- 923 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KELOĞLAN ile SIĞIRCIK KUŞLARI
Bir varmış, bir yokmuş. Evveli evvel iken; develer tellal, pireler berber iken; ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; güzel ülkemizin bir yerinde fakir mi fakir insanların yaşadığı küçük bir köy varmış. Fakirlermiş ama mutlularmış. Her şeyleri yokmuş ama var olanla yetinmesini biliyorlarmış. En önemlisi karınları tokmuş; kimselere de borçları, minnetleri yokmuş. Dolayısıyla huzurlu mu huzurlu bir hayatları varmış. Çok olan az olanla, az olan da daha az olanla elinde avucunda ne varsa üleşirmiş. Böyle olunca da haliyle herkes birbirine sevgi ve saygı duyarak mutlu bir şekilde yaşarlarmış. Kapılarda kilit, pencerelerde demir parmaklıklar yokmuş. Yokmuş çünkü herkes birbirine o kadar güvenirmiş ki evden çıkıp bir yere giderken kapıları kilitlemek, pencereleri sıkı sıkıya kapatmak kimsenin aklına gelmezmiş. Bu güven duygusundan dolayı akıllarının ucuna bile kötü bir düşünce gelip konmazmış. Hırsızlık, yalancılık, sahtekârlık ve dolandırıcılık gibi sözcüklerin bu köyde yeri yokmuş. Kimseler kullanmadığı, diline yakıştıramadığı için hepsi bir daha geri dönmemek üzere başka karanlık diyarlara göç etmiş. Onların yerine sevgi, dürüstlük, dostluk, paylaşım, yardımlaşma gibi sözcükler yerleşmiş. Herkesin dilinden güzel ve anlamlı sözcükler dökülürken gönüllerinden de sevgi ve huzur verici duygular yansırmış. Köylerinin adı da tam onlara yakışırcasına Sevgi’ymiş. O köyde asık suratlı, somurtkan birine rastlamak mümkün değilmiş. Tebessümle süslü yüzlerdeki gözlerden ışıl ışıl sevgi yansırmış. İşte bunların sonucu olarak da ne kadar fakir olurlarla olsunlar gönüllerindeki bu paha biçilmez hazineleri sayesinde âdeta dünyanın en zengin ve mutlu insanları onlarmış gibi güle oynaya yaşamlarını sürdürürlermiş. Güle oynaya yaşamak deyince de hemen herkesin aklına neşesi ile köye renk katan Keloğlan gelirmiş. Köyde herkes birbirini çok severmiş ama en çok sevilen kişi Keloğlan’mış. Elinde kavalıyla bütün gün köyün içinde oradan oraya düttürü düttürü diye kendince makamlar üfleyerek dolaşıp dururmuş. Köyün minik sığırcık kuşları bile sanki onunla birlikte şarkı söylercesine nağmeli nağmeli cıvıldaşarak tepesinde dolaşıp ona eşlik ederlermiş. Köy halkı bu seslerle huzur bulur; sığırcıkların gökyüzündeki şekilden şekile dönüşen görsel şölenini zevkle izler, şen şakrak bir şekilde Keloğlan’a el ya da şapkalarını çıkarıp sallayarak selâm verirlermiş. Herkes Keloğlan’ın kavalıyla seslenerek sığırcıklarla konuşup anlaştığına inanıyormuş. Köydeki çocukların, yeşil çimenlerin üstüne sırt üstü yatıp kuşların bu muhteşem gösterisini seyretmek en büyük eğlenceleriymiş. Bu nedenle hep Keloğlan’ın yolunu gözlerlermiş. Onu görür görmez hemen peşinden koşarak hep bir ağızdan tekerlemeler söylerlermiş.
Şıngır mıngır Keloğlan
Kavalını çal oğlan
Seyredelim kuşları
Gökyüzüne sal oğlan
Sonra da birbirleriyle yarışırcasına istekte bulunurlarmış.
- Keloğlan n’olur kuşlar kelebek olsun.
- Yok, yok güvercin olsun.
- Hayır, lütfen canavar olsun ya da ejderha, ejderha, 7 başlı ejderha olsun.
- Kartal olsun, kartal, kartal, kartal…
- Uçurtma olsun. N’olur Keloğlan lütfen uçurtma olsun.
Keloğlan herkesin kendisine gösterdiği bu ilgi ve sevgiden son derece mutlu olur ve kavalını daha da neşeli çalmaya devam edermiş. Üstelik çaldığı nağmelere uygun olarak kâh iki ayağı yerden kesilircesine havalara zıplar, kâh eğilip-doğrulur, kâh yerinde döner ya da koşar adımlarla seke seke yürürmüş. Çünkü bu işi seviyor, dolayısıyla zevkle yapıyormuş. Bu nedenle de çok mutlu oluyormuş. Onu takip eden sığırcıklar da onunla birlikte havada dans ederek, toplu halde kimi zaman bir çiçek gibi, kimi zaman büyük bir kuş gibi, kimi zaman denizin dalgası gibi yükselip alçalarak inanılmaz görseller sergileyerek peşinden geliyorlarmış. Çoğu zaman çocukların tüm istedikleri gerçekleşirmiş. Kavalın nağmeleriyle Keloğlan sığırcıklara istediği görseli yaptırabiliyormuş. Bunu nasıl beceriyorsun diyenlere de,
- Ben onlarla gönlümün sesiyle konuşuyorum. Gönlümün sesi kavalımdan onlara ulaşıyor.
diyerek cevap veriyormuş. Aslında bu çok doğruymuş. Çünkü kuşlar, hayvanlar sizin onlara hangi gözle, hangi niyetle baktığınızı, gönlünüzden geçen niyetin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu anlarlarmış. Onların dili yokmuş, konuşamazmış ama hisleri çok güçlü olurmuş. Bundan dolayı da gönlünüzdeki sevgiyi hemen hissedebilirlermiş. İşte bizim Keloğlan da hayvanları o kadar çok seviyormuş ki karşılığında sığırcıklarla olan bu dostluğu, güzelliği ve mutluluğu elde ediyormuş. Hatta bu yüzden Keloğlan, küçükken anasının anlattığı masaldaki gibi kendisini bir masal kahramanı zannediyormuş. Fakat bir fark varmış. O masaldaki kahraman kavalını, fareleri peşinden koşturuyor, dereye dökerek suda boğulup ölmeleri için çalıyormuş. Oysa bizim Keloğlan sığırcık kuşlarını coşturup peşinden sürüklüyor, mavi gökyüzünde onların özgürce uçuşarak dans etmelerini sağlıyormuş. Bu çok daha güzel ve anlamlıymış. Bu eğlenceli durum köy halkının çok hoşuna gidermiş. Keloğlan yanlarına yaklaşınca hemen eve buyur ederler, sığırcıklar için de kapı önüne bir hapaz yem serpiştirirlermiş. Keloğlan ikram edilen, kuzineden yeni çıkmış mis gibi buram buram Anadolu kokan taze çöreği afiyetle yedikten sonra üstüne de bir çapçak ayran içip teşekkür ederek tekrar yola koyulurmuş. Elbette sığırcıklar da hemen cıvıldaşıp dans ederek peşine düşermiş. Üç gün, beş gün, yedi gün, kırk gün derken günler, aylar, yıllar birbirini izler, köyde hayat devam edip gidermiş. Köy halkı, güneşin kendilerine sürekli pırıl pırıl gülümsediği gün boyu ya kendi işinde gücünde ya da imece usûlü yardımlaşarak durmadan çalışıp, çabalayıp dururlarmış. İşlerini severek ve zevkle yaptıkları için her şey bol ve bereketli olurmuş.
O diyarlarda bir de komşu köy varmış. Oranın halkı ise, Sevgi köyündekilerin tam aksine somurtkan, fitne, fesat, sahtekâr, yalancı, dolandırıcı; sevgi nedir bilmeyen yürekleri nefretle kararmış kişilermiş. Kem sözlerin havalarda uçuştuğu, insanların birbirine zerre kadar güvenmediği, bencilliklerin doruklarında yaşanan bir köymüş. Bu özelliklerinden dolayı da köyün adı Nefret’miş. Yaşam tarzlarından dolayı da köyde hiç kimse mutlu değilmiş. Hatta mutluluğun ne anlama geldiğini dahi bilmezlermiş. Huzursuzluk, sevgiden yoksun bir yaşam ve neticesinde bereketsiz kazançların hükmüyle kıt kanaat yaşamaya çalışırlarmış. Asık suratlarıyla birbirlerine selâm vermeyi bırakın günahlarını bile vermeye tenezzül etmeyecek kadar bencil insanlarmış. Hırsızlık korkusundan kapılarında çifter çifter kilitler ve bahçelerinde bekçi köpekleri kol gezermiş. Tüm tedbirlere karşın yine de bu belâlardan kurtulamazlarmış. Köy halkı atadan, dededen kalan bu yaşam tarzlarından ve kötü huylarından isteseler de vazgeçemezlermiş. Beyinlerindeki düşünceler ve yüreklerindeki duygular hastalıklı olunca haliyle onlara ev sahipliği yapan bedenleri de sürekli hastalıklarla cebelleşirmiş. Sağlık sorunları hiç bitmezmiş. Bütün bunlar yetmezmiş gibi köyün tepesinde de kara bir bulut sürekli dolaşıp dururmuş. Onların asık suratlarını görmek güneşi huzursuz ediyormuş. Bu yüzden bu kara bulutun arkasına saklanıp onlara yüzünü göstermek istemezmiş. İşte bu nedenledir ki köy halkının sağlığı günden güne daha da bozuluyor, hastalıklar artıyormuş. Niye derseniz? Ne demiş atalarımız “Güneş girmeyen eve doktor girer.” Dolayısıyla elbette olacağı budur. Hatta gökyüzünde bir tane bile kuş uçmazmış. Bu nedenle de yıllardır kuş cıvıltısını duymamışlar. Zamanında tüm kuşları köyden uzaklaştırabilmek için yapmadıkları kalmamış. Güya tarlalardaki tohumları yiyerek zarar veriyorlarmış. Oysa tam tersine kuşlar, hele sığırcıklar tarlalardaki zararlı böcekleri yiyerek onlara iyilik ediyorlarmış. Fakat bunu düşüneceklerine kuşların yediği üç-beş danenin hesabını yapıp korkuluklarla ürküterek ya da tüfeklerle ateş ederek hepsini kaçırmışlar. Bu nedenle bir daha da kuşlar o tarafa hiç gitmemiş. İşte böylesine bir halde doğanın güzelliklerinden tamamen yoksun, karanlık duygular içerisinde yaşayıp gidiyorlarmış. Tabii buna yaşamak denirse. Toprakları kurak ve bereketsizmiş. Çünkü hiçbiri işini severek, zevkle yapmıyormuş. Sanki zorla yapıyorlarmış. Dolayısıyla ne doğru dürüst ürün alabiliyorlarmış ne de aldıkları ürünün bereketi oluyormuş. Hatta durumları yıldan yıla daha da kötüye gidiyormuş.
Masal bu ya, işte böylesine zıt yaradılışlı insanların yaşadığı iki köy. Bu iki köyün ortasından da küçük bir dere geçermiş. Derenin üstünde de “Kimse Geçmez Köprüsü” adında bir köprü varmış. Adından da anlaşılacağı gibi bu köprü varmış, varmış ama üstünden kimseler geçmezmiş. Ne zaman yapılmış, kim yapmış, niye yapmış kimsecikler bilmiyormuş. Yıllardır orada öylesine hayata küsmüş gibi iki yakayı birleştirmiş vaziyette mutsuz bir şekilde duruyormuş. Çok mutsuzmuş, çünkü hiçbir işe yaramıyormuş. Bu da onu çok üzüyormuş. Fakat ne yapsın ki? Çaresizce yıllardır orada öylece üzgün, mahzun ve umutsuzca bekleyip duruyormuş. Tek istediği birilerinin üstünden geçmesiymiş. Gece gündüz gözüne uyku girmez sürekli iki tarafın yolunu gözlermiş ama hiç gelen giden olmazmış. Olmazmış, çünkü yıllardır bu iki köy halkı birbirlerinden tamamen kopmuş bir hâlde kendi dünyalarında yaşıyorlarmış. Yıllar önce Sevgi köyünden pek çok kişi defalarca bu köprüden geçerek Nefret köyüne gitmek istemiş, ama her defasında yolları soyguncularca kesilip neleri var neleri yoksa ellerinden alınmış, üstüne de dayak yemişler. Soyguncuların ellerinden kaçarak zor kurtulmuşlar. Bu olaylardan sonra bir daha hiç kimse o tarafa geçmek istememiş. Diğer taraftakiler de zaten gelmek istemiyormuş. Çünkü paylaşacak bir şeyleri, konuşacak, muhabbet edecek bir konuları yokmuş. Herkes tosbağa gibi kendi kabuğunun içine çekilmiş vaziyette yaşıyormuş. Dünya umurlarında bile değilmiş.
...
Telif hakkı nedeniyle tamamını veremediğim için üzgünüm. Masalın tamamı için aşağıdaki bağlantıdan kitabı edinebilirsiniz.
kutluyayinevi.com/magaza/urun/keloglan-ile-sigircik-kuslari-tahsin-melan/?fbclid=IwAR3rN1oU4PNCmMcJf27w15n409JqVwKBPOAUIRuXj5w-7-Ox_C_Mtg0eHu8
TM / Frankfurt / 3.06.20
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.