- 565 Okunma
- 3 Yorum
- 3 Beğeni
Esma Nene
ESMA NENE
Çocukken bazı akşamlar babam hikâyeler anlatırdı. Televizyonun olmadığı, elektiriklerin bilhassa kış geceleri sık sık kesildiği zamanlara ait tek ve en değerli eğlencemizdi onun anlattıkları. Dedemin savaş anıları, babamın gurbet ve yolculuk anıları, köyde olup bitenler… Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin… Babamın favovirisi Kerem ile Aslı’ydı. Onların söyleşilerini, Kerem’in Aslı’yı biraz daha fazla görebilmek için dişçi koltuğunda “Hayır o değil buydu, yok bu değil şuydu” diye diye tüm dişlerini çektirmesini, aldı Kerem, aldı Aslı diyerek ses tonunu, vurgusunu kişiden kişiye değiştirerek, nazım halinde, saz eşliğinde söylermişçesine hafif melodi de katarak ezberden okurdu. Hepsi dinlemeye doyamadığımız, zihinlerimize nakşolmuş hikâyelerdir.
Anlatılan hikâyeler arasında bir de köyümüzün Rus işgaline uğradığı zamana ait hatıralardan biri vardır ki bilgi hazinem geliştikçe anlam dünyamdaki karşılığı da değişmiştir. Vaktiyle zihnimde çözüme kavuşmamış parçalar içermesi ve insana dokunan duygusal yanıyla daha dün dinlemiş gibi hafızamda canlı durmaktadır. 93 Harbi sonrası olsa gerek Rusların bizim oraları işgal ettikleri yıllar... İnsanlar batıya iç bölgelere doğru göç etmiş, köyde eli ayağı tutan kimse kalmamıştır. Gençler zaten savaştadır. Sadece yürümeye güç yetiremeyecek kadar yaşlı beş altı insan geri kalmıştır ki, babam hepsinin ismini tek tek sayardı. Keşke onları da hatırlayabilseydim. Seferberlikten geri kalan bu insanlar, Rusların korkusuyla köydeki evlerinde değil mezra veya yayla evlerine çekilmiş, aslında gizlenmişlerdir. Gündüzleri ateş dahi yakamamaktadırlar, uzaktan duman görünmesin, yerleri belli olmasın diye…
Geri kalanlar arasında, on beş on altı yaşlarında hasta, yürüyemeyen oğlunu bırakıp gidemeyen bir de anne vardır. Belki oğlunu taşıyamadığı, belki ona bakmak için diğer şartlar elvermediğinden olacak köydeki evinde kalmış mezra veya yaylaya da çekilememiştir. Babam yaşadıkları evi tarif ederken, köydeki eski evlerden biri canlanırdı hayalimde. Genellikle soğuk ve kardan korunmak için evin bir tarafını ahır, bir tarafını yaşam alanı olarak kullanılırmış. Loş bir oda bir oda getirirdim gözümün önüne, yerden yüksekçe küçücük bir penceresi olan. Toprak sıvalı, belki üstünde beyaz kireç var belki yok. Başköşede kara ocak, yemek orada pişer, ısınma da oradan sağlanırmış. O yıllarda soba yoktur henüz. Esma nene, düşmanlara görünmemek için gündüzleri ateş yakamadığı gibi içeri dışarı da girip çıkamamakta, ortalıkta görünmemeye çalışmaktadır. Gazlı ocak vesairenin de olmadığı düşünülecek olursa gün boyu sıcak bir şeyin boğazlarından geçmediğini tahmin edersiniz. Bırakın sıcak birşeyi, yiyecek herhangi bir şeyi bulmuş olmaları bile zor o şartlarda.
Günler böyle geçerken, nasıl olmuşsa bir gün Ruslar bunları fark ederler. Beş altı asker gelip etrafı kontrol eder, arayıp tararlar. Zavalı yatalak bir oğlan ve garip anası, kimbilir nasıl korkmuşlardır. Neyse ki asker, silah gibi kendilerini tehdit edecek bir şey bulamayınca ses çıkarmamış, çekilip gitmişler. Sonraki günlerde birkaç asker aralıklı olarak neneyle oğlunun yanına gidip gelmeye başlamışlar. Her defasında bir pişirmesi için bir miktar un getirip bırakıyorlar, nene ekmek yapınca, gelip alıyorlar. Bizimkilere de biraz biraz bırakıyorlar.
Aralarında ki bu sessiz anlaşma Ruslar bölgeden çekilinceye kadar böyle devam edip gider. Ana oğul, sadece ekmeğe değil, içeri dışarı girip çıkma serbestisine de kavuşmuş olmalılar. Köyde dışarı çıkamazsanız su dahi bulamazsınız. Çıkınca belki bir ağacın altına gider meyve bulursunuz veya ekebildiyseniz herhangi bir sebze, o da yoksa yenilebilir otlardan…
Köyü terk edecekleri vakit askerler tekrar gelmiş, bir parça beze sardıkları bir iki avuç kadar şekeri bizim nenenin eline tutuşturmuşlar. Kapkara şekermiş verdikleri derdi babam. Şimdiki gibi organik olsun doğal olsun diye kahverengi şekerin, pirincin tercih edildiği günler değil tabii… Babam ne zor zamanlar olduğuna işareten buraya dikkat çekerdi. Kara şeker bile yok yani.
Esma nene her gün şekerlerden bir iki tanesini şerbet yapıp oğluna içirir. Kim bilir kaç yıldır yataktan çıkamayan oğlan, on beş yirmi gün içinde ayağa kalkar. Bunun nasıl mümkün olabildiğinin izahını doktorlara havale edelim. Savaş, işgal ve kıtlık yılları, Allah bilir pekmez gibi şeyler de yapamamışlardı. Kemalettin Tuğcu kitapları ve bu kitapların yabancı klasiklerdeki karşılıklarını okuyarak büyüyen ben burayı anlamakta pek zorlanmamıştım. Kaldı ki bizim çocukluğumuzda da her şey şimdiki gibi elinizin altında değildi. Bilhassa şeker, çay, kibrit gibi para ile alınan şeylere ulaşımınız, hele köy gibi yerlerde hiç kolay değildi. Şeker, Amerikan filmlerinde askerlerin çocuklara çikolata vermesi gibi lüks yoksunluğunun işareti değil, gerçek ihtiyaca tekabül ederdi. Bir yerimiz ağrıdığında yapılan ilk müdahale yarım çay bardağı kadar ılık suya birkaç parça şeker karıştırıp içirmek olurdu. Evet, ama işgalci Rus askerinin insanî davranışını, en azından anne ile oğula zarar vermemiş olmalarını nasıl anlamam gerekiyordu, bilememiştim.
Babam anlatırken “Onlar Kazak imiş” der, buraya vurgu yapardı. Anlayamadığım bir şeyin varlığı zihnimi kurcalıyor ama neyi kaçırdığımı çözemiyordum. Dayım o yıllarda öğretmen okulunu bitirip gelmiş, bir valiz dolusu kitabını bizde bırakmıştı. Çoğu ders kitabıydı ama koca yaz okuyacak kitap bulamayıp kese kâğıtları dâhil eline geçen her şeyi okuyan ben Astronomi kitabı ve İngilizce Lügat dâhil her şeyde okuyabileceğim bir bölüm aramaktayım. Şaka değil, Astronomi kitabındaki bazı dipnotlarda hikâyemsi anlatılar vardı. Sözlük ise İngilizce’den İngilizce’ye çok kalın bez ciltli bir kitaptı. Onda mesela futbol sahası çizilmiş üstünde top, oyuncular, kale çizgisi vs. şekil üzerinde resmedilmiş, isimleri numaralarla yanda gösterilmiş… Bakıp hıı, diyorsun, bu top demek, bu kaleci, şu seyirci … Veya insan anatomisi çizilmiş, şu el, bu kol, bu ayak… Bir de Resimli Dünya Ansiklopedisi vardı ki baka baka bitiremezdik.
Valizde ki tek roman ’Ve Durgun Akardı Don’ adlı dört ciltlik bir kitap. Okumaya çalışıyorum tabii ki. Ama ilkokul son veya ortaokulun ilk yıllarındayım, isimlerin yabancı olması bu hacimdeki bir kitabı anlamamı zorlaştırıyor. Televizyon önünde büyümeyen bizler için yabancı isimlere kulak aşinalığı yok. Bölümleri, parça parça küçük hikâye formatında okumaya çalışıyor, kim kimin neyi çok anlayamıyor, hangi sıfat, hangi zamir kime ait çözemiyor bütünü kaçırıyordum. Konu Rusya’da Kazak köylerinde geçiyor, onları hikâye ediyor ben de Kazakları Rus zannediyorum. Doğal olarak zihnimde ki boşluk devam ediyor.
Bizim Kazak Türklerinden haberdar olunca, işgal yıllarında henüz Sovyetlerin kurulup, kurulmamış olduğunu düşünmeksizin köydeki askerleri Kazak Türkleri yapıvermiştim. Yoksa niye zarar vermesin, vahşice öldürmesinlerdi? Bu düşünce her şeyi anlaşılır kılmış, zihnimde problem çözülmüştü. Aradan o kadar yıl geçmiş zihni konforumu hiç bozmamıştım. Ta ki gençlik yıllarımızın Mustafa Cemiloğlu’sunun bir konuşmasına şahit oluncaya kadar…
2014 yılında Ukrayna’ya bağlı bir özerk cumhuriyet olan Kırım Parlementosu’nun işgali ile başlayan süreç, 2016 da Kırım’ın Rusya’ya ilhaki ile sonuçlanmıştı. Kırım Tatarlarının lideri Mustafa Abdülcemil Kırımlıoğlu o yıllarda Rus işgaline karşı destek aramaya Türkiye’ye gelmişti. Bir konuşmasında Rusya’ya değil, Ukrayna’ya bağlı kalmayı tercih ediş sebeplerini açıklarken, Kazaklar; demişti, “Bizim gibi uzun yıllar Rus işgalinde kaldıkları için Ruslara karşı her zaman bizim yanımızda yer almışlardır.”
Biraz tarih bilmek iyidir velhasıl, biraz okumak da öyle. Dünyayı bugün bize gösterilen haliyle değilde, geçmişiyle birlikte anlamaya çalışmak taşların yerine oturmasını sağlar. Anlaşılan bizim köye gelen işgalci askerler, Rus değillerdi. Bugün Ukrayna Devletini oluşturan Kazakların Rus topraklarında ki devamlarıydılar. Kendileri de Rusların egemenliği altında yaşadıkları için empati yapmş, insanca davranmışlardı. Esasen büyüklerin savaş yıllarına dair anlattıkları arasında Ermeni mezalimi konu edildiği gibi Ruslardan bahis olmazdı doğrusu. Mesela köyümüzden öldürülmüş hiç kimsenin bahsi duyulmamıştır.
Ön yargı böyle bir şey işte… Şayet ben Kazakların Ruslardan farklı bir millet olduklarını bilmiş olsaydım, bazı şeyleri kavramam daha kolay olabilirdi. Bu hikâye virüsten korunmak için tek yapmamız gerekenin eve kapanmak olduğu bu günlerde, ihtiyaç duyacağımız her şeyin bir telefon mesafesinde olmasının ne büyük bir nimet olduğunu hatılamama vesile oldu. Hiç bir şey değilse bile suyumuz, ocağımız elimizin altında. Bilgiye ulaşmakta bir googleED kadar uzakta. Newton yerçekimini bir veba salgını döneminde evine kapandığında bulmuştu. Bu düşünceler içinde kütüphaneye bakınırken okumaya susamış olduğum zamanları hatırladım. Fotroman, Teksas, Tommiks ne bulursam okuduğum o yılları… Belki de Ve Durgun Akardı Don’u alıp okumalıyım yeniden. Çocukluğun nasıl bir şey olduğunu hatırlamak için.
YORUMLAR
Akşamları babalarımızın anlattığı bu gerçek tarihsel bilgiler ,eğitimin ve sürecinin evde başladığının en güzel kanıtı,hatta dayınızın getirdiği kitaplar ne olursa olsun .
Çocuk merakını tetikleyip süreci başlatıyor.Çok güzel..
''İşgalci Rus askerinin insanî davranışı'' ..Ben de bi şaşırdım :))
O şekerden bana da lazım :))
Yüreğinize sağlık.