5
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
970
Okunma
Hermann Hesse Bozkır Kurdunun Düş Yolculukları’nda ’geleneksiz bir maneviyatın tatmin edici olamayacağını’ söyler. Ben bunu kendi fehmime şöyle yaklaştırıyorum: Herşey maneviyatının üzerinde duruyor. Onu sırf bir marifete indirgediğinizde bile ’şey’lerin ilmî tarafını tezahürlerinden evvel (daha doğrusu aşkın) bir şekilde kabul etmeniz gerekiyor. Plansız bir mimari mümkün değil. Yazardaki tahayyülünden mahrum bir roman teşekkül etmez. Çay yapmasını arzulamayan çay yapamaz. Fiilerin ortaya çıkabilmesi için öncelerinde maneviyatlarının oluşması lazım. Bu zaman içre düşünürken bile böyle. Maddesellik daha sonra o maneviyatın üzerine kurgulanıyor. Senaryosu olmadan film çekilmiyor. Projesi olmadan eser yapılamıyor. Ve hakeza. İnsan sırf mantığıyla bile bu sonuca ulaşabiliyor: Mana maddenin öncesidir.
Bunu kendi gündelik yaşamımızdan alıp evrenin oluşum sürecine götürdüğümüzde kainatın kaderle ilişkisinin kaçınılmaz olduğunu görürüz. Zaman içinde varlaşan, varlaştığı için zamanlaşan şeyler varsa, o halde bunların zaman ötesi bir maneviyatı da vardır. Sana çay yapmam öncesinde sahip olduğum çay yapma bilgisine, iradesine ve kudretine dayanır. Kainatın varlığı da bir önceye dayanmak zorunda. Kaosla yönetilmiyoruz. Kaos yönetilemez. Yönetilemeyen süreç varolamaz. Bilinç kaos içinde yeşeremez. Newton’un kafasına elma düşmesinden milyonlarca yıl önce de kütle çekim kanunu fire vermeden işlemekteydi. Düzen, adı konulmamış olsa bile, oradaydı. Bize hâdiselerin plansız gerçekleşmediğini öğreten bilim/ilim dallarını evrene biz katmadık. Zaten olagelen şeylerdi. Dikkatimiz üzerindeki gübüre şöyle bir üfledik. Gözümüzün üzerindeki tozu kaldırdık. Olanı keşfettik. Ve olan bize şunu söylüyordu: Herşey bir düzenle işliyor. Fizik de öyle. Kimya da. Matematik de. Hatta psikoloji de.
Evet. Psikoloji de. Çünkü insan da. İnsan da kendisine ait yasalar içinde işliyor. Bu yasaların karmaşıklığı bazen "Aman kaostur canım!" deyip zihin yorgunluğumuzdan kaçmamızı sağlasa da, mantığımızı alıp sahaya geri döndüğümüzde, bunda da dikkat çekici tekerrürlerin yaşandığını görüyoruz. Aydınlanma çağında Firavunlaşmış beşer dini arkasında bıracağını sanrılamıştı. Hatta iddialaşmıştı. Nihayetinde ne oldu? Kızıldeniz üzerlerine kapandı. Firavun ayıldı. Stefan Zweig Günlükler’inde I. Dünya Savaşı üzerinden bu duruma şöyle çeker: "Ölüyor sandığımız dinler savaşla hayata geri döndü." Çünkü insanın da bir yasası var. Yaratıldığı gün fıtratına işlendi. Örtülüyor amma değişmiyor. Küfür, örtmek anlamıyla, geçici bir süreci ifade ediyor. Ki Kur’an’da da kısa bir mealiyle şöyle buyruluyor: "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!" Bizim kütle çekim kanunumuz da bu. İnsanın kalbi Rabbine doğru çekilir. Ne kadar şaşırırsa şaşırsın. Çekimi hisseder. Şirklerin bu zemindeki konumu dünyaya gelirken aya çarpan meteorlar gibidir. Şaşma ihtimali nübüvvet kanununu gerekli kılar.
İlk insanın bir peygamber olması bu açıdan bana çok mantıklı geliyor. Çünkü madde mananın üzerinde durur. Hatta, elhamdülillah, ’Levlake levlak....’ sırrını dahi bununla irtibatlandırabiliyorum. Evet. Kaçınılmaz. Tohumda ağacın ifade bulması gerek. Ağaç en nihayetinde ne yapacak? Ne olacak? Neye varacak? Tohumda özetle yazılı olmalı. Ondan aşağısı olamaz. Bu açıdan nübüvvet insanlığın en kemalde halidir. Elbette tohumluk olarak da bu kemal ayrılmıştır. Kader penceresinden seyredince zaten öncelik-sonralık kalmaz. Herşeyin başlangıcında Hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam olmak zorunda. Çünkü nihayeti ona evrilecek. Hz. Âdem aleyhisselam bir peygamber olmalı. Çünkü neslinden/bağrından onlar da çıkacak.
Manevi olanın zamandan da aşkın olması gerektiğini hissediyoruz. Bu nedenle kendimize zamanın evvelinde kökler arıyoruz. Bunu bugün ateistler bile yapıyor. Bilimkurgu yapımlarına şu gözle baktığınızda tanrı tanımazlığın dahi putperestliği kendisine gelenek kılmaya çalıştığını görürsünüz. Yahut da mitolojiyi kendi inanışına masadak kılmaya çalıştığını. Sözgelimi: Marvel vb. yapımlara baktığınızda Yunan mitolojisi mutasyon geçirmiş insanların hikayesidir. Tanrılaştırılmasıdır. Yani o zamanın X-Man’leridir. Kendi kökleridir. Onlar da, her ne kadar hayale de dayansa, bir köke yaslanmak ihtiyacı hissederler. Köksüzlüğün hakikatsizliğini sezerler.
Bunların hâzâ hurafatını bir kenara atıp mahz-ı hakikat olan İslam’a baktığınızda ise herşeyin zaten gayet berrak bir şekilde ifade edildiğini görürsünüz. Zaman ötesiyle lüzumlu olan bağın sağlam bir şekilde kurulduğuna şahitlik edersiniz. Yine Kur’an-ı Hakîm’de kısa bir mealiyle buyrulur: "Hiçbirşey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin." İşte kainatı kuşatan gelenek. Evrenin yasası. Varlığın töresi. Ve arkadaşım, hatırlatırım, bu dine girdiğinde, sadece son peygambere değil, bütün peygamberlere iman edersin. Böylece nübüvvete ’bir kanun olarak da’ inanırsın. Küçük âlem olan insanla büyük âlemin tezahürlerini birbirine sararsın. İlmeklerini kavuşturursun. Düğmelerini iliklersin. Parçaları en uyumlu bir şekilde eklemlersin. Evet. Açlık varsa yemek de vardır. Arayış varsa hidayet de vardır. Tasarım varsa tasarı da vardır. İnsanlık varsa nübüvvet de vardır. Herşeyin manası/öncesi vardır. Hepsinin evvelinde de, öncesi olmayan Ezelî, sonrası olmayan Ahir, Kadîm, herşeye kadir olan Allah vardır. Âmenna.