- 400 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Kibir bir işgal hareketidir
Bana öyle geliyor ki: Azapların en büyüğü geç kalmaktır. ‘Keşke’dir. Belki ehl-i cehennem de en çok buna yanacaklar. Nârından önce pişmanlıklarıyla tutuşacaklar. Evet. Bitimsiz acıya katlanmak zordur. Ama o acıyı hakede hakede çektiğini bilmek ondan da zordur. Doğruyu yaparken (en azından yaptığının doğru olduğuna inanırken) bedellere katlanmak bir haz verir. Sancılarını bir ölçüde katlanılır kılar. Hatta öylesi yaraların izleri dahi şeref payesidir. Peki farkında olunan hatanın bedelini ödemek nasıl olur?
Çok şükür. İşin bu yanını ancak tahmin ediyoruz. Rabb-i Rahimimiz şahidi olmaktan muhafaza eylesin. İçteki ateş dıştakinden beter olacak muhtemelen. Hem Kur’an-ı Hakîm de o manada buyurmuyor mu: “O günahkarların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, ‘Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık…’ diyecekleri zamanı bir görsen!”
Bir evlat için en acı şey, babasını, ancak ‘onun baba olduğu yaşlara gelince’ anlamasıdır. Bu yönüyle babama karşı yeniden ilgiliyim. Oğlu gibi değil. Onu tanımaya çalışan yaşıtı gibi. Vefatının üzerinden geçen yıllar, Allah rahmetiyle sarsın sarmalasın onu, bu ilgimi azaltmadı. Arttırdı. Babam benden uzaklaşırken cismanî anlamda merakım sanki bu mesafeyle orantılı bir şekilde ona yaklaşmamı sağladı. Bazen zıt zıttı çağırıyor. Uzaklaşan yakınlaşıyor. Çocukluğumuzun yaşlanırken daha özlenilir olması gibi.
İnsan tuhaf şey. İçinin bir mantığı var ki, ayrıdır, bazen dışına takla attırıyor. Neşeyi mutlak bir unutkanlık toprağı altına atabiliyor ama acıyı ancak bir derece örtebiliyor. Ben babamı unutmadım. Unutmaktan da Allah’a sığınıyorum. Aklımdan geçmediği gün yok gibi. Cenneti de yine onun yamacında olacağım bir yer gibi düşlüyorum. Kötü bir evlat değildim. Lakin ‘keşke’si olmayan evlat yoktur. Keşkesi yoksa, o evlat, iyi bir evlat değildir. Üstelik ‘keşke’ sanıldığı gibi her zaman kötü birşey de değildir. Keşkesi olmayanın tevbesi olur mu hiç? Ne çok teşekkür etmeli bizi hidayete yönlendiren keşkelere…
Peki babamı neden bu kadar özledim? Çok mu hayatımın her yerinde, elim ayağım, ardımdaki dağ bir insandı? Aksine babam hayatımın her yerini bana bırakan bir insandı. Varlık şekli tevazu idi. Daha az yer işgal etmek üzerine kurgulamıştı herşeyini. Mecbur etmezseniz konuşmadan günü bitirebilirdi. Sessizdi. Ama çalışkan bir sessizdi.
Annem yüzünün asıklığından şikayet ederdi çokça. Neden bilmiyorum? Bana asık gelmezdi. Bir memnuniyetsizlik gibi değildi o sanki. Bir derinlikti. “Benim burada ne işim var?” der gibi bakıyordu hayata. Kalabalıktan sıkılıyordu. Konuşmaktan sıkılıyordu. Yabancılardan sıkılıyordu. Misafirlikten sıkılıyordu. İlgiden sıkılıyordu. Kendine kalmaktan öte ve çalışmaktan başka bir isteği yok gibiydi. Hayvanları çok severdi. Çok şefkatliydi onlara karşı. Zaten işi de hayvanlara bakmaktı. Bir nevi çobanlıktı. (Çokça gülümsediğini hatırlıyorum eliyle yaptığı leylek yuvasında onların seslerini duyunca.) Hiçbir zaman ev sahibi olamadı. Bunu aramadı. Üzerine düzgün birşey giyemedi. Onu da aramadı. Gocunmadı. Şikayet etmedi. Bunlara karşı açlığı/hırsı yoktu.
Bir tartışma olduğunda tarafları susturamazsa çekip gidişi bence aynı naifliğin sesiydi. İnciniyordu. Duyarsızlıkla suçlayabilirsiniz böyle bir ilgisizliği ama öyle değildi. Bu dünyanın karmaşası, tartışması, kavgası, telaşı, herşeyini o kadar yadırgıyordu ki. Bize adapte olamıyordu galiba. Belki böylesi bir insanın yalnız yaşaması en doğrusuydu ama o iyi ki baba olmuş. Böylece ben babamı tanımış oldum.
Fabio Volo, Bir Ömürdür Seni Bekliyorum’da şöyle bir halet-i ruhiye tasvirinde bulunur: “Önceden, sevdiğim herşeyi tüketiyordum, harcıyordum, kullanıyordum, zorla ele geçiriyordum. Seviyordum, ama başkalarına alan bırakmıyordum. Kendi varoluş ve sevme biçimlerine izin vermiyordum. Onları aşkla istila ediyordum, kendi alanlarını dikkate bile almadan. Ve böyle çok sevdiğime inanarak, onların beni yeterince sevmediğini zannediyordum. Aynı aşırılıkla sevilmek istiyordum.”
Bence bu tasvir tam bir kibir tasviridir. Bediüzzaman da ehl-i şirkin varlıkla ilişkisini ‘tecavüz’ kelimesiyle anar. Özünde zaten kibir ‘ene’ adına bir tecavüz ve işgal hareketidir. Ebubekir Sifil Hoca kibir için “Allah’ın bir ismini çalmaktır!” der. el-Mütekebbir olmak yalnız Allah’ın, yani hakedenin, hakkıdır. Enenin kalınlaşıp sahibini yutmasından sonra ‘ötekisi’ saydıklarına da dilini ve dişini geçirmesine biz ‘kibir’ deriz. Okunuşu böyledir. Varlık hiyerarşisi ‘ben’ merkezine girdiğinde, hodbinleştiğinde, davranışlar da kibir kokar. Mütekebbirlere göre varlık ‘kendisi ve diğerleri’nden ibarettir. Bir süre sonra diğerleri de yok olur.
“(…) güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır…”
Babamın varlığı ise, aksine, varlığa yönelik bir çekingenlik, bir ‘daha az varolma’ isteğiydi. Tevazusu böyle bir tevazuydu. Bilmiyorum başkaları da onu öyle mi görürdü? Hatta şimdi beş evladının diğer dördü anlatsa nasıl anlatırlar? Fakat otuzumu aştığım şu yaşlarda babamı daha çok böyle anlıyorum. Böyle görüyorum.
Daha çok anlamak bir yönüyle daha çok ‘keşke’ demek. Daha çok can yanması. Halbuki birkaç defadan fazla bana nasihat de etmemiştir. O cümleleri de kafamda döner durur. Kısa şeylerdir. Mesela hırsla odun taşıdığım bir gün şöyle demişti: “Oğlum çok çok taşıma. Çabuk yorulursun. Ormanı, çok götüren değil, sık götüren bitirmiş.” Bir keresinde de kavga etmememi salık verirken şöyle demişti: “Her yaramaz adama bir tokat atsan eve geldiğinde kolunu kaldıramazsın.”
Konuştuğunda kelimeleri karıştıran, yürürken sağına soluna hiç bakmayan, selam verildiğinde tebessüm edip sonra yüzü hemen tekrar eski haline dönen, yirmilerimde bile koşup elinden alışveriş poşetini kaptığımda vermemekte direnen, yük olmaktan hoşlanmayan, kendisi yapabilecekken hiçbirşey için yardım istemeyen, vefatına kadar bir adım gerisinde yürümekten mutlu olduğum, giderken böylesi pekçok güzelliği beraberinde götüren, babam, ben senden razı idim, inşaallah Rabbim de razı olur. Çünkü varlığın bir tevazu idi. İncitmeden yaşadın. Dilerim Rabbim de seni incitmesin.
Yarın kadar adam olsam bana yeter. Bunları yazarken de bir evlat tarafgirliğiyle/asabiyetiyle mübalağa yapmıyorum. Onun cidden böyle olduğunu düşünüyorum. Cumaya gitmek için abdest aldıktan sonra ezanı beklerken vefat etmişti. Onu toprağa verdikten sonra bir daha yüzüm gülmez sanıyordum. Çok ağlıyordum. Birkaç gün sonra rüyamda bana şöyle dedi: “Oğlum niye bu kadar üzülüyorsun? Bak ben iyiyim. Bu kadar üzülme…” Size birşey diyeyim mi: Beni kimse bunun rüya olduğuna inandıramaz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.