- 976 Okunma
- 7 Yorum
- 4 Beğeni
KIRMIZI ŞAPKALI BİR GAR MASALI
Yetim doyuran yanım vurmuştu sanki kayalara. Büyük bir yoğunlukla ve giderek daha da azan bir tonda, merhemini yaraya fışkırtan "kırmızı pazartesi" sancılardı ilk hissettiğim. Hep düşünmüşümdür Beethooven acaba hangi ruh halinden çıkarmıştı o besteleri. Hangi renkleri yutmuştu Van Gogh . Galiba ilk o zaman koymuştum zihnimin , o hiç pişmeyen, tadına hiç toz kondurmadığım güven duygumun ağır tâciz hâlini.
Oydu... Evet onundu, tren garının en son, en ücra ankesörüne yaslanıp ahize tokatlayan beden.
Oydu cumartesi İngiltere’ye gidiyorum diye bana Andersen methiyelerini yüksek lisan küfürlere katık ettiren.
Oydu orada olmaması gereken beden…
Hiç düşünmemiştim. Evet herkese olabilirdi ama bunun bana da olabileceği ihtimalini o ana dek aklım hiç emzirmemişti.
Bana yapılamaz değil, yapılmazdı çünkü öyle tanımıştım. Yapmazdı...
Yenilginin yanılgılarla yan yana yüzdüğü sularda bir kaç gemi batırdığım olmuştu o güne kadar. Bu da herhalde onların amiraliydi...
Bedenim, iç organlarının maiyetinden sıyrıldı sıyrılacak, kollarım kurumuş artezyen, parmaklarım işi bitince samana saplanmış dirgenler gibiydi.
Farkındasızlığımın bile şaşırdığı yetmiyormuş gibi ikincisini dudağıma yamamaya çalıştığım cigara bile ihânet hâlindeydi.
Mutedil bir çöküntüyle, yediği yedi nokta sekiz şiddetindeki sarsıntıdan şâkül tutmayan bilincim, hınca hınç telefi çıkmış, yerlere saçılmış karizmam ve iç sesimden iç sesime "ben sana demedim mi oğlum!" tipi sırıtan samimiliklerim...
Defolun hepiniz...Geberin...
Sadece iki gün yetiyordu demek. Kulaklarımın ateşini soğutmaya yetmiyordu sağa sola kafa savurmak. İncisini düşürmüş gibi aklımı başıyla beraber sallamak.
Neredeyse yirmi dakikadır kavga ediyordu telefonda.
Kurşuni paltosu buz gibi havaya yaka bağır çözük. Duyuyordu gözlerim, içimdeki şeytan simültane çeviriyordu elleriyle sesine verdiği pandomimi. Ve mâruz olduğum acı, dondurucu havadan değildi. Neredeyse kendi azgın denizinde boğulacaktı gözlerim.
“Son defa” diye nasıl bakardı ki insan, sipsisini ateşe dayamış gibi, rüzgârda geniş çaplı slalomlar atan, o isyankâr, o hâin saçlara. Hele daha haftası dolmadan kemer hizasından omuzlara atlamışlarsa.
Oysa daha teri bile kurumamıştı:
"Tamam, mâdem böyle daha çok beğeniyorsun o zaman uzun kalsınlar"
Demek ki onların da yarısı kumral ama tümü yalancıydılar...
Bir haftada bu derece hararet kusacak kadar uzun menzil konuşacak birini bulamazdı insan. Acabaları belkilerini bileyip durur insanın bu gibi durumlarda. Kendi kentini koruyası tutar boyuna.
"Acaba rüyada mıyım?"
" Olur ya belki de gidememiştir"
" Evet, evet uçağı kaçırdı muhakkak"
Fakat insanın beyninde nikotine kanmayan ve oldukça da geveze bir bölge var! :
"Burası Londra’mı gerizekâlı"
" Hem dün iki saat konuşmadın mı."
Ve kendine ettiğin gâliz küfürlerle biter o sinema!
"Tamam tamam kes sesini"
Olmazların bu kadar el ele verdiği ertesi berbat bir pazar yoktu hatıratımda. Ve kurtarmaya çalıştığım ulusların ilişkileri de fena halde SOS’daydı. Pazartesi imtihanım vardı...
Pavlov’un köpekleri gibi sorgusuz sığınacak bir yer bulmalıydım âcilen kendime.
Vücudumun çekmesini soğuk sahiplense de morardığını hissettiğim dudaklarımdaki iğfale kesinlikle o sebepti. Zifir yuttukça turnusol tükürüyordum Elif Elif diye .
Aklımın Trakya yanı sağlama istedikçe yağmalanmış Anadolu yanı işgal marşları çalıyordu sürekli. Damıtılmamış taksirat söylenceleri birikiyordu beynimin ince damarlarında. Avangard bir telaşla ve
" hadi anca gidersin" tipi adımlarla bir zamanların o dayanılmaz cazibesine artık daha fazla dayanamayacağımı farkettim.
Son küfürü en uç basamağa bırakıp altı numara bir Errol Flynn bakışıyla attım kendimi o sonsuz derinlikteki hüznün boşluğuna.
Senaryoyu bilmesem de film tam tahmin ettiğim gibiydi!
Demek ki bu şehir züppesiyle tedâvül edilmiştim. Yanımdan geçerken -sanki- umurumda değildi(!) ama hoplar adımlarla onun menziline doğru yürüdükçe acabalarım, bahsi kaybetti.
Ve kahretsin ki bugün günlerden pazar değil de, sanki cehennemin tam dibiydi.
Neyine ya da hangi özelliğine kurban edilmiştim acaba... İçimden "kadınsı bir tipin hippi karışımıyla" , "yumuşak bir erkeğin homojen kolajı" filan diye gebertesi sentezler üretirken, doğrusu çocuk benden sağlam bir kafa uzun, bayağı bir mühendislik hizmeti gördüğü belli piramit sakallarıyla, hele de masmavi gözleriyle bayağı iyiydi.
İçimin ferahlaması ise hepsinden kahrediciydi. Öldürme hislerim bile kötürüm olmuştu. Sakal tutmayan yüzümü kaşırken, artık parmak uçlarında amuda kalkan ayaklarım yorulmuş, üzerindeki yükü indirmişti.
Çocuk atletsiz ama oldukçadan fazla atletikti. Ve o yerinden çıkası gözleri masmavi... Erkek güzeli derler ya maalesef işte onlardan biriydi. Ve helâl olsundan başka ne denirdi...
Hele o kadar milletin içinde usulca yanaşıp o ihlaslı gamzelerin sol cenahına kondurduğu buse
her şeyi bitirdi!..
Zaman durmuştu ben kudurmuş. Gözlerim içime yol gösterirken saat altı, sadece şiirsel adına o anki hâletimi sığındırıp girdiğim -ARALIK SONU OCAKBAŞI- meyhaneden ve beni teselli etmekten usanan garsonun bile artık sandalyeleri kafama vurur gibi masalara istiflediğinde gece iki, nasıl geldiğimi hiç bilmediğim evde kendime geldiğimde ise ertesi gün ikindiydi...
Elif’inden vurulmuş imtihanı firâri bir intihaldim artık... Dönen odanın avizesiyle beraber turlayan ve o frekansla fâsılalı görebildiğim anneme göre ise koca bir serseri...
Bari bir duş alayım saklanımlı, içimdekileri boşaltabilme ve annemden bir nebze de olsa kaçabilme seansında, o anne barikatını her zaman aşmaya alışık olan pişkin arsızlığım bile bu kez peşinen yenikti.
"Anne yeter iyiyim ben. Git başımdan lütfen"
Ve hep bu zamanlara denk getirdiği o inanılmaz eski insan temsilleri:
"Kıçına bakmadan bir de Hasan Dağına oduna gidersin! Hınzır seni".
"Bu beceremeyeceğin işin ardına geçme" ya da "dağ uzaktan alçak görünür" filan gibi bir mana taşırdı.
Hele bir de sarhoş olduğumu sezerse azrail kesinlikle görevini bu kez kadife yüzlü bir meleğe devrederdi!
Bu arada farkettim ki elindeki telefonu -sözümona- kapatmış halde bana vermekten ziyade kafama denk getirmeye daha çabalar bir şekilde söylenmekte:
" Yazık günah be oğlum. Sen adam olmaya olmazsın da elin gül gibi çocuklarına bari sebep olma."
Ha bu arada o işe yaramaz serseri vurdumduymaz kimliğim sadece annemin biricik gözdesi .......’e bir şey yapmazdı! Kesinlikle onun için yaratılmıştım! Varsa yoksa oydu. Ondan başka aklına değil başka bir namzet, dişi sinek bile giremezdi.
" Hadi oğlum şunu götür .....teyzenlere. Hem bayramda da gitmedin. Kusura bakma deyip bir elini opüver "
" Bak yine istemeye gelmişler .....i "
Onun deyimiyle onu deli eden hazır cevap piçliklerim vardı:
" Anacığım ne yani şimdi istemeye istemeye istemeye mi gidelim"!
"Defol ordan da açmayayim bayramlık ağzımı"
Şimdi nasıl diyebilirdim ki onu en sevindirecek haberi. Ki şakası bile dayanılmazdı. Hele bu kadar yenilginin üzerine.
"Anne Allahaşkına...ver telefonu tamam,".
"Sadece senin kırıklarına mı hizmet edecek bu meret"
Kırıklar dediği de benim kız arkadaşlarım. Ama biliyor ki bir tane var. Yine biliyormuş ki telefonda da o var!
Güya ona da azcık şamar atıyor. Eliyle ahizeyi kapatmış olsa da söylediklerini onun da duyabileceğin, dahası duymasını isteyerek...
Elimle hemşire işareti yaparken o dünya tatlısı annem kapamış ya telefonu ona güveniyor. Ama tersini düzünü hâlâ öğrenemedi bu mendebur gavur icadı telsiz telefonların.
Savunması da hep aynıdır.
" Ben milletin duymasını istemediğim şeyi neden telefondan söyleyeyeyim ki! Senin gibi elli suda balık avlamam ben.
Açarım babana ne lâzımsa söylerim olur biter"
Ve bana ulaştırıyor sonunda telefonu. Her ne kadar kızsa ve kızdığı anlarda onu en sinirlendiren cıvıklıkları yapsam da şimdi hâlim ve moralim sıfırın altında. O da bunun farkında ve daha uzatmaması gerektiğinin bilincinde olarak söylene söylene kapıyı çekti.
Fakat kapıdan dinlediğine emimim. Çünkü bu gibi durumlarda kapıyı kapatırsa muhakkak kulağını dayar deliğe!
Başım banyonun dönme katsayısına yeni yeni yetişmişken aklıma o anda en son gelecek kişiydi, trafikte sıkışmış ambulans şoförü gibi burnundan soluyan kişi.
İlk anda direk ahizeyle beraber küvete sokup boğmak geldi aklıma! Eğer onu bir celsede öldürmek ya da hemen yok etmek akıllıca olsa...
Alyuvarlarım en enfarktüs güzergâhı kullanıp; bıçak, kılıç, kama eline ne geçirip çullandıysa da aniden bir sus gelip oturuverdi boğazıma!
Hiç konuşmadan dinle bari dedi elindeki üçlü mızrağı ahizeye sokup çıkaran şeytan. En büyük cezaydı ya hani susmak.
"Duyuyor musun beni? alo ses versene ordamısın?"
Sadece alkolsüz hıçkırabilmek çabalıyordum o vakit. Biriktirdiğim küfürleri, sırayı bozmasınlar diye tanzim ederken, aynı zamanda azılı cümleler arıyordum hır çıkarabilmek için!
" Duyduğunu biliyorum! Hani alıcaktın beni havaalanından"
"Biliyorum konuşamıyorsun utancından"
Öyle virgülsüz konuşuyordu ki; araya girmem mümkün değildi.
"Uçak tam üç saat rötar yaptı ve ben kopmadık telefon bırakmadım sinirimden"
"Unuttum deme sakın"
"Zaten sana güvenen de kabahat"
"Bir dakika dursana...Elif şey"
"Sus sakın konuşma aşağılık şey. Bir daha da sakın ama sakın arayayım deme beni"
"Ama sen dün... istasyonda...kapatma dur! Off Allah’ım off"
İmtihanı kaçırmıştım. Üstelik hayatımda yaşadığım en berbat ve en aptal gündü.
Aynı günde dört mevsim yaşadığım ender günlerden biriydi. Yine hatırladığım en keyifli banyolarımdan biri de bu güne denk gelmişti. Hani anamın duaları yüzü suyu hürmetine filan desem o asla böyle bir duaya amin demezdi.
Meleğim; kapı kolunun yanağındaki iziyle, daha iyi duyduğu sağ kulağındaki saçlarını oradan henüz uzaklaştıramamış bir hâlde benim şaşkınlığımdan ve dahası olası bir topuk yememin zevkine ermiş olmanın dayanılmaz hazzıyla inanılmaz tatlı ve bir o kadar da Arap Bacı ses tonu ile:
"N’olmuş oğlum!"
"Sırtını süreyim mi? Gerçi epey bir hafiflemiş görünüyon ama"!
Melek annemin benden en büyük intikam alma zamanıdır bu . Neden bilinmez anneler kaynanalık güdülerini oğullarının uzun pantolonlu
dönemlerinde bilemeye başlıyorlar herhalde. Ya da annem beni normalden çok kıskanıyor olmalı.
Eh az ayılmış ve çok rahatlamış bir ruh hâliyle o iki günlük resmi geçit suratım nihayet elime geçmişti.
Öyle ya Tanrı kuluna önce eşeğini kaybettirip sonra buldururmuş ya hani sevinsin kulum diye.
"Desene oğlum neydi o telaşın?"
"Telefonları kırdı zilli dün akşama dek!
E tabii ki şimdi sıra bendeydi: daha da meraklanacağını bildiğim bir ses tonuyla:
"Yok bir şey be annem ıvır zıvır işte"
"Annemmiş... Sakın şaklabanlık yapma bana. Hâlâ sinirim geçmiş değil ha"
" Bişey yokmuş! Tepiniyordun ya demin. Hem elli kere neden arıyormuş elin kızı durduk yere senin gibi bir serseriyi"
"Uzatma be annem önemli değil hamileyim filan diyor ama inanır mıyım hiç!"!..
" Bak hele... ille benim ağzımı bozdurcak gavurun dölü."
" bir daha arasın bak ben ne diyeceğim ona sen gör..."
ToprağınSesi
.
YORUMLAR
Annenin devreye girmesiyle gülümsemelerim arttı
O bölüm mizaha yakın, baştaki bölüm biraz karmaşıktı.
Ama; kalem iki bölümde de güçlüydü. Daha doğrusu, ilk bölüm kalem ben burdayım, ikinci bölüm(anneli) yazdıklarım burada diyordu. Şimdi daha iyi anlattım derdimi.
Tebriklerimle
Saygılar
Serhat şairim sen anadan doğma bir şairsin.
O nasıl güzel bir anlatım.
Mükemmeldi. Arada soluklandım. Biraz karpuz yedim.
Sen Edebiyatımız için çok değerli bir şairisin. Burada yazıyor olman şahsım adına yazıyorum benim için çok değerli.
Acaba Beethoven'i mi, yoksa Mozart'ı mı dinliyordun bu yazını yazarken.
Merak ettim hangi senfoniydi.
Bir şair roman yazarsa böyle de şiirsellik de olur anlatımda diye düşündüm.
Zevkle okudum.
Kutluyorum.
Sevgilerimle.
Fikret Şimşek tarafından 6/15/2020 3:04:09 PM zamanında düzenlenmiştir.
Serhat AKDENİZ
hep var ol e mi
Dikkatli okudum lâkin devamı gelince daha iyi anlayacağım sanki 🧐
Serhat Bey, siz sizmisiniz; ya da yeni bir yazım biçimi çıktı benim haberim mi yok veya ne bileyim çözemedim ben son iki üç yazınızı.
Ya çok derin ben anlamıyorum, ya da siz şaka yapıyorsunuz .😅
Her daim saygılarımla da ben eski Serhat bey yazılarını istiyorum😒
Serhat AKDENİZ
şüphe ettim şimdi acaba benimle aynı isimde biri daha mı var?
teşekkürler
Serhat AKDENİZ
teşekkürler elbette