AYGÜN ÖĞRETMEN (3)
Gölbaşı’nın doğusundaki tepelerden güneşin ışınları şehri vurmaya başlamıştı.. Kaç gündür siyahi yağmur ve yıldırım yüklü bulutlar gökyüzünü terk etmişti. Belli aralıklarda kalan bulutlarda bembeyazdı . Maviye bürünen gökyüzü, günün güzel habercisiydi güneş ışınlarını kucaklarken. Gölbaşı’na hayat veren Mogan gölündeki karabatak, kara kuşlar, ördekler günün güzelliğine sevinircesine suyun içinde birbirlerini kovalıyor, dalgıç kuşlar suyun ta derinliklerine dalarak sabahın keyfini balık avcılığı ile güne başlıyorlardı. Sakin gölün pırıl pırıl suyu her kuşun iştahını kabartıyor, sazlıklar içine yuvalarını yapmış dişi kuşların yuvalarından sabahı selamlayan, nağmeli hoş ötüşleri ayrı bir renk katıyordu güne. Gölün kenarlarına villa modeli evlerini yapmış olanların bahçelerinde de vakit geçirmek adına üç beş tavukluk ve bir horozluk kümeslerden gelen horozların beylik sesleri ile soluksuz dakikalarca uzayan yankılı ötüşlerini dinlemenin keyfine denecek bir şey yoktu! Dinleyenleri mest ediyordu. Gün güzelliğe her alanda merhaba derken Aygün öğretmen de güneşin ışınları ile birlikte uyanmıştı Yatak odasını toparladıktan sonra odanın pencerelerini açarak havalandırmaya bırakarak mutfağa daldı kahvaltı hazırlamak için. Arkadaşı Züleyha ise gecenin ve uykusuzluğun verdiği yorgunlukla hâlâ mışıl mışıl bebek gibi uyuyordu. Aygün, ocağa çayı koyduktan sonra başının tatlı cadısı Züleyha’nın başucunda dikilip durdu. Onu öyle bir süzdü ki; ’’ Hey benim kuzum, ne de tatlı uyuyor. Melek mübarek!. Şimdi ben seni nasıl uyandırayım?’’ diye mırıldanırken Züleyha, hızlıca dönüş yaptı sol yanına. Rüyada gibiydi. Ama Aygün, onun uyandığını düşünerek eğilip kulağına usulca fısıldadı:
-- Aşkım, kalk haydi! Üsküdar’da, pardon, Gölbaşı’nda sabah oldu! Kalkabilecek misin tatlım? fısıltısını duyan Züleyha, sağ gözünü hafifçe araladı. Tepesinde asker nöbetçisi gibi duran Günay’a:
-- Kız sabah oldu mu? Çok erkencisin ya! Biraz daha uyusam olmaz mı?.. Tam da güzel bir rüya görüyordum. Ama anlatmam, ısrar etme!
-- Haydeee, kalk bebeğim! Tamam rüyan sana kalsın tatlım! Sanki tahmin emiyorum! Bak, çoktaaan güneş doğdu üzerine. Kalk haydi, kahvaltı hazırlıyorum. Bir saat var işimize gitmemize. Yemek, hazırlık derken vakit hemen gelir. Haydi zıpla uykucu kız!
-- Eyi, tamam kalkıyorum canikom. Gülen gözleri, güne iyi başlayacağının deliliydi. Dudaklarındaki tatlı tebbessümü ömre bedeldi sanki...
Aygün, o kalkarken mutfağa gitti. Kahvaltılıkları çinko tepsisine usta aşçı gibi diziyordu. Neler yoktu ki? İnce ince dilinmiş kaşer, halis eğe zeytini, Erzincan tulum peyniri, Bingöl balı, Konya mandırasından halis tereyağı, taze domatesler, nakış nakış doğranmış salatalıklar. Her biri kahvaltılık mavi minik tabaklara konmuştu. Genç bir kızın çeyizlik için hazırladığı göz nuru kanaviçeli sofralıklar gibiydi masaya dizdiği kahvaltılıklar. İnsanın içi, iştahı Isparta’nın pembe gülleri gibi açılıyordu baktıkça. Öğretmenliğine verdiği değer gibi mutfağına, evine de verirdi Aygün. Her arkadaşına, öğrencilerine; ’’ Her insanın ağırlığı- hafifliği evinden ve mesleğinden belli olur!’’ derdi. Büyük emek verdiği yaşamına mutluluklar hanesine hep artı yazdırıyordu. Giyinişi de çok şıktı. Gölbaşı’nın caddelerinde yürürken, gençlerin ağzı açık kalırdı. Dik duruşlu, üzerine geçirdiği elbiseleri özenle renk uyumuna dikkat ederdi. Saçları dalga dalga, rüzgârda tel tel uçuşur, hilal kaşları, gözlerinin zümrüt yeşili kıskandırırdı bakanları. Dolgun dudakları tebessüm ettiğinde menekşeler açtırırdı rengarenk! Onun duruşunu, asaletinden ödün vermeyişini bilmeyen gençler, peşine düşerek arkadan aşk melodilerini ıslıkla çalarken o, önce sabreder, baktı ki terbiyesizlikler çirkefliğe dönüştüğünde adımlarını yavaşlatır, ona ıslak çalanı tahmin ettiği kişiye ani bir refleksle sağ elinin kesmesini indirirdi bir kaç kez. Genç kendini ringde sanırdı. Ağzı-burun kan revan oradan toz olurlardı. Babası onu orta okula başladığında Gençler Birliğinin spor okulu karate, judo bölümüne yollamıştı. Siyah dan seviyesine kadar yükselmiş, yaptığı maçlarda bir kaç yenilginin haricinde nakavtla galip gelmişti rakiplerine karşı. Evlerini başarı kupaları ile doldurmuştu. Babasının ve annesinin gurur kaynağıydı. Avrupa turnuvada milli formayı giymiş, Ermeni rakibini beş dakika içinde yere sermişti. Aygün öğretmenin özel özelliklerini bilenler onunla asla söz dalaşına girmezlerdi. Böyle bir yanının olmasına bazen kendi de üzülüyordu. Çünkü çevresindekilerin ondan çekinmeleri canını sıkıyordu. Aslında yufka yürekli, Mustafa Kemal sevdalısı, vatan aşığı zarif bir kişiliği vardı onun. Kız arkadaşları kır gezisi düzenlediklerin de onsuz gitmezlerdi. Takımın kaptanıydı, delikanlı kızıydı! Onlar için güvenceydi Aygün öğretmen. Ama şimdi artık köşesine çekilmiş yorgun savaşçı gibiydi. Kareteyi bırakalı üç yıl kadar olmuştu.
Salonun geniş penceresinin perdesini sıyırarak gökyüzüne baktı Aygün. ’’Harika bir gün. Umarım bizim içinde güzel ve hayırlı olur’’ diye geçirdi içinden. Tekrar hazırladığı masaya dönerken:
-- Bebeğim haydi gel artık. Her şey hazır. Prenses beklenir. Çay soğumadan içelim, diye seslendi Züleyha’ya.
Salonun yemek köşesindeki masanın üzerine itina ile dizilmişti yiyecekler, bardaklar ve çaydanlık. Her şey hazırdı. Ortalığı toplamakla meşgul Züleyha, işini bitirir bitirmez lavaboya gitti. Ellerini, yüzünü iyice bir yıkadı hafif soğuk suyla. ’’Oh be! Soğuk suyla uykum açıldı, üzerimdeki uyuşukluk gitti, kendime geldim’’ dedi mırıldanarak. Aynaya baktı, güzel olduğunu ifade eder gibi sağ elinin baş parmağını yukarı kaldırdı diğer parmaklarını avuç içine kıstırarak. Sarımtrak saçları aynanın karşısında şöyle bir dalgalandırdı. Tel teldi saçları. Arkadaşları hayranlıkla bakar, içlerinden kıskanırlardı ama belli etmezlerdi. Elleriyle saçlarını savurarak kahvaltıya geçti. Züleyha masaya vardığında hayretli bakışlarla kahvaltı için hazırlanan yiyeceklere, masanın tertipli donanımına bakıyordu. Aygün’ün çok tertipli olduğunu biliyordu ama bu sabah kahvaltısının kendine has, özel hazırlandığını düşünerek:
-- Kuzum ne bunlar böyleee? Çok zahmetler vermişsin. Bana zeytin, bir dilim ekmek, bir bardak çay neyime yetmezdi ki? Fit kalabilmem için az yiyorum biliyorsun. Şu sofra, koca bir orduyu doyurur kız! dedi gülerek.
-- Yok be arkadaşım... Her zaman ki rutin kahvaltım. Benim iştahım yerinde; kilo verme derdim yoookkk! Haydi afiyet olsun. Anca toparlanıp evden çıkarız.
-- Tamam cancağızım. Her şey için teşekkür ederim. Sana da afiyet şeker olsun! diyerek yumuldular kahvaltıya.
Saat sekize bir kaç dakika vardı kapıdan dışarı adım attıklarında. Aygün, evin kuzey kısmındaki araba parkına giderken komşusu Selçuk’la karşılaştılar. Aynı apartmanın beşinci katında oturuyordu o. Sanayide araba parçaları satan bir esnaftı. Oldukça nazik, efendi bir komşusuydu Aygün’ün. Selçuk arabasını ön kaputunu açmış, bir şeylerle uğraşıyordu. Aygün ve Züleyha aynı anda ona günaydın çekmelerinin ardından Aygün:
-- Hayırdır Selçuk usta? Araban mı bozuldu komşu delikanlı? sorusunun ardından hafifçe gülerek sözüne devam etti.. Ya araba parçaları satıyorsun ve daha önceleri sanayide iyi bir araba ustasıydın ! Bak ustanın bile arabası bozuluyormuş! Hayret bişi haaa!.., dedi kahkahayı basarak.
-- Yok be komşu kız, arızalı değil! Sileceklerin su deposunda suyu kalmamış, ona özel sudan koyuyorum. Evvelallah arabamıza bişi olmaz kolay kolay. Maşallah çakı gibi! Sen Selçuk ustayı ne sandın be Aygün hocaaa!.. diye göz kırpıyordu Aygün’e.
-- İyi aman öyle olsun. Haydi bize eyvallah, işe gidiyoruz. Sana da kolay gelsin, diye vedalaşarak arabasına doğru yürüdüler.
Aygün’ün mavi renkli arabası yedi yaşındaydı. Maaşından biriktirdikleri ve biraz da kredi çekerek iki yıl önce almıştı. Mavi renk hastasıydı. Elbiselerinin çoğunda mutlaka mavili desenler bulunurdu. Mavi ona özel bir renkti. İçinde geçmişin aşk hikayesini barındırıyordu mavi renk. Öğrencilik yıllarında mahallesinden bir genci çok sevmişti. Ondan ilk aldığı hediye mavi şaldı. Onu ceyiz sandığında saklardı. Birbirlerine olan sevgileri koyu aşka dönüştüğünde gencin ailesi bir başkası ile nişan yüzüğünü takınca dünyası kararmış, hayalleri yıkılmıştı. Sevdiği gençle yakınlarındaki tepenin yanı başındaki ıhlamur ağacına mavi kurdeleler bağlarlardı her gidişlerinde. Hatta hediye edilen mavi şalını da asmış, kaybolur düşüncesi ile ertesi günü gidip almıştı şalı. Gökyüzü ve deniz mavisi kadar derin olmasını isterlerdi aşklarının. Tek koktuğu kem gözlerin nazar değmesinden. Korktuğu da başına gelmişti! Nedense talih onlardan yana değildi.
Ayrıldıklarında Aygün intihar etmeyi bile düşünmüştü. Bir gün evde kimse olmadığında hapları içerken dayısının kızı Gülce eve tesadüfen gelmesiyle intiharın eşiğinden dönmüştü. Uzun zaman onu unutamadı. Ne mektuplar, ne şiirler yazdı acılarını bastırmak adına. Nafileydi! Hayata yeniden dönmesini sağlayan arkadaşı Züleyha, onu hiç yalnız bırakmamıştı durum normale dönünceye kadar. Yüreği öyle yara almıştı ki; hayatının en karanlık dönemini geçirmişti. Ama canından çok sevdiği genç, aşkını zengin bir aileye değişmişti! Aygün’ün ölümüne sevdalanmasını umursamadan zengin bir kızla evlenip mahalleden de uzaklaşıp gitmişti başka bir mahalleye ailesiyle birlikte. Bir sene sonra da uzak bir şehre eşiyle göç etmişti sevdiği genç. Artık aşkı, unutulan kalpler mezarlığına gömmüştü. Kim aşktan bahsetse, cinleri tepesinde gezinir, kızar, sustururdu arkadaşlarını...
Parktaki arabasının yanına vardıklarında Züleyha:
-- Kuzum ben kendi arabamla gideyim. Sen beni bizim evin yanında indirsen?
-- Yok kız! Bu gün birlikte gideceğiz. Ben seni büroya bırakır, sonra okula geçerim.
--Yaa ama, derken sözünü kursağında bıraktı Züleyha’nın!.. Sert ifadeyle:
-- Hayır!.. Zahmet falan filan deme bana, döverim bak haa!, deyince birlikte kahkahayı bastılar.
Yol boyunca az konuştular Ülkü FM’de dinledikleri güzel türkü ve şarkılar sebebiyle. Radyoda Ferdi Tayfur’un ’’Gitme Yarim’’ türküsü çalınıyordu. Aygün’ün nutku tutulmuştu sanki. Gözleri buğulandı, ağlayacak gibi oldu. Yine depreşmişti eski hatıraları. Arabayı kullanıyordu ama nasıl sürdüğünün farkında değildi. Kırmızı ışık yanarken direk geçecekken Züleyha sertçe seslenince kendine gelebildi. Ani frenle tam yaya geçidinin ortasında durabildi. Geri vitesle o menzilden hemen uzaklaştı. Acı, hasret dolu şarkılar onun kimyasını bozuyordu. Aşka tövbeliydi tövbeli olmasına da, kalbinden söküp atamıyordu onu bir türlü.. Öyle derin sevmişti. Tıpkı eski aşıklar gibi. Nice yiğitler askere gittiklerinde 10 yıl gelemezler, şehit düşenler, şehit düştükleri yerlerde toprağa verilirlerdi. Onları bekleyen sevgililer, nişanlılar, evliler eşlerinin gelmesini ömür boyu yollarını gözlüyorlardı. Umutları sönse de asla bir başkası ile evlenmezlerdi! Aygün’ün aşkı da öyle bir şeydi! Hâlâ onun küçük vesikalık fotoğrafını hatıra defterinin arasında saklıyordu. Efkarlandığında ona bakar, öperdi gözyaşları arasında... Bir keresinde dudaklarından öptüğünde, dudakları ve yüreği çok yanmıştı!..
Züleyha, durumun farkındaydı. Hayırlısıyla okuluna kazasız, belâsı bir an önce kavuşmasını diliyor, dualar ediyordu içinden. Gölbaşı’nın ana caddesi ve ara sokaklarından türkülerin eşliğinde ilerliyordu araba geçmişin anılarına gömüle gömüle...
Devam edecek...
Zafer Direniş
...
Karabulut
YORUMLAR
Çok güzel akıcı bir dil ile ilerliyor hikaye. Merak içinde gelişmeyi sonunu bekliyoruz bu güzel anlatımın. Yüreğinize sağlık Direniş Hocam. Saygılar.
direniş
Var olasın
vefalı yüreğine selam olsun