ZAMANSIZ AYRILIKLAR
Fatma’daydı aklı fikri hep. İçi içine sığmıyordu. Koridorlardan geçip, merdivenleri üçer beşer inip bahçeye çıkmak istiyordu. Durduramıyordu coşkusunu; sokakları, caddeleri, tüm şehri dolaşmalıydı. Oradan ver elini yemyeşil ormanlar ve sonsuzluklar! Kendisinde sevgi okyanusu biriktiriyordu ve bu yarattığı okyanusta doyasıya gezmek, koşmak, kulaç atmak istiyordu her yana.
Ama korkuyordu. Hangi kızdan hoşlansa, asla ona bunu söyleyemez ve onun bir başkasına gidişini izlerdi çocukluğundan bu yana. Sırf içine kapanıklığından, cesaretsizliğinden, hep baka kalırdı. Ve hep kendisine kızar, mahkûm kalırdı cesaretsizliğine.
Tüm bunlara sebep belki de sakat oluşuydu. Bacakları tutsaydı şayet; o zaman istediği kıza açılmaktan çekinmezdi işte. İstediği kadar, istediği yerde gezer, dolaşırdı el ele, göz göze. Oysa bunlar mümkün değildi. Çünkü o, ömrü boyunca yürüyememe cezasına çarptırılmış, tekerlekli sandalyesine bağlıydı. Katlanacaktı çaresiz ya da kendisine başka devalar bulacaktı. Yoksa kaybolup gidecekti o uzun yolların zikzaklarında.
Gerçeğin çıplaklığında söz dinletemiyordu biçare gönlüne. Aklı ve fikrine bir de laf dinlemeyen gönlü eklenince yükü daha da taşınamaz hale geliyordu. Sınıf arkadaşları onun Fatma ‘ya olan takıntısını biliyordu. Hepsi koro halinde hem fikirle yengelerine artık açılmasını istiyordu. Bütün bu destek ve teşvikle; tam bir şeyler söylemeye cesaretlense, kızın en ufak mimiğinde cesareti yerle bir oluyordu. Bir emin olabilse, küçük bir umudu olsa ama yoktu! Kız ona karşı bomboştu işte! Ama yok! Belki de utanıyor, o da çekiniyordu.
Evde, okulda, derste ve neredeyse her yerde aklındaki tahta kurulmuştu kız. Kelimelerin güçsüz kalacağı kadar güzeldi. Yüzündeki o masum, içten gülüşü; kısacık saçlarıyla nasıl da bakıyordu ela gözleri. Sıcak rüzgarlar estiriyordu gönlünde. Ne kadar da hayat verici, heyecanlıydı. Kimseler onun gibi gülemezdi. Sadece o baktığında yüreğinde tarifsiz bir sevinç hissediyordu. Başka tür bir işlevi zaten yoktu veya öyle kabul ediyordu kendisini. Çare arıyor, debelenip durdukça daha da bitkin ve çaresiz kalıyordu. Genç olmanın telaşıyla kendisini aşkın çekimine teslim ederek hazanlarda boğuluyordu.
Okulunda bir Edebiyat öğretmeni vardı. Çok naif, kibar biriydi onun gözünde. Vücudunu kullanamayan insanların; aklı ve kalbinin daha iyi ve yanılmaz çalıştığını okumuştu bir makalede. Bunun doğru olduğunu da kendinden biliyordu. O yüzden öğretmeni hakkında yanılmadığından emindi. Bu karara uzun uzun düşündükten sonra varmıştı zaten.
Öğretmeni de kendisi gibi yazıyor ve çok kitap okuyordu. Bu ortak noktalar onu öğretmenine iten sebeplerin başında geliyordu. Öğretmeni her bakımdan hoş sohbet, cana yakın, alçak gönüllü, sevgiyle dolu bir kadındı. O yüzden de derdini çekinmeden anlatabiliyordu. O, ayrıca sırdaş biriydi.
Her teneffüs, okul koridorlarında nöbet tutan öğretmenini bulur, yalnız kalmasın diye ona eşlik ederdi. Bazı günler çok tedirgin ve sinirli olan öğretmeninin neden böyle olduğunu hiçbir zaman öğrenememişti. Dikkatini çeken, bu hallerinde öğretmeninin inadına daha fazla güldüğüydü. Belki de gülmeyi maske olarak kullanıyordu, kimseler sıkıntısını anlamasın diye.
Ona uzun suredir Fatma’dan bahsetmeye başlamıştı. Dertleştikçe rahatlıyordu. Aslında son zamanlarda Fatma haricinde hiçbir konudan konuşamaz olmuşlardı. Oysa sanattan anlayan, hemen her konuda fikir beyan edebilen, kültür seviyesi yüksek biri vardı karşısında. Ne yazık ki konu Fatma olunca diğer konuların önemi kalmıyordu.
-Hocam! Diyerek yanaştı akülü arabasıyla.
-Günaydın! Dedi hocası sımsıcak gülümsemesiyle.
-Günaydın hocam. Fatma’yı gördünüz mü?
-Yok görmedim hiç bugün.
-Hep aklımda. Kafayı yiyeceğim inanın.
-Açılmalısın artık. Bu böyle gitmez. Cesaretli ol! Yedin bitirdin kendini. Derslerini de etkiler oldu bu durum!
-Off olmuyor ki. Çok mutsuz görüyorum onu son zamanlarda hocam.
-Ne derdi var bilmiyorum. Ama geçen gün, tam bana bir şeyden bahsedecekken birden vazgeçti.
-Çok seviyorum onu hocam inanın. Ne yapacağımı bilmiyorum.
-Sana söylüyorum ya açıl ya da unut. İkisinden birini seçmelisin artık. Dünyanın sonu değil ki!
-Olmuyor… Olmuyor! Ya reddedilirsem?
Bu konuşmalar aynı şekilde sürüp gidiyordu. Sonraki günlerde de tekrar tekrar gündeme geliyordu. Günler geçtikçe öğretmeninde ve Fatma’da olan değişiklikler gözünden kaçmıyordu. Onlardaki karamsarlık ve bunalım halleri çok açıktı. O, her şeyin farkındaydı, anlıyordu ama elinden bir şey gelmiyordu. İçi İçini yiyordu. Sonunda dayanamayıp öğretmenine sordu;
-Hocam, sizi üzmeyecek isem bir şey sormak istiyorum?
-Sor bakalım.
-Hocam, son zamanlarda sizi aşırı durgun görüyorum. Buna sebep nedir?
-Hiçbir sebep yok.
Kestirip atmıştı öğretmeni. Belli ki konuşmak istemiyordu bu konuda.
-Hocam Fatma’yı gördünüz mü nasıldı hali?
-En iyisi vazgeç sen bu sevdadan oğlum. O kızın gönlü sende değil. Daha sonra üzülmektense şimdi üzül daha iyi.
İlk defa bu şekilde konuştuğuna şahit oldu öğretmeninin. Cevap veremedi. Yutkunmakla yetindi. İnceden bir tebessüm eşlik etti kırgınlığına.
Bir sabah okula geldiğinde acı haberi öğrendi. O, çok sevdiği ama bir kez olsun açılamadığı Fatma, okuldan ayrılmış ve başka bir okulda öğrenimine devam kararı almıştı. Edebiyat öğretmeni de bilmediği bir sebepten buradan ayrılarak başka bir lisede göreve başlamıştı.
Bu haber karşısında perişan olmuş, dünya başına yıkılmış, hayalleri iflas etmişti. Hayatı boyunca arzu etmediği kadar sağlıklı bir insan olmayı istiyordu.
Eğer bacaklarını kullanabilseydi, okulun karşısındaki çam ağaçlarıyla dolu yüksek ormanı, nefesi kesilene kadar dur durak bilmeden koşar koşardı. Sadece evet, sadece koşardı bir atlet gibi. İçindeki onulmaz koşma hissini durduramıyordu. Neredeyse kendisini sandalyeden kaldırıp koşacak hale gelmişti. Yaşadığı bu düş yıkımını başka türlü atlatamayacağını düşündü. Bir kez olsun sözünü dinleseydi bacakları ve koşsaydı hiç durmadan sonsuzluğa ne olurdu?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.