Polaroid
Herkese merhabalar. Yeni üye oldum ve ilk yazdığım fantastik bir kısa hikayeyi paylaşmak istiyorum. Bir süredir aklımda olan ancak daha yeni yazıya dökebildiğim hikaye benim ilk denememdir. İmla hatalarım olabilir. Genel olarak anlatım tarzı, akıcılık, üslup gibi kendimi geliştirebileceğim her türlü olumlu olumsuz yorumlarınıza açığım. Şimdiden keyifli okumalar dilerim.
Düzenleme: Geri dönüşlere göre üzerinden geçtiğim yeni halini ekledim.
Polaroid
Gözlerini açtığında henüz gün aydınlanmamıştı. Göğün ve yerin zifiri karanlığını bıçakla keser gibi ayıran o ince çizgi ufukta yeni görünüyordu. Bahçedeki direklerden gelen solgun ışık on altı metrekarelik küçük odasının açık mavi duvarlarını loş bir şekilde aydınlatıyordu. Perdeler açık uyurdu hep. Özellikle dolunay olan gecelerde ay ışığının odasına dolmasını seviyordu. Güçlükle yataktan doğruldu. Ayaklarını aşağı sallandırdı, sağa sola oynatarak terliklerini buldu ve giydi. Elleriyle yataktan destek alarak ayağa kalktı, pencereye doğru ayaklarını sürüyerek yürüdü. Ayaklarına birer fil bağlanmış gibi hissediyor, onları eskisi kadar rahat kaldıramıyordu artık. Bıçakla kesilen o ince çizgi şimdi daha büyümüş, mora çalan bir renkle göğe doğru dalga dalga yükseliyordu. Yeni günün göz kapakları açılıyor derdi babası. Küçükken babası ile birlikte bazı sabahlar izlerdi o da gün doğumunu. Şimdi tek başına durduğu küçük odasının küçük penceresinden bakarken aynı cümleyi kurdu; “Yeni gün göz kapaklarını açıyor”. Artık odası biraz daha aydınlıktı. Bir gardırop yatağın karşısında, küçük bir masada beş raflı bir kitaplığın hemen yanında, pencerenin solundaydı. Okuma gözlüğü dünün gazetesinin üzerinde duruyordu. Gazetede yazan hiçbir şey artık onu şaşırtmıyor veya endişelendirmiyordu. Artık sadece vakit geçirmek için yeni okumayı sökmüş bir ilkokul çocuğu kadar yavaş bir şekilde satırların üzerinde soldan sağa gözlerini kaydırıyordu. Fotoğrafları uzun uzun inceliyordu. Bu yaşına kadar hemen her şeyi gördüğünü biliyordu. Kalemleri çekmecesinde tutardı hep. Yarısı dolu bir sürahi ve su bardağı vardı. Takma dişlerini gece yatarken içine koymuştu. Şimdi ona bardağın içinden sırıtıyordu. “Bugünde benimlesin ihtiyar” dedi bardağın içindeki dişler. Suyun içinde olmasına rağmen sesi boğuk değil tam aksine kulağının hemen dibinden konuşuyormuş gibi netti. Dişsiz ağzında içe doğru kıvrılmış dudaklarını ona karşılık vermek için yanlara gererek belli belirsiz gülümsedi. Suyun içindeki dişlerini alıp ağzına yerleştirdi. Ayaklarına bağlı filleri çekerek küçük banyosuna gitti. Oturup mesanesinin boşalmasını bekledi. Kalkıp aynanın karşısına geçti ve soğuk suyu yüzüne çarptı. Kafasındaki tek tük birkaç saç telini arkaya doğru eliyle tarayıp havluya uzandı ve yüzünü kuruladı. Odaya tekrar döndüğünde artık kitaplığındaki kitapları seçebiliyordu. İsimleri henüz okunacak kadar aydınlık değildi ama onları görebiliyordu. Bazı kitapların önünde birkaç parça küçük eşyası vardı. Onun için hatırası olan ve sakladığı küçük eşyaları. Babasının köstekli saati, annesinin öldüğünde de saçında duran tokası ile birlikte en ortada duruyordu. Küçük bir fotoğraf albümü. Bu yaşına kadar elinde sadece sayılı birkaç fotoğrafı vardı. Anne babasının o doğmadan önceki birkaç fotoğrafı, bebeklik fotoğrafları ve çocuklarıyla birlikte çekilmiş bir düzine aile fotoğrafı daha. Fotoğraflardan hoşlanmazdı. En üst rafta orta boy siyah bir metal kutu vardı. Gözleri kitapların üzerinden kayarak kutuda sabitlendi ve dudaklarının arasından belli belirsiz birkaç sözcük çıktı. “O gün bugün mü?”
Semih ve Rıfat oyun salonunun sağ uzak köşesinde pencerenin kenarında satranç oynuyorlardı. Kahvaltı sonrası Türk kahvelerin de almışlardı. Semra hanımın tekerlekli sandalyesi masanın yanında beliriverdi.
Semihin yüzünde Semrayı görünce kocaman bir gülümseme belirdi.
-Günaydın tatlım, dedi gözlerinin içi parıldıyordu.
-Günaydın tatlım, diye karşılık verirken aynı parıltı Semranında gözlerindeydi.
-Siz çifte kumruları yalnız bırakayım, diyerek ayağa kalkmaya yeltenen Rıfatı eliyle durdurdu Semra.
-Dur gitmene gerek yok. Bugünün ne olduğunu biliyorsunuz değil mi beyler?
Rıfat ve Semih birbirlerine bakıp aynı anda Semraya dönerek dudaklarını büktüler ve bilmiyoruz diye cevap verdiler.
-Bugünün tarihini hatırlayabileniniz var mı acaba? Yoksa şimdiden alzheimer mı oldunuz?
-Bugün 13 eylül, dedi Rıfat.
Tek kaşını kaldırıp yani der gibi baktı Semra. Rıfat Semihe döndü ama onun yüzünde de aynı ifade vardı.
-Size inanmıyorum beyler. Bugün Nevzat beyin doğum günü. Adam bugün 100 yaşına basıyor ve siz bunu unuttunuz öyle mi?
İkiside nasıl unuttuk dercesine birbirlerine baktılar.
-Hadi kalkın da masaları hazırlamaya yardım edin uyuşuklar sizi, diyerek ikisini de önüne katıp büyük salona doğru yola koyuldular. Hemşireler ve görevlilerde yardım ediyorlardı. Huzurevi müdürü herkese yetecek büyüklükte bir pasta yaptırmıştı. Masaların karşısına geçmiş emirler veriyordu. Ortalı olmadı o isim biraz daha sağa kaydırın, masa örtüsünü düzgün ser kızım. Herkes aslında Nevzat bey için değilde gelecek yerel gazete muhabiri için bu hazırlıkları yaptırdığını biliyordu. Müdür tam bir gösteriş budalası derdi Rıfat. Nevzat beyi herkes severdi. Nede olsa huzurevinin en yaşlı sakiniydi. Herkesle iyi geçinir, hemşirelere ve görevlilere zorluk çıkarmaz hep kibar davranırdı. Ama buraya geldiğinden beri yüzünde hep bir hüzün, bir burukluk vardı. Aslan beyin askerlik maceralarına gülerken bile gözlerindeki hüznü görebiliyordu arkadaşları. Geçmişi ile ilgili pek konuşmazdı. Aslında normalde de pek konuşmazdı. Günün çoğunu hava güzelse bahçedeki bankta oturarak geçirirdi. Hava kötüyse bahçeyi gören pencerelerden birinin önünde oturup dışarıyı seyrederdi. Yanına gelen arkadaşlarıyla sohbet ederdi ancak daha çok arkadaşları konuşur o da dinlerdi. Aslında 2 eş ve 5 çocuğunun ölümüne tanıklık etmiş bir adamdan bahsediyorsanız bu çokta yadırganacak bir şey değildir. Arkadaşları da aynı şekilde düşündüklerinden onu bu şekilde kabul etmişlerdi.
Nevzat bey banyodan çıktıktan sonra ağır ağır hazırlanmaya başladı. Yakalı açık mavi tişörtünü giydi. Buz mavisi gözlerini en iyi gösteren renk bu olduğundan ikinci eşi en çok bu renk kıyafetlerini severdi. Pijamalarını katlamadan yatağın üzerine koydu. Pantolonun altına bağcıksız ayakkabılarını geçirdi. Masasına oturup dışarıyı izlemeye koyuldu. Bugün canı pek kahvaltı etmek istemiyordu. Kahvaltı saati geçene kadar odasında kalmak istedi. Uzaklarda kara bulutlar gözüne çarptı. Saat 10’u gösterdiğinde ayağa kalktı. Kapının yanından bastonunu alıp ağır adımlarla koridora çıktı. Semra hanım odasından çıkıyordu. Rıfat ve Semih’i bıraktıktan sonra odasına dönmüş hafif bir makyaj yapmıştı. Nevzat beyi görünce gülümsedi.
-Günaydın Nevzat Bey. Bugün yine çok şıksınız.
-Günaydın Semra hanım, elini uzatıp tokalaştı Semra hanım ile, O sizin güzelliğiniz.
-Her zamanki gibi çok kibarsınız. Kim der size bugün 100 yaşına giriyorsunuz diye?
Nevzat bey biraz burukta olsa gülümseyerek karşılık verdi. Birlikte ağır adımlarla büyük salona doğru yürüdüler. Büyük salona geldiklerinde yerel gazetenin muhabiri çoktan gelmiş huzurevinin diğer sakinleri ile konuşuyor, elindeki tablete notlar alıyordu. Kapıda Nevzat Beyi görününce herkes oraya yöneldi. Alkışlamaya başladıklarında Semra hanımda hızla tekerlekli sandalyesini arkadaşlarının yanına sürerek alkışlara katıldı. Müdür "Ah Nevzat Beyciğim buyurun lütfen buyurun" diyerek yapmacık bir nezaketle onun koluna girdi ve masanın ortasındaki sandalyeye kadar eşlik etti. Muhabir kız elini öpmek için eğildiysede Nevzat Bey kibarca engelleyerek sıcak bir gülümseme ile karşılık verdi.
-Hiç gerek yok kızım.
-Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum Nevzat bey. Benim adım da Zeynep.
-Ah, Zeynep demek. Kızımla aynı isim. Asıl ben çok memnun oldum.
-Arkadaşlarınızla bir kaç fotoğraf çekmek istiyorum.
-Tabi kızım nasıl istersen.
Zeynep, arkadaşlarının Nevzat beyin iki yanına doğru masa boyunca yerleşmeleri bekledikten sonra herkesi kadraja alacak şekilde makinesini ayarladıktan sonra "çekiyorum" dedi ve deklanşöre bastı. Patlayan flaş ışığı Nevzat beyin her gece gördüğü kabuslarından fırlamış gibi geldi ona. Gözbebekleri büyüdü, kalp atışları hızlandı ardından gözleri doldu. Çocukluk anılarına bir an dalacak gibi oldu ama Rıfat’ın doğum gününü kutlamak için sarılmasıyla kendine geldi. Tüm arkadaşlarına teşekkür etti. Herkes pastalarını alıp bir köşeye geçtiğinde Zeynepte Nevzat beyle pencerenin kenarındaki masaya yöneldiler.
-Nevzat bey,100 gerçektende muhteşem bir yaş olmalı. Ben hayal bile edemiyorum. Ne kadar çok anınız vardır. Hayat hikayenizi dinlemeyi ve izniniz olursa yayınlamayı çok isterim.
-Tüm sevdiklerinin ölümünü görmek aslında o kadarda muhteşem bir şey değildir emin ol.
Zeynep’in yüzü biraz kızardı,
-Özür dilerim, sizi üzmek istememiştim.
-Yo hayır özür dileme. Asıl ben özür dilerim. Benim yaşıma gelince insan ölümden başka bir şey düşünemez oluyor. Her sabah uyandığında kendine acaba bugün hayatımın son günü mü diye soruyorsun. Sen bana aldırma o yüzden.
Zeynepin yüzündeki tebessüm geri geldi, gerçekten de çok kibar bir insan diye geçirdi içinden. Kendi babasından görmediği davranışlardı bunlar. Aniden Nevzat Bey’e büyük bir sıcaklık ve yakınlık hissetti.
-Anlıyorum efendim, en azından sağlıklısınız ve bu büyük bir nimet, diyerek konuyu değiştirdi. Peki sırrınız nedir? Gizli bir tarifiniz varsa öğrenmeyi çok isterim.
-Her sabah mutlaka şunları yerim, akşam yatmadan bir bardakta şundan içerim gibi bir tarif bekliyorsan şimdiden söyleyeyim hayal kırıklığına uğrayabilirsin.
Zeynep o güzel gülümsemesi ile karşılık verdi ama Nevzat Beyin gözlerinin uzaklara daldığını gördü. Pencereden dışarı oda baktı ama huzurevini ziyarete gelen öğrenci servisi dışında farklı bir şey görmedi. Kara bulutlar toplanmaya başlamıştı. Nevzat Bey gözlerini pencereden ayırmadan konuşmaya başladı.
“12 yaşındaydım, ilkokulun son günüydü. Karnemi aldıktan sonra sevinçle eve gidiyor, aileme göstermek için sabırsızlanıyordum. O gün hissettiklerimi dün gibi hatırlarım. Yolumun üzerindeki dükkanlara selam vererek karnemi göstererek gidiyordum. Küçük mahalleleri bilirsin herkes daha samimidir oralarda. Eh birde o yıllarda her şey daha güzeldi tabi.” Çayından bir yudum alıp devam etti.
“Ama benim en sevdiğim dükkan antikacı Halil amcanın dükkanıydı. Önünden her geçtiğimde kimisi antika kimisi ise ikinci el eşya ile dolu olan vitrine mutlaka bakardım. Bazen çok güzel oyuncaklar getirirdi ve onları incelememe izin verirdi. O gün kapısı açıktı ve içeri kafamı uzattığımda beni görüp el salladı. Dükkanın en arkasında ufak tefek tamiratlar yaptığı tezgahında oturuyordu. O zaman çok dikkatimi çekmemişti ama hiç göstermemesine rağmen o da en az benim şimdiki yaşlarımdaydı. Ona karnemi göstermek için içeri girdim. Dışarısı sıcak olmasına rağmen içeri adımımı attığımda serin bir hava hissettim. Tavandaki birkaç sarı ampul içeriyi çok fazla aydınlatmıyordu. Öğleden sonra olmasına rağmen boğuk ve kasvetli bir hava vardı. Bugün karne aldık Halil amca dedim içeri girip raflara bakarak yürürken. Hemen solumda fotoğraf makineleri ve aparatları olan bir raf vardı. Rafta bir tane eski polaroid makine gözüme çarptı. Onu diğerlerinden ayıran belirgin biz özelliği olmamasına rağmen gözüm direk ona takıldı. Sanki bana bakıyormuş gibi hissettim. Çocukların hayal gücü kuvvetlidir diye düşünüyorsundur, evet öyledir de. Ama hissettiğim şeyi çok iyi biliyorum ve bu farklıydı. Sanki fotoğrafın çıktığı o boşluk bir ağız gibi açılıpta elimi kapacakmış gibi bir korkuyla uzandım ve makineye dokunup hemen geri çektim elimi. Öyle bir şey olmadı tabi ama dokunduğum anda ayak bileklerimden başlayıp ensemde çıkan bir ürperti hissettim. Tekrar uzandım ve bu sefer elime alıp sağını solunu inceledim. Vizörü gözüme dayayıp dükkanın içine bakarak etrafımda dönerken Halil amcanın gömleğini görüp makineyi indirdim. Yanıma geldiğini fark etmemiştim. Makineyi indirip karnemi gösterdim. Öylesine bir bakıp çok güzelmiş dedi ve tekrar bana döndü. Gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir ışıltı vardı. Makineyi beğendin mi diye sordu. Evet güzelmiş diye cevapladım. Çok özel bir makinedir ve sahibini kendi seçer biliyor muydun diyerek gülümsedi. Eline çok yakıştı, istersen karne hediyesi olarak onu sana verebilirim dedi. Buna çok sevinmiştim. Kendime ait bir fotoğraf makinemin olması fikri çok güzeldi ama onu alacak param yoktu tabi. Önce babamla konuşmalıydım. Düşünceli halimden anlamış olsa gerek bana onu hediye etmek istediğini söyledi. Gözlerindeki ışıltı daha da büyümüştü. Hadi bakalım ilk fotoğrafını çekmeye hazır mısın diyerek ayağa kalktı ve biraz gerileyip rafların önünde poz verdi. Bir makineye bir Halil amcaya bakıyordum. Hadi durma öyle çek der gibi bir el işareti yaptı. Vizörden bakıp kadrajı ayarladıktan sonra deklanşöre bastım. Bir flaş patladı ve hafif bir vızıltı ile önündeki açıklıktan fotoğraf kağıdı dışarı çıktı. Kağıdı elime aldım ama bembeyazdı, sanırım bozuk bu olmadı diyecektim ki Halil amca gelip fotoğrafı elimden aldı ve yelpaze gibi sallamaya başladı. Görüntünün oluşması birkaç saniye sürer dedi. Sonra fotoğrafa baktı ve bana teşekkür ederek cebine koydu. Makine artık senindir. Benimde zaten gitmem gerekiyor, babana selam söyle diyerek elini omzuma koyup dışarı kadar eşlik etti bana. Teşekkür ettim. Gözleri dolmuştu, cama kapalı yazısını asarak ceketini ve çantasını alıp çıktı. Arkama baktığımda kapıyı kilitliyordu. Bana bakıp el salladı ve arkasını dönüp gitti. O gün Halil amcayı son görüşümdü. Üç gün sonra öldüğü haberini aldık. Üzülmüştüm, babamla birlikte cenaze namazına gittik. Hiç akrabası veya aileden biri yoktu. Hepside ondan önce ölmüşlerdi. O güne kadar makineyi kullanmamıştım hiç. Yatağımın altındaki kutuda duruyordu. Eve gidince onu kutudan aldım ve dışarı çıktım. Arkadaşlarıma göstermek için sabırsızlanıyordum. Komşumuzun benim yaşlarımda bir kızı vardı. Bir de beyaz tüylü sevimli bir köpeği. Bahçeye çıktığımda köpeğiyle oynuyordu. Yanlarına gidip ona makinemi gösterdim ve hadi fotoğrafınızı çekeyim dedim. Köpeğinin boynuna sarılıp poz verdiler ve bende biraz uzaklaşıp çektim. Kağıt yine aynı vızıltıyla dışarı çıktı. Önce bembeyazdı, biraz salladım ve görüntü belirginleşmeye başladı ama bir sorun vardı. Köpeğin yüzünde yanık lekesine benzer kahverengi-siyah karışımı lekeler vardı. Kızın ise göğüs kısmında küçük bir kaç leke görülüyordu. Arkadaşım fotoğrafa baktı ve makinen bozuk galiba dedi. Bende öyle düşünmüştüm. Sonuçta eski bir makineydi ve muhtemelen fotoğraflar bozuk çıkıyordu. Akşam fotoğrafı babama da gösterdim ve o da aynı şeyleri söyledi. Atmak istedim ama bir şey engel oldu bana, atamadım. Tekrar kutuya kaldırdım. Bir kaç gün sonra arkadaşımın köpeğine sokakta bir kamyon çarptı ve kafası ezilerek öldü.
“Şimdi düşünüyorsundur bunun köpeğin kafasının lekeli olduğu fotoğrafla bir ilgisi mi var ki diye. O yaşlarda böyle bir ilgiyi bende kurmadım tabi ki. O yaz başka fotoğraflarda çektim. Çoğunluğu ev, ağaç filan gibi manzara fotoğraflarıydı ve hiç birinde yanık lekesi yoktu. Bir gün mahalle maçından sonra arkadaşlarım yan yana dizildi ve fotoğraflarını çektim. Fotoğrafa baktığımda aynı lekeler yine vardı. Tüm arkadaşlarımın üzerlerinde kimisi küçük kimisi büyük, kimisi tek bir bölgede kimisi de daha yoğun oluşmuş yanık lekeleri vardı. Tüh dedim, çok güzel bir poz olmuştu ama bu eski makine düzgün çekemedi diye hayıflanmıştım. Bir gariplik olduğunu seziyordum ama anlam veremiyordum. Sonra makineyi kutuya koyup bodruma kaldırdım ve uzun süre orada kaldı. Bazen varlığını bile unutuyordum ama ne zaman unutsam rüyamda makine ile fotoğraf çektiğimi görürdüm. Yani anlayacağın onu unutmamı istemiyordu.”
-Güçlü bir hayal gücünüz varmış çocukken, diye araya girdi Zeynep.
Nevzat Bey kuruyan boğazını ıslatmak için soğumaya başlayan çayından büyükçe bir yudum aldı.
-Yaşlı bir adamın hayat iksirinin tarifini öğrenmeye gelmişken böyle uçuk bir hikaye dinlemek seni hayal kırıklığına uğratmış olmalı.
- Estağfurullah Nevzat Bey, öyle düşünmüyorum. İlginç bir hikaye ve sonunu merak ediyorum doğrusu, lütfen devam edin.
“ Üniversiteye gideceğim zaman eşyalarımı hazırlarken depodan bir şeyler almaya indiğimde makineyi kaldırdığım kutu gözüme çarptı. Kutuyu açtım ve makinem içinde duruyordu. Çektiğim fotoğraflarda kutudaydı. Köpeğin olduğu fotoğrafı elime aldım ve öldüğü gün aklıma geldi. Kafası ezilmişti. Fotoğraftada sadece kafası lekeli görünüyordu. Saçmalama dedim kendi kendime, tesadüftür sadece. Sonra Derya’nın göğsündeki leke dikkatimi çekti. Sahi uzun zamandır konuşmamıştım onunla. Yukarı çıktıktan sonra anneme telefonlarını bilip bilmediğini sordum. Hem annesinin hemde Derya’nın telefon numaraları vardı. Odama geçip Derya’yı aradım, sevinmişti aradığıma. Biraz sohbet ettikten sonra doktor randevusu olduğunu ve gitmesi gerektiğini söyledi. Neyin var dediğimde göğsünde birkaç gündür bir ağrı olduğunu ve onun için gideceğini söylediğinde dilim tutuldu ve elimdeki fotoğrafa bakarak öylece kalakaldım. Orda mısın deyince kendime gelip geçmiş olsun dedikten sonra yine görüşelim diyerek kapattım telefonu. Çok saçma geliyordu bana ama emin olmak zorundaydım. Arkadaşlarımın maçtan sonra çektiğim fotoğrafını aldım elime. En yakın arkadaşım olan Onura baktım ve bacaklarındaki lekeleri gördüm. Hemen onu aradım ve nasıl olduğunu sordum. Gayet iyi olduğunu, üniversite için bir sene daha hazırlanmak istediğini söyledi. İçim rahatlamıştı, derin bir oh çektim ve vedalaştık. Onurun sonraki sene üniversiteyi kazanamadığı için babası tarafından sanayide bir ustanın yanına çırak olarak verildiğini ve bacaklarının üzerine düşen ağır bir parça yüzünden bacaklarının koptuğunu daha sonra öğrenmiştim. Numarasını bildiğim bir kaç arkadaşımı daha aradım ve bir tanesi hariç hepsine de ulaştım ve hepsi de iyiydi. Ulaşamadığım arkadaşımında ailesi ile birlikte bir trafik kazasında öldüğünü yine daha sonra öğrenecektir. Gönül rahatlığı ile çantamı toplamaya devam ettim. Makineyi kutuya koyup bodruma indirdim sanıyordum ama nasıl olduysa üniversiteye gittiğimde çantamdan çıktı. Farkında olmadan çantama koymuş olmalıydım.”
“Üniversitede ev arkadaşım eşyalarımı karıştırıp makineyi bulmuş. Kendi fotoğrafını çekmeye çalışmış ve ben eve geldiğimde bu bozuk makineyi neden yanımda taşıdığımı sormuştu. Çektiği fotoğrafa baktığımda yüzünün sol yarısı aynı kahverengi-siyah yanık lekesi ile kaplıydı. Öyle çok yoğun değildi ama yine de belirgindi. 2 yıl sonra kimya laboratuvarında deney yaparken yüzünün aynen fotoğrafta görünen kısmı kimyasal bir maddeyle temas etmiş ve deforme olmuştu. Eski korkularım tekrar gün yüzüne çıkıyordu. Derya ve köpeğin olduğu fotoğrafı tekrar düşündüm. Köpeğin yüzündeki lekeler çok yoğundu ve sadece birkaç gün sonra ölmüştü. Deryanın ise göğsündeki leke öyle büyük değildi ve yıllar sonra ağrı hissedip doktora gitmişti. Ne yani bu makine fotoğrafını çektiği kişilerin ne kadar zaman sonra ve nasıl öleceklerini mi gösteriyordu. Bu sadece korku filmlerinde filan olabilecek çok saçma bir şeydi ama olan her şey buna işaret ediyordu.”
“O günden sonra bunu araştırmaya başladım. Bir günlük edindim ve her şeyi yazdım. Fotoğrafını çektiğim kişiler, ölüm zamanları ve şekilleri. Ne buldum biliyor musun? Hepsi tutuyordu. Hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde hemde.
-Ama bu gerçektende imkansız bir şey değil mi Nevzat Bey. Belki hepsi de sadece tesadüftür. Yani ben öyle doğa üstü olaylara veya fenomenlere inanan biri değilimdir. Her şeyin mantıklı bir açıklaması olduğuna inanırım.
-Eh, bende öyle biriydim. Tüm bunların bir tesadüf olduğuna ve hayal gücümün bana oyun oynadığına inanmayı tercih ettim. Okulumu bitirmeye odaklandım, ilk eşimle son sınıfta tanışmıştım. İki güzel çocuğumuz oldu. İkincisi birkaç aylıkken bir hastalıktan öldü. Eşim ise kanserden öldü. Oğlum daha uzun yaşadı tabi ama onu da ellerimle toprağa gömdüm.
-Çok üzüldüm gerçekten. Sizin için çok zor bir dönem olmuş olmalı.
-Evet kızım, biz yaşlılar gençleri gömmemeliyiz, anne babalar evlatlarının cenazesini görmemeli ancak hayat o konuda acımasız olabiliyor.
-Sonra neler oldu peki?
“İkinci eşimle dört yıl sonra tanıştım. İki çocuğu vardı ve bir tane de benden oldu. Eşimin doğum günüydü. 7 yaşındaki küçük oğlum eski eşyalarım arasından o eski fotoğraf makinemi bulmuş. Eşim ve iki çocuğumuz masada oturuyordu bende pastayı getirmek için mutfağa gitmiştim. Oğlumu elinde makinemle görünce donup kalmıştım. Durmasını söylemek için ağzımı açtım ama o çoktan deklanşöre basmıştı. O patlayan flaş ışığını görmedim. Fotoğrafta çıkmadı. Baba bu bozuk mu diye yanıma getirdi. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Pastayı masaya koyup elinden makineyi aldım. Hareketlerim ve yüzümdeki ifade onu korkutmuştu sanki. Özür dilerim baba dedi, yanlış bir şey mi yaptım diye utanarak sordu. Hayır diyerek gülümsemeye çalıştım. Sadece eski bir aile yadigarı bu, o yüzden endişelendim dedim. Bir ayarı mı var neden çekemedim dedi. Eşimde hadi Nevzat fotoğrafımızı çek aile yadigarı ile diye ısrar etti.”
Nevzat Beyin duraksadığını gören Zeynep sordu;
-Çektiniz mi peki?
-Hiç çekmemiş olmayı isterdim ama evet çektim, çok mutluydular ve onları kıramadım.
-Yine aynı mıydı fotoğraf, yani lekeli?
“Fotoğraf o ince vızıltıyla makineden çıktı, görüntünün belirmesi için salladım ama bakmak istemiyordum çünkü göreceğim şeyden korkuyordum. Yine de baktım. Sevdiklerinin ne zaman ve nasıl öleceklerini bilmek ne kadar ızdırap vericidir anlatamam. O günden sonra her günümüzün iyi ve mutlu geçmesi için çalıştım. Makineyi, günlüğü ve fotoğrafları da kilitli bir kutuya koyup kaldırdım ve bir daha hiç çıkarmadım.”
-Çok üzüldüm Nevzat Bey. Çok yaşamak öyle muhteşem bir şey değil derken ne demek istediğinizi şimdi daha iyi anlıyorum. Ama yine de onlarla mutlu bir hayat geçirmişsiniz. Ve fotoğraflarda sadece kötü birer tesadüf olmuştur.
-Eh, öyle diyebiliriz.
-Makine hala yanınızda mı? Eğer müsadeniz olursa görmek isterdim.
-Tabi ki, buyurun odama gidelim isterseniz.
Zeynep Nevzat Beyin koluna girerek odasına doğru yavaşça yürümeye başladılar. Diğer huzurevi sakinlerinin odalarının yanından geçerken ziyarete gelen öğrencileri gördüler. Hepside çiçek getirmişti. Ara sıra böyle ziyaretler olurdu ve tüm huzurevi sakinlerini mutlu ederdi.
-Halil amcanın fotoğrafta ne gördüğünü merak ederim hala. Belki benimde ölmem için makineyi birinin alması ve fotoğrafımı çekmesi gerekiyor ne dersin?
-Nevzat Bey, bence yaşıtlarınıza göre çok sağlıklısınız ve seneye doğum gününüzde yine geleceğim, diyerek gülümsedi.
Nevzat Beyde gülümseyerek karşılık verdi. Odaya girdiler. Zeynep ufak odaya şöyle bir göz gezdirdi. Üst rafta kilitli siyah kutuyu gördü. Nevzat Beye baktı ve oda başını evet o anlamında salladı.
-İndir hadi onu.
Zeynep kutuyu masaya koydu. Nevzat Bey cebinden çıkardığı küçük bir anahtarla kutuyu açtı. Zeynep merakla fotoğrafları inceledi. Aynı anlatıldıkları gibiydiler. Makineyi eline alıp sağına soluna baktı. Belirgin bir özelliği olmayan eski sıradan bir makineydi. Gözüne yaklaştırıp Nevzat Beye doğrulttu.
-Makinenin sana musallat olmasını istemem kızım, dedi şakayla karışık.
Zeynep gülümsedi ve deklanşöre bastı. Hiç bir şey olmadı. Ne flaş patladı ne de fotoğraf çıktı. –Sanırım sıramı savdım diyerek makineyi yerine koydu.
-Eh, o zaman uzun hayatımın sırrını her sabah yumurta ve bal yemek, yürüyüş yapmak ve kitap okumak olarak yazmak zorunda kalacaksın anlaşılan.
İkiside güldüler ve Zeynep müsade istedi. Nevzat Beyde Zeynepe huzurevinin dış kapısına kadar eşlik etti.
-Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim Nevzat Bey. Hem küçük ziyaretçinizide daha fazla bekletmeyeyim. Hoşça kalın.
-Asıl uçuk hikayemi dinlediğin için ben teşekkür ederim kızım, dedi şakalaşarak.
Zeynep yine elini öpmek için eğildi ama Nevzat Bey aynı hareketle izin vermedi.
Arkasından kısa bir süre baktıktan sonra ağır adımlarla odasına doğru yürümeye başladı. Kapıya geldiğinde küçük ziyaretçisini içeride masanın üzerindeki makineyi incelerken buldu. Birden Halil amcanın dükkanındaki kendisini görür gibi oldu. Aynı Halil amcanın gözlerindeki heyecanı kendinde hissetti.
-Merhaba küçük adam, hoş geldin.
-Merhaba amcacım. Kusura bakmayın sizi beklerken makinenize bakmak istedim. Başka bir amacım yoktu.
-Önemli değil delikanlı, adın ne senin?
-Can
-Bende Nevzat, çok memnun oldum.
-Bende Nevzat amca.
-Hem biliyor musun bu makine çok özeldir ve sahibini kendi seçer. Eğer onu eline aldıysan seni seçmiş demektir, diyerek göz kırptı Cana.
-Yaa, sahi mi. Gözleri mutluluktan ve heyecandan kocaman olan Canın heyecanını görmek Nevzat Beyi mutlu etti.
-Hadi ilk fotoğrafını çekmeye hazır mısın?
Sandalyesine oturup bacak bacak üzerine atarak poz verdi. Can makineyi gözüne yerleştirip kadraja aldıktan sonra deklanşöre bastı. Bir flaş patladı ve Nevzat Beyin uzun süredir duymadığı o ince vızıltı eşliğinde fotoğraf kağıdı dışarı çıktı. Nevzat beyin buz mavisi gözleri doldu. Ayağa kalkıp Canın yanına geldi. Can elindeki kağıda bakarak;
-Sanırım çekemedim, kağıt bembeyaz, dedi.
Kağıdı elinden alan Nevzat Bey yelpaze gibi sallayarak fotoğrafa bakarken;
-Görüntünün oluşması bir kaç saniye sürebilir dedi. Fotoğrafı cebine koydu. Makinenin ona hediye edildiği günkü kadar mutluydu artık.
-Makine artık senindir. Eh, benimde artık biraz uzanmam gerek. 100 yaşında olmak insanı çabuk yoruyor oğlum.
-100 mü, diye sordu gözlerini kocamam açan Can. Çok teşekkür ederim Nevzat amca. Sizi yine ziyarete geleceğim. İyi günler dilerim.
Can dışarı çıktığında Nevzat Bey yatağına uzandı. Elindeki fotoğrafa tekrar tekrar baktı ve Halil amcanın o gün neden o kadar mutlu olduğunu anladı ve uzun zamandır hiç olmadığı kadar huzurlu bir şekilde uykuya daldı.
Zeynep bahçe kapısından çıkmadan hemen önce arkasını dönüp huzurevine baktı. Nevzat Beyin penceresini gördüğünde biraz durakladı. Bir flaş ışığının patladığını gördüğünü sandı biran. İçinde bir ürperti hissetti. Sonra kendi kendine yanlış gördüm herhalde diyerek arabasına binip uzaklaştı.
Akşam yemeğinden önce Nevzat Bey kutunun içindeki günlüğü ve fotoğrafları bir poşete koydu. Cebindeki kendi fotoğrafına son bir kez bakıp onuda poşete attı. Hastabakıcılardan birinden onları yakmasını istedi. Birlikte mutfağa gittiler ve hastabakıcı bir tenekenin içinde onları yakarak Nevzat beyin isteğini yerine getirdi. O akşam yemekte herkes Nevzat Beye bakıyordu. Onu hiç bu kadar mutlu görmemişlerdi. Herkesle konuşuyor, şakalaşıyordu.
Doğum gününden üç gün sonra Zeynep bilgisayarında bir haber yazarken telefonu çaldı. Arayan huzurevi müdürüydü ve Nevzat Beyin o sabah vefat ettiğini söylüyordu. Zeynepin dili tutuldu bir şey söyleyemedi. Çok şaşkın ve bir o kadar da üzgündü. Daha üç gün önce Nevzat Beyle birlikteydi ve çok sağlıklı görünüyordu. Arabasına atlayıp cenazenin kaldırılacağı mezarlığa gitti. Oradan huzurevine geçti ve arkadaşları ile konuştu. Herkes son birkaç gündür çok mutlu olduğunu, hiç bir sorunu yokmuş gibi göründüğünü söyledi. Onu odada bulan hastabakıcının yanına geldi.
-Merhaba, çok üzgünüm başınız sağolsun. Acaba eşyalarına ne olduğunu söyler misiniz?
-Teşekkür ederim. Çok iyi bir insandı. Üç gün önce bana bir poşet içinde bazı eşyalarını yaktırmıştı. Bir defter ve birkaç eski fotoğraftı sanırım. Çok dikkat etmedim.
-Peki ya eski bir fotoğraf makinesi vardı ona ne oldu biliyor musunuz?
-Hayır öyle bir şey çıkmadı eşyaları arasından. Birkaç parça kıyafet ve boş bir kutu.
Masanın üzerindeki açık kutuyu gösterdi. Zeynep teşekkür ederek masaya doğru gitti ve boş kutuya biraz baktıktan sonra hızla koridora koştu ve hastabakıcının arkasından seslendi.
-Afedersiniz, bakar mısınız?
-Buyurun
-O gün buraya ziyarete gelen öğrenciler vardı, hangi okuldandı biliyor musunuz?
-Hayır bilmiyorum ama sekreterlikten öğrenebilirsiniz.
-Teşekkür ederim, diyerek hızla sekreterliğe doğru yürümeye başladı. Kafasında tek bir soru vardı. Ya tüm anlattıkları gerçekse?
18.06.2020
Mesut Harun Akdaş
18.06.2020
Mesut Harun Akdaş
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.