- 394 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DİLSİZ TANIKLAR
DİLSİZ TANIKLAR
Bizim üç numara henüz beş altı aylık bebekken hastanede kalmamız gerekmişti. Eski Fakülte sonra İhtisas Hastanesine dönüşüp şimdilerde yıkılmış olan binada doktor gözetiminde idik. Hafta sonu bizi evci çıkarmışlar, biz de eve yetişemeyeceğimiz için olsa gerek önce şöyle rahatça namaz kılmak için karşıdan minarelerini gördüğümüz mahalle içinde bir camiye yöneldik. Hastanenin altında morgun yanında mescit olduğu söylenmişti aslında. Bir kere gitmeyi denemiş ıssız ve loş koridorlardan ürküp, mescide ulaşmayı başaramamış, geri dönmüştüm. Zaten bebeği tanımadığım koğuş arkadaşlarına emanet etmiş olmaktan da içim rahat değildi. Nasıl bir tepki vereceklerinden emin olmadığımız için her hangi bir hastane personelinin odaya girmeyeceğini umduğumuz vakit aralıklarında, yere gazete sararak namaz kılardı ki pek nezih bir durum değildi.
Minareyi takip ederek camiye ulaştık. Arka tarafından gelmişiz, etrafını dönerek kapıyı bulmaya çalışıyoruz. Yanımda erkek kardeşim var, bebek onun kucağında. Caminin bahçesinde bir amca bakım işleri yapıyor. Seslendik; - Amcaa! Caminin kapısı ne tarafta? Amca Karadenizlilere özgü, tatlı-sert bir haşinlikle doğruldu, kızarak; - “Niye? Ne yapacaksunuz caminin kapisunii?” –“Amca, ne yapılır camide? Namaz kılacağız elbette.” - “Haa.. Tamam o zaman. Köşeyi dönün orada.” Kapıyı bulduk, namazı kıldık. Amcanın tavrı aklına takılmış olacak ki, kardeşim; “Abla burası hastaneye yakın ya, Allah bilir, camii kapısına çocuk bırakanlar çok oluyordur. Amca bizim de öyle yapacağımızı düşündü galiba.” Bu türden olaylar ne yazık ki sık sık duyulan bir şeydi
O gün kucağımızda olan bebek şimdi kendi bebeğini kucağına alıp bizi o günlere götürünce pek çok anı ile birlikte bu olayı da hatırladık. Ve artık pek duymaz olduğumuzu fark ettik, camii kapısına veya karakol önüne bırakılan bebek haberlerinı. Şimdi ne oluyor, ne geliyor o bebeklerin başlarına diye sorgularken hafızamı, 19 yaşında ki bir annenin bebeğini pencereden dışarı fırlatarak ölümüne sebep olduğu haberiyle karşılaştım. Bir ara galiba bir tuvalete atılma olayı, bir de apartman boşluğuna atılma olayı kulağıma çalınmıştı. Anlaşılan pek çoğu çöplük vb. yerlere çoğunlukla öldürülmüş olarak kirli bir mendil gibi atılıyorlar. Terk etse bile yaşasın, korunsun diye camii veya karakol kapıları tercih etmez olmuşlar.
Eski evde kumrular sık sık penceremize yuva yapardı. Bahçede dut ağacı vardı ve galiba onu seviyorlardı. Biz de rahat etsinler diye perdeleri hiç oynatmaz, camları açmazdık onlar göçüp gidinceye kadar. Ara ara çaktırmadan perde ile çerçevenin arasındaki açıklıktan kontrol ederdik gelişmeleri. Nasıl olduysa bir gün göz göze gelmiştik de, hem yuvayı hem yumurtaları alıp gidivermişlerdi. Anlaşılan ben tehlike olarak algılanmıştım. Hâlâ merak ederim nasıl taşıdılar diye. Günah, Allah korkusu, vicdan, fıtrat bozukluğu… neyin eksikliğine mal edilir, hayvanları geçtim bitkilerin bile yaratılışlarında mevcut olan neslin devamı için gerekli refleksleri, bencillik ve sadistlikle yok edişler.
Tüm bunların başına gelmesinde hiçbir dahli yokken faturası kendilerine kesilen bu bebeklerin haklarını savunan herhangi bir kuruluş var mı bilmiyorum. Kim olabilir tüm bunların sorumlusu? Kadın hakları dernekleri, çoğunlukla kadınlar tarafından mağdur edilen bu bebekleri hiç hatırlar mı? Şefkat ve merhamet membaı olması gerekirken bu şiddetin öznesi olanlar nasıl bakarlar toprağa, nasıl teneffüs ederler havayı bilmiyorum ama çarpıklık sadece bu konuda değil ki!
Köpek hakları konusunda yer bo gök inletilir de, melezleştirip aslî yaratılışından uzaklaştırılan ü cinsler hiç gelmez hatırlara. Vicdanlarda bir kıpırtı duyarlar mı bilinmez ama o hayvancıklar yaratılışlarına müdahale edilsin isterler miydi kendilerine sorulsa? Sahipleri işe, gezmeye, tatile gittiğinde evde tek başlarına kapalı kalmaya razı olurlar mı görüşleri sorulsa? Bir anne eğitiminden mahrum yetişmiş, köpek mi, hayvan mı, insan mı olduğu hakkında bir sezgiye bile sahip olmaktan uzaktırlar. Sahiplerinin konforu için kucağa sığsın, taşıması rahat olsun diye neredeyse fare kadar küçültülmüş, kısa bacakları nedeniyle tavşan gibi zıplamaya veya ördek gibi paytak paytak koşmaya mahkûm 3dilmişlerdir. Kedi gibi insanlara sürtünmekten hoşlanan, tiftik keçisi gibi uzun kıllara sahip, köpek dışında pek çok şeye daha fazla benzeyen ucube varlıklar haline getirilmişlerdir
Belki Türkiye’nin en güzel parkuru sayılabilecek bir alanda yürüyüş yapıyorum ama köpek idrarına basmadan adım atmak mümkün değil. Önümde sürüklenircesine sahiplerini takip etmeye çalışan köpekleri gözlemliyorum. Sürüklenircesine diyorum çünkü adımları yeterli gelmiyor normal bir yürüyüş için. Metrelerce döke döke gidiyor zavallılar. Önceleri türlerinin uğradığı deformasyon nedeniyle idrarlarını tutamıyor ve sürekli döküyorlar galiba diye içim daralıyordu. Oysa sahipleri, onlar rahatlayacakken başlarında bekleme zahmetine katlanmayan angutlar olduklarındandı bu durum. Genellikle de kenardan yürütüldükleri için parkur boyunca dikilmiş rengârenk güller hizasınca dökülen, içeriğinde ki çeşitli kimyasal ve asitler nedeniyle izleri ancak çok güçlü yağmurlarla yok olabilen bu lekeleri günlerce sineye çekmek durumundasınızdır.
Köpek sahibi olmayı batılı veya modern olmak zannededursunlar… Yanlarında gezdirdikleri fırça, faraş ve poşetlerle, ihtiyaçlarını özel alanlarda yapmaları için gerekli eğitim verilmiş hayvanlarının atıklarını anında temizleyen batılılar yanında bunların olabildikleri sadece paçozluk. Nitekim virüsün evcil hayvanlar üzerinden bulaşma ihtimali söz konusu olunca hemen kapı önüne koyuluvermişlerdi.
Bir yanda yok edile gelen insan evlatları, bir yanda ucubeye dönüştürülen hayvancıklar. Bencil ve hedonist duyguların esiri insanoğlu, kendi iktidar alanındaki neleri zevklerine kurban etmiyor? “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” lafı düşük ahlak bile sayılmaz, eksikliğine delil olurken bize dokunmayan bebelere, diğer canlılara nasıl dokunulur bilinmez. Şiddet kavramı ne kadar aciz kalıyor bu durumu ifade için. Dünyanın çivisinin çıkmasına başka ne sebep gerekir?
Kediler de dâhil olmak üzere köpeklerin ‘evcil hayvan’ olarak sınıflandırılmaları onları ev içi hayvanı yapmaz ki. Oyuncak ayıdan değil, doğal ortamından ve fıtratından uzaklaştırılmış canlılardan söz ediyoruz. Dünyanın bir ucundaki yarasalar, hesap gününe gözü kapatmakla kurtulamayacağımızı, küçük bir virüs tarafından esir alınışımızla gözler önüne sermiş oldu. Bu vahşetin dilsiz tanıkları kimin umurunda onu bilemem ama tabiattaki dengeye, hiyerarşiye saygı duymazsak, renklerimiz elimizden alınır ve siyah-beyaz bir dünyaya mahkûm edilir geleceğimiz.