi onların nazarında birazcık tahkir. "Bediüzzaman başından geçen bir olaydan esinlenerek hikaye kurgularken ana karakteri ’bedevi’ yapmış olamaz." Neden olmasın? Divan-ı Harb-i Örfî’yi okuyanlar anımsarlar. Bediüzzaman kendisi hakkında ’bedevi’ ifadesini kullanır orada. "Ben ki bedevi bir adamım..." der mesela. Neden yine öyle bir manayı kastediyor olamasın? Hoşuma giden bir farkediş olduğu için yazmak istedim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak böylelikle çokça detayın atlandığı Tarihçe-i Hayat’a bu küçük kıssanın neden girdiğini de nefsime açıklamış oldum. Yani belki de Birinci Söz’de ifade ettiği değerdendir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.