- 1751 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Aşka ihanet
[AŞKA İHANET.]
Roman
Yazarı Ahmet Yüksel Şanlı er
Ahmet Yüksel Şanlı er kimdir.
Ahmet Yüksel Şanlı er,10 Ocak 1946 yılında, Konya ilimizin, Ermenek ilçesinde doğmuş olan, fakir bir ailenin, yedi kardeşinden biridir.
O yıllarda doğduğu ilçede var olan, İlk ve ortaokulu Konya ili, Ermenek ilçesinde tamamlamış daha sonra, imkânsızlıklar nedeniyle girdiği dört yıllık yatılı okul olan, Düzce Orman tekniker okulunun tamamlamış severek mesleğinde çalışmaya başlamıştır.
Meslek sevgisi onu, işten işe koşturtmuş, ülkenin birçok yerlerinde verdiği başarılı hizmetiyle göze batan biri olmuştur.
Yıllar sonra, yeniden tahsile başlamış Sakarya Üniversitesi mühendislik bölümüne kaydolmuş, fakat okulun mühendislik kısmına geçmeden Orman ürünleri sanayi, teknikerlik bölümündeyken, geçirdiği bir beyin kanaması sonucu yapılan bir ameliyatla kurtarılmış olsa’ da, felçli bir insan olarak hayatı devam ederken emekliliğini isteyerek, Antalya Merkeze yerleşmiştir.
Şair ve yazarlık yapmaya başlamıştır.
Pek çok şiirleri, edebiyat sitelerinde ve Antoloji sitelerinde kayıt altındadır.
Biri dil tarih, edebiyat bölümü diğeri biyoloji mezunu İki kız babasıdır.
ÖN SÖZ
Kadir öksüz bir çocuk olarak büyümüş, erkenden daha çocuk yaşta iken babasını kaybetmiş biriydi. Çocukluğu yokluklar içinde geçmiş, annesinin başkalarının yanında temizlik yaparak kazandığı para ile ilkokula daha sonra orta ve derken lise daha sonra, son olarak imtihanını kazandığı, mühendislik mektebinde okumaya başlamıştı.
Kadir yaşadığı zor koşullara rağmen, geçmişini düşünerek okuldaki çalışkanlığı sayesinde, okulunu bitirmiş nihayet genç bir mühendis olmuştu. Genç mühendis, yakışıklı mavi iri gözlü biri olduğundan etrafındaki pek çok kızın, dikkatini üzerine çekmeye başlamıştı. Fakat o bir an evvel bir devlet kurumunda atanmak ve mesleğini atandığı bu yerde icra ederek mesleğinde yükselmek halka ve mesleğine güzel hizmetler vermek kazandığı para ile kardeşlerine ve ailesine bakmak istiyordu. Öyle de oldu çok geçmeden istediği gibi küçük bir ilçe merkezine ataması yapıldı.
Yanına birkaç parça eşya ve kız kardeşi Fatma ‘ ı da alarak ataması yapılan küçük ilçeye doğru yola çıktı.
İki kardeş neşe içinde yol boyunca hiç görmedikleri yerleri izleyerek atandığı küçük ilçeye vardılar.
Kadir ve kız kardeşi, işe başlamadan önce bu küçük ilçede bulunan küçük bir otele yerleştiler. Daha sonra Kadir mahalle aralarında ev aramaya çıktı ve sonunda küçük bahçeli kendilerine göre bir ev kiraladılar ve içine birkaç da eşya alarak yerleştiler.
Yerleştikleri evin etrafındaki evlerin hepsi bahçeli tek katlı ya da iki katlı evlerdi. Komşuları bahçe işleri ile uğraşan fakir, zar zor geçinen ailelerden oluşuyordu.
Kadir ve onun kız kardeşi, bu küçük ilçede kiraladıkları bu evde otururken, komşuları ile tanıştılar daha sonra bunlar, komşu kızlarından biri olan Leyla ile tanışmışlardı. Leyla kısa boylu ama güzel ve güzel olduğu kadar çekici bir güzelliği olan bir kızdı.
Çok geçmeden Kadir ile Leyla’ n arasında görüşmeler çoğaldı ve birbirleri ile karşılıklı hoşlanmalar başladı. Bu iki genç arasında başlayan bu ilişti zamanla derinleşti aşka dönüştü.
Fakat Kadir evlenmeyi düşünmüyordu. Leyla ise Kadir’e âşık olduğundan bir an evvel onunla evlenmek istiyordu.
Bir seneye yakın bir süre bu iki genç her gün buluşurken bir gün Kadir birden ortadan kayboldu. Sevgilisini kaybeden Leyla delirmiş gibi onu ararken onun başka bir ilçeye tayin olduğunu ve haber vermeden kaçar gibi gittiğini öğrendi.
İşte bu romanda bu iki gencin başlarından geçenleri, onların yaşadıkları, aşkları hüzünleri bulacaksınız.
Yazar; Ahmet Yüksel Şanlı er
Bölüm 1
Çocuktu kadir. Daha ilkokul bir de küçücük bir çocuk iken kaybetmişti babasını. Ali küçük yaşta kardeşleri ile beraber öksüz kalmışlar iki kız kardeş, bir’ de anneleri birlikte yaşıyorlardı.
Onlar yaşadıkları yerde fakir bir aile olduklarından, anne başkalarının evine temizliğe gitmeye başlamıştı. Oradan kazandığı para ile de, ailenin tek erkeği olan ve en küçüğü olan Kadir’i okutmaya çalışıyordu annesi. Annesine göre evdeki kızlar okumasa’ da olurdu ama erkek evladı ona göre, okumalıydı çalışıp para kazanmalıydı ve ailesine bakmalıydı.
Anne eline geçirdiği üç beş kuruş para ile hem kendilerine baktı hem de evinin küçük bireyi Kadirin okul harçlıklarını gönderdi.
Bir gün kadir çarşıda dolaşırken ayakkabı boyayan bir çocukla karşılaşır. Oturur onunla konuşmaya başlar.
“ne kadar kazanıyorsun bir gün içinde ayakkabı boyayarak sen der boyacıya. Çünkü Kadir’ in de görünüşte ondan farklı bir tarafı yoktur
Çocuk cevap verir.
-on lira abi.
Kadir düşünür on lira kendisi için iyi paradır. Gider bir marangoza kendisine içine malzeme koyabileceği derme çatma bir sandık yaptırır, annesinin verdiği harçlık ile içine birkaç boya bir fırça alır koyar o da başlar bir kenarda boyacılık yapmaya. Kazandığı üç beş kuruş para cebinde sandık boynunda akşam eve gelir.
Annesi Kadir’ evin girişinde omzunda sandık, kolunun altında birkaç somun ile görünce şaşırır.
-Bu ne oğlum?
-Bak para kazandım onunla evimize ekmek aldım bundan sonra sen değil ben çalışacağım hem çalışacağım hem okuyacağım der.
Annesi oğlu için gurur duyup bir taraftan sevinirken, bir taraftan’ da onun üstü başı boya kir içindeki görüntüsünü görünce üzülmeden edemez. İçeri alır onu doğru banyoya götürür, bir güzel yıkar yunar üstünü değiştirir ve öper.
-Sonra.
Yapma oğlum. Benim kazancım bize yeter, bak küçük ablan’ da fabrikada işe girdi. Sağ olsun o da kazanır oldu, kazandıklarımızla geçinir gideriz ama senin derslerini çalışman lazım, okuman adam olman mühendis olman lazım. Senin boyacılık yapmana ne gerek var da bunlara para verdin fakir aile çocukları gibi sokaklarda dolaşmaya başladın a benim guzum diyerek, ortaokula giden oğlunu okşar öper.
Kadir tamam anne, sen korkma ben hem çalışırım hem’ de okurum derslerimi ihmal etmem diyerek, kendisinden beklenmeyen sözcüklerle annesinin gönlünü alır.
Annesi kalkar mutfağa gider önceden yaptığı yaprak sarmasının dan’ da bir tabak doldurur, yanına bir de soğan keser bir kolunda yer örtüsü bir elinde tepsinin içinde yemekle oğlunun yanına gelir. Yer örtüsünü yere serer üzerine getirdiği yemeği koyar oğluna seslenir.
Gel bakalım deli oğlum, sen seversin diye, bak sana neler yapım otur’ da şunlardan birazcık yayıver, sen sokaklarda dolaşırken nasıl olsa acıkmışsın der.
Kadir bir koşuda, yere çöker, iştahla annesinin elleri ile sardığı o incecik lezzetli yaprak sarmasını, sanki kıtlıktan çıkmış gibi atıştırmaya başlar.
Anne görünce bağırır, oğlum şunları ellerinle yeme daha yeni yıkandın önündeki çatal kaşık neye dururuyor, onunla yesen olmaz’ mı diyerek, hafif tatlı okşayıcı bir sesle oğlunu uyarır amma, Kadir’in kulakları duymaz bile, o yine bildiğini yapar önündeki tabakta ne var ne yoksa bir çırpıda siler süpürür.
Kadir kalkar yeniden ellerini yıkar odasına çekilir derslerini çalışmaya başlar çünkü ertesi gün pazartesidir ve okula gidecektir bitmemiş ödevlerini yapar yorgun olduğu yere uykuya dalar.
Anne onu uyur görünce, oğlunu kucaklar kaldırır, yatağına yatırır üzerini güzelce örter ve yanaklarından öperek, kendi işine gider dikiş makinesinde dikiş dikmeye başlar. Çünkü çocuklarına çarşıdan sergicilerden aldığı kumaş parçalarından elbise dikmeye başlar.
Akşam olmuş, karşı dağların üzerine bir kızıllık çökmüştür. Evlerinin balkonundan görünen dağlar güneş tarafından sanki kızıla boyanmış gibi parlamaktadır. Güneş adeta bir hırsız gibi, süzülerek pencereden içeri girmekte, oturdukları odanın içinde dolaşıp, odada tatlı bir bahar havası dolaştırmaktadır.
Annesi dikiş makinesinin başından kalkar, pencereyi açar içeriye tertemiz bir bahar havası dolmaya başlar. Çünkü mevsim bahardır dağlarda çiçekler açmış otlar boy atmış pınarlar dereler eriyen karlardan coşkun akmaya başlamıştır.
Yavaş, yavaş güneş dağların arkasına çekilmeye başlarken dağların ufkunda sanki bir orman yangını vardır. Kızıl alevler dağların arkasından yükselmekte, görünmeyen arka yamaçlarından kızgın ateşler alevlerini püskürtmektedir.
Alevler yavaş, yavaş azalırken dağların üzerinde sadece kızıl ince bir çizgi kalır ve hava soğumaya başlayarak, insanları az’ da olsa üşütmeye başlar. Pencereler kapanır, gökyüzü yavaş, yavaş kararmaya başlar.
Sokalar canlanır caddelerde gidip gelen arabalar insanlar çoğalır dükkânlar kapanır ortalık yavaş, yavaş sessiz karanlık zamanlarının içine doğru sızmaya başlarken evin kapısı çalınır.
Gelen bir pamuk işleme fabrikasında çalışan, evin küçük kızı Kübra’ başkası değildir. Kübra neşeyle içeriye girmekte, ellerinde birkaç çanta, içeri girerken havalarda uçarcasına annesinin yüzüne bakarak gülümsemektedir. Anne sorar.
-Bunlar ne?
-Hediye
Ne hediyesi kızım sen daha işe yeni başladın. Sen ne zaman para aldın’ da bizlere hediye almaya başladın derken ellerinden getirdiği hediye paketlerini alır ve götürür bir köşeye koyar.
Kübra sevinçle odasına gider üstünü değiştirir yine aynı neşeyle annesinin yanına gider olan biteni anlatır.
Anne bu gün çok sevinçliyim patron bana haftalığımı verdi, ben de sizlere küçük de olsa bazı hediyeler aldım diyerek getirdiği paketleri açar. Açtığı paketin içinden çıkan, bir tülbent ve biraz da, kumaş parçasıdır. Annesinin terzilik de yaptığını bildiği için ona aldığı hediyenin yanında kendisine, elbise dikmesi için biraz da kumaş almıştır.
Anne aldığı hediye karşısında gülümseyerek çantadan çıkan hediyesini alır, bakar sonra beğendiğini ifade eden sözcüklerle küçük kızını öper ve teşekkür eder.
Her ikisi’ de memnundur. Bir pamuk işleme fabrikasında on yedi yaşındayken çalışmaya başlayan evdeki küçük kızın neşeli hali hane halkını memnun etmiş, gülümsemesi neşeyle ortalıkta dolaşması artık onların öksüzlüğünü babalarının yokluğunu unutturmuş gibidir.
Oysa hiç de unutmuş değillerdir, evde babalarının eksikliği sofradaki onun yokluğu, her sofra kurulup yemek yemede onların gözlerinin önüne gelmekte, buruklukları yüreklerine oturmakta içlerine balyoz gibi yüreklerine vurmaktadır.
Aynı düzen içinde bir bahar mevsimi sona ermiştir ve okul tatilleri nihayet gelmiş çatmıştır. Ortaokulu pekiyi derece ile bitiren Kadir artık liseye gitmeye hazırdır.
Ama Kadir para kazanmak için, çalışmaktan vaz geçmez elinde boya çantası kalabalık yerlerde, sokak, sokak dolaşıp boyacılık yapmakta hem harçlığını çıkarmakta hem evlerinin giderlerine yardım etmektedir.
Yaz gelmiş, ağaçlar kırlar yeşermiş sıcaklar artmıştır. Yazın gidecekleri yerleri olmayan aile, günlerini evlerinin önündeki küçücük bahçelerinde geçirmekte dikip yetiştirmeye çalıştıkları sebzelerin bakımıyla uğraşmaktadırlar.
Bahçedeki salatalıklar, büyümüş domatesler meyvesini vermiş ala çakır kızarmaya bile başlamıştır.
Bahçelerindeki bulunan yaşlı bir, keçiboynuzu ağacı onlar için sıcak kavurucu yaz aylarında günlerinde gölgesinde sığınacak bir ağaçtır. Gölgesine koydukları derme çatma eskimiş renkleri solmuş masa onların yemek saatlerinin tanığı olmuştur.
Piknik özlemlerini burada geçirirken, akıllarında hep kendilerini böyle günlerde pikniğe götüren babaları vardır O günleri hayal edip gözleri yaşlı ah çekmektedirler.
Anne her oturuşunda aklına gelir ve eski günlerini yaşamaya başlar hayaller kurup geçmişi yâd ederken ağlardır.
Bir sabah kahvaltısında bahçede toplanıp kahvaltı yaparlarken annenin gözünde kaybettiği eşinin geçmiş günlerde aynı yerde kahvaltı yaptıkları ayrıcalıklı bir gün aklına gelir ve gülümsemeye sonra da hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başlar. Hayalinde eşinin birlikte kahvaltı yaparken anlattığı abartılı hikâyeyi aklına getirir çünkü o gün eşi büyük bir iştahla bir hikâye anlatmış, hepsi beraber anlatılan bu abartılı hikâyeye kahkaha ile gülmüşlerdir.
Evde iken her zaman çocuklarına açıkgöz olduğunu kimsenin kendisini aldatamayacağını iddia eden babaları, onlara bir gün çarşıda kendisine aldığı mont için nasıl aldatıldığını anlatmış ve sofradaki çocukları ona kahkaha ile gülmüşlerdi. İşte yine bu gelince akıllarına annenin gözlerinden bakraç damla yaş dökülürken boğazı düğümlendi yediği lokmalar taş gibi midesine oturdu ve ağladığını belli etmeden yerinden kalktı evden içeriye girdi.
Çocukları onun haline acırken diyecek söz bulamadan oldukları yerde iştahları kesilmiş donup kalmışlardı.
Günler günleri bu şekilde kovalarken nihayet son bahar gelmişti. Anne oğlu ile beraber giderek oğlunu oturdukları şehirdeki liseye yazdırmıştı artık kadir Lisede okuyacak orayı da bitirdikten sonra yükseğine gidip mühendis olacaktı. Öyle de oldu. Kadir zor şartlar altında okumayı başarmış hayalleri gerçekleşmiş sonunda mühendis olmuştu.Artık onun için zor günlerin sonu gelmiş, yeni bir hayat başlamıştı….
Bölüm 2
Kadir genç bir mühendis olarak müracaat ettiği bakanlıkça bir küçük ilçeye atanmış olduğundan sevinçliydi., Artık o yeni hayatına başlarken, gideceği yerdeki hayatında başına gelecek sürprizlerden habersiz, sevinçli içi içine sığmıyordu. Coşkuluydu sevinçliydi, ülkesi memleketi mesleği için en güzel şeylerden bir şeyler yapmaya ideallerindekileri gerçekleştirmeye hazır bir mühendisti.
Annesi ise, oğlunun ve onunla beraber yoldaş olmak üzere gidecek olan büyük kızı Fatma’nın, yanından gidişinden dolayı küçük kızı hariç yalnız kalacağından dolayı, endişeli huzursuz bir zaman geçirmeye başlamıştı. Oğlunun okuyup mühendis olmasından dolayı gururluydu amma, onun başka şehirlerde görev yapacağı yalnız kalacağı aklına gelmemişti. Bir taraftan seviniyordu bir taraftan’ da üzülüyordu.
-Kadir annesinin düşüncelerinden habersiz, ablası ile bir olmuş ne götüreceklerini, nasıl götüreceklerini konuşuyorlardı. Hazırlık içindeki abla Fatma kadire döndü.
-Bir kamyon mu kiralasak acaba, götüreceğimiz yatak yorgan derken götüreceğimiz eşyalar bir hayli fazla demeye başladı. Oysa Kadir in birer valiz dolusu eşyadan fazla bir eşya götürmeye niyeti yoktu.
-Hayır, hayır iki valizden başka bir şey götürmeyeceğiz, gittiğimiz yerden evi tuttuktan sonra, nasıl olsa yatak yorgan koltuk gibi eşyalarımızı ben alırım demeye başladı.
Peki dedi ablası sen bilirsin, nasıl olsa para senden çıkacak benden değil ya dedi, sadece valizlere gittikleri yerde giyeceklerini koydu valizlerin ağzını kapattı. Artık onlar yola çıkmaya hazırlardı.
Onların o gece son geceleriydi sabah erkenden terminale gidip otobüse binip yeni yerlerine doğru yola çıkacaklardı.
-Kadir umman içinde yol alan bir gemi yolcusu gibi hissediyordu kendini düşünceli geleceğine ait hayal dolu gözlerle bakıyor bir boşluğun içinde hissediyordu kendini. Onların baba evinde son akşamlarıydı artık gidişlerinden önce son akşam yemeğini yemek için sofraya oturdukları andı. Annesi oğluna baktı.
-Arada bir beni ziyarete gelirsiniz değil’ mi oğlum derken annenin oğlundan ayılacak olmanın üzüntüsü, adeta akan kan olmuş yüzlerinden fışkırıyordu.
-Kadir, karşıdan oturduğu yerden annesine baktı.
-Olur, mu anne neden böyle karamsarsın, tabii ki geleceğiz, burası baba evimiz seni burada bıraktık diye üzülmeyeceğimizi sanıyorsun belki ileri’ de yerleşince sizleri de alır götürürüz demeye gönlünü almaya başladı. Fakat annesi yerinden yurdundan ayrılmaya hiç niyeti yoktu.
-Yok, oğlum yok, ben çok rahatım ben yerimden yurdumdan ayrılmam. Siz selametle gideceğiniz yere gidin, gittiğiniz yerde kendinizi sevdirin saydırın, millete vatana elinizden geldiğince hizmet edin bu bana yeter de artar bile. Amma bayramda seyranda arada bir de benim ziyaretime gelirseniz ben de buna hayır demem çok sevinirim oğlum memnun olurum dedi.
Akşam yemeklerinin sohbeti neredeyse hep Kadir in gideceği yer ve mesleği ile alakalı olmuştu. Kadir nereye gideceğini gideceği yeri bilmeden tahmin etmeye çalışıyor ve o yer hakkında yemektekilere bilinmeyen bilgiler vermeye çalışıyordu. Atlastan gideceğim yere baktım güzel bir yermiş, deniz kenarındaymış limon portakal kokan bahçeleri olan güzel bir ilçeymiş diyordu etrafındakilere..
Herkes yemekten kalkmıştı, evlerindeki tek gece eğlencesi, patlamış mısır yemek ve duvarda duran eski bir radyodan, arkası yarım ve haberleri dinlemekti.
Memleket Kıbrıs Türklerini kurtarma savaşından yeni çıkmış, Kıbrıs’ın sesi radyosundan memleketteki olayları takip ediyordu.
Radyoyu açtılar. Haberleri dinlemeye başladılar. Haberlerde, Kıbrıs’a göçmen Türk köylüsü yerleştirileceğinden ve istekli olanların başvurmasından bahisle konuşuluyordu.
-Kadir
“Acaba ben de mi gitsem, belki orada daha çok para kazanırım kim bilir diyerek güldü.”
-Annesi
Olmayacak duaya âmin deme oğlum oraya gidecek olanlar köyden kentten işsiz güçsüz insanlardır ben seni orası için okutmadım, bak ne güzel ataman da yapıldı, git biraz çalış sonra askerliğini de yap sana bir de kız bulup evlendirdik ‘mi gül gibi geçinip gidersin senin oralarda ne işin var diyordu.
-Sonra gülüştüler
-Şaka yaptım, şaka yaptım sesleri konuyu kapatmıştı. Radyo haberleri bitirmiş arkası yarın masallarını anlatıyordu ki annesi kalktı radyoyu kapattı.
-Kalkın bakıyım, kalkın yarın erkenden yola çıkacaksınız, yatın uyuyun diyerek Kadir ve onunla beraber gidecek olan ablasını da uyararak yatmalarını söyledi.
Annelerinin ikazı üzerine, kalkıp yatmışlardı Kadir yatmıştı ama uyumadan yeni görev aldığı yeri düşünüyor, oranın nasıl bir yer olduğunu hayal ederken uyuya kalmıştı. Ablası ise, uyanık bu güne kadar yalnız bırakmadığı annesini yalnız bırakmanın üzüntüsünü yaşayarak uyumuştu.
Sabahın ilk ışıkları pencereye vurduğunda, anneleri çoktan kahvaltıyı hazırlamış sofraya koymuştu gitti çocuklarını uyandırdı.
Kalkın, kalkın yola çıkacaksınız çabuk, çabuk diyerek sesleniyor üzerlerindeki yorganı kaldırıp bir tarafa atıyordu.
Aceleyle ve heyecanla kalkan Kadir ve ablası yüzlerini yıkadıktan sonra kendilerini kahvaltı masasında buldular.
Acele ile yenen yemekten sonra gitme vakti gelmiş, sokaklarının biraz ilerisinde köşede müşteri bekleyen paytonlardan birini çağırarak valizlerini paytona yerleştirdiler.
Otobüs terminaline doğru artık onların gitme vakti geldiğinden birbirileri ile sarılıp öpüştükten sonra annelerinin ellerini öpen Kadir ve ablası paytona bindiler.
Koşmaya hazır olan dimdik duran iki çift atlar sanki diğer atlarla yarışmaya çıkacakmış gibi, kulaklarını havaya dikmiş, üzerindeki sahibinin kırbacını vurmasını bekler gibiydiler.
Payton üzerindeki paytoncunun atlara vurduğu kırbaçla yaylanarak yerinden kalkarken bulundukları sokağın sabah sessizliği yerini, nal seslerine bırakmış ilerlemeye başladı.
Onlar sokaktan uzaklaşırken anneleri, onların arkasından yerlere su döküyor ve dudakları durmadan onlar için dua ediyordu.
Çok geçmeden, otobüs terminaline vararak kendilerini bekleyen otobüsteki yerlerine yerleştiler. Artık Kadir ve yanındaki ablası hiç görmedikleri bir yere gitmenin heyecanı içinde otobüsün kalkışını beklerken oturdukları yerden etrafı seyretmeye başladılar.
-Yardımcı otobüs kaptanı aşağıdan bağırdı.
-Aşağıda kimse kalmasın kalkıyoruz!
Artık gitme, yola çıkma zamanı geldiğinden, bindikleri modası geçmeye başlamış yaşlı otobüs, ağır, ağır bulunduğu terminalden çıkmaya başlamıştı.
Onlar için aşağıdan ne el sallayan vardı, ne’de bir mendil sallayan vardı. İki kimsesiz garip kardeş gibi, etraflarındaki olan bitenlere kalabalıktaki insanlara bakarken, otobüs gidecekleri yolda ilerlemeye başladı.
Yol uzundu, gittikleri yolda deniz kenarından kıvrım, kıvrım inişli çıkışlı yollarının etrafı yemyeşil ormanlarla görünürken, bir taraftan da masmavi bir deniz denizdeki mavi yeşil karışımı koylar, onlara giderken camdan görünecek güzel bir görsel oluşturuyordu.
Onlar iki kardeş başlarını birbirlerine yaslamış otobüsün içinde giderken etraftaki güzelliğe bakıyorlar fısıltıyla bu güzelliğin adından konuşup gidecekleri yerin de böyle bir yerde olduğunu, olabileceğini tartışıyorlardı. Sevinçliydiler mutluydular.
Güneş yavaş, yavaş yükselirken denizin üzerinde yansıyan güneşin güzel görselleri bunların dikkatli bakışları altında değişmeye artık kendilerini rahatsız etmeye başlamıştı.
Daha önlerinde gidecekleri uzun bir yol olduğundan perdeyi çekip, iki kardeş birbirine yaslandı derin bir uykuya dalmışlardı. Kadir rüya görüyor rüyasında varmak istediği yerin hayallerini görüyordu.
Bir ara uyandı gözlerini açtı onun uyanmasına kardeşi de uyanmıştı artık güneş cama vurmaz olmuş, deniz ve ormanlar tekrar görünür olmuştu.
Bindikleri yaşlı modası geçmiş otobüs, yolda arada bir duruyor, karşıdan gelenlere yol veriyor, sonra yerinden kalkıp tekrar yoluna gidiyordu. Yol oldukça dar ve bir o kadar tehlikeliydi, bir tarafında uçurumlar, diğer tarafında, ormanların yeşiliyle boyanmış yamaçlar yüksek dağlar görünürken, insanlara güzelliklerin yanı sıra korku da sunuyordu.
Böyle bir yolculuktan sonra, bindikleri araba birden hızlandı yol düzgün geniş ve iniş çıkış kalmamış sadece etraftaki narinciye kokulu bahçelerin içinde üzeri naylon kapalı seralar görünen bir yolun sonunda durdular.
Şoför kapıyı açmış geçmiş olsun yolumuz buraya kadar derken yolcular birer ikişer inmeye başladılar, iki kardeş bilmedikleri bu şehir inerek ellerinde valizleri şehrin sokaklarında otel aramaya başladılar.
Bu arayışları fazla sürmemişti şehir küçük olduğundan ve fazla otel olmadığından çabucak buldular. İçeri girip kendileri için bir oda istediler ve kendilerine verilen odaya çıkıp yerleştiler. Sonra balkona çıktılar etrafı gözetleyerek nasıl bir yer olduğunu nasıl bir yere geldiklerini öğrenmeye çalıştılar.
Etrafta bahçeler görünüyordu, şehirde öyle yüksek binalar hemen, hemen neredeyse yoktu en fazla iki katlı binalar vardı onların da çoğu bahçe içinde limon portakal ağaçlarının içine sokulmuş beyaz badanaları ile göz dolduruyordu.
Genç mühendis Kadir uzun, uzun dikkatli bakışlarla etrafı izledikten sonra ablasına döndü
-Güzel sakin bir şehir değil mi?
- Dedi.
Evet, amma, çok fazla sakin bir şehir baksana, sanki yeşilliğin içinde kaybolmuş gitmiş gibi burası. Sanki insan yok, çarşı Pazar yok dükkânları yok gibi bir yer.
-Dedi ablası.
Kadir onun öyle demesiyle balkondan eğildi tekrar etrafa bu defa dikkatli gözlerle bakmaya başladı caddenin sonundaki boş alanı ve etrafındaki tek katlı dükkânları ve bir de, iki katlı büyükçe binayı gördü. İşte bu küçük kasaba gibi şehrin, gerçek merkezi orasıydı ne varsa o meydanın etrafında vardı.
-Aha dedi işte şehrin merkezi yeri orası olmalı.
-Evet, evet olabilir dedi ablası. Bunu derken kendilerinin geldiği kendi çocukluğunu yaşadığı şehirle kıyaslıyor ne kadar küçük köy gibi bir yer diyordu içinden. Etrafa bakıyor gözleri bahçeler içindeki evleri süzüyordu.
Bu arada, bir serinlik oluştu ve ılık bir yel esmeye başladı esen yel burcu, burcu limon portakal çiçeği kokuyordu. Ağaçlarda çiçekler açmış bahçelerin arasından esen yele yapışmış şehrin sokaklarını mahallelerini dolaşıyor, içindeki tertemiz bahçe havası ile yosun kokusu ile insanları mutlu ediyor gibiydi.
Etraflarındaki çiçek dolu bahçelerdeki çiçeklerle denizin kokusu hissetmişlerdi.
Kadir ben deniz kokusu alıyorum yakınımızda deniz olmalı dedi çünkü gelirken hep deniz gördük, burada görünmese de uzakta olmamalı deniz şehrin yakınında bir yerlerde olmalı diye konuşuyordu yanında yoldaş olsun diye getirdiği ablası ile.
Üzerlerinde yol yorgunluğu olduğundan, fazla kalmadan yatıp dinlendiler, akşam olunca hem yemeğe gideceklerdi hem de geldikleri şehri dolaşıp göreceklerdi.
Öyle de oldu, akşam yaklaşmış, acıkmışlardı kalktılar giyindiler şehri gezmeye ve yemek yemeye çıktılar. Balkondan gördükleri cadde üzerinde gezerlerken, etraflarındaki barakadan farkı olmayan küçük dükkânlar dikkati çemişti.
Biraz daha gidince, bir lokanta gördüler lokanta dediysem öyle ahım şahım bir yer değildi. Akşamcıların gece yarılarına kadar yeyip içtiği küçük bahçeli bir yerdi. Girdiler bahçesindeki masalardan birine oturdular.
Bir garson bunlara yaklaştı
Siz burada yenisiniz galiba ne arzu edersiniz diye sordu
Kendilerine sunulan yemeklerden birkaç isim verdiler gelen yemekleri yerken yanlarına gelen garsonu soru yağmuruna tutmuşlardı. Garsondan şehrin nüfusunu olması gereken denizini, nerede ev bulabileceklerini şehrin caddelerini sokaklarını çalışacağı binayı daireyi hepsini sorup öğrenmişlerdi.
Genç mühendis kadir, çalışacağı dairenin olduğu binayı sorunca garson parmak işareti ile karşılarında bulunan meydandaki beyaz badanalı üç katlı binayı gösterdi.
Garsondan öğrendi ‘ki, şehrin kaymakamı adliyesi doktoru ne kadar idari kademe varsa, hepsi aynı binanın içindeydi.
Daha fazla bilgi almadan, otellerine gittiler o gece otelde kalıp otelci ile sohbetler ederek vakit geçirip, işe başlayacağı ertesi günün olmasını beklediler.
Gece yatıp sabah olunca, otelci vasıtası ile peynir ekmek gibi bazı kahvaltılıklar getirtip onları otelcinin yaptığı çayla yedikten sonra, Kadir ablasını otelde bırakıp çalışacağı daireye gitti üç katlı beyaz binanın içinde sıkışmış resmi makamlardan kendi yerini bulmuştu bir odaya sıkışmış teknik elamanlar diğer odada müdür çalışıyordu. Bulunduğu katın diğer odalarında başka daireler adliye nüfus hepsi sıkış tıkış oradaydı.
Genç mühendis Kadir, müdürün odasına girip kendisini tanıştırdı müdürün istemesi ile gelen çayı içtikten sonra bu yerde çalışacağı diğer odaya götürdü, odadaki yeni arkadaşları ile tanıştırıp, ona aynı odanın içinde arkadaşları ile beraber çalışacağı bir masa ayarlandı.
Toplam olarak üç teknik elamanın çalıştığı bir odaydı, birinin adı Ahmet diğerlerinin ismi Hasan ve Hüseyin iminde iki şahıstı. Ahmet kendi gibi yeni atanmış biri olduğundan diğerlerine göre buna daha yakın daha samimi davranıyordu. Amma Hasan ve Hüseyin mesleğinin kıdemlisi olduğu kadar, insanlara yüksekten bakan halleri ile dikkat çeken kişilerdi.
İşe başlar başlamaz kendisi ile ilgilenen Ahmet ile arkadaş olup ertesi gün olunca beraber sokaklarda oturacak ev aradılar.
Bulmuşlardı. Tam hem Kadri’n hem de onunla beraber kalacak olan ablasının tam istediği gibi bir yerdi. Bahçeli tek katlı küçücük şirin bir bina onlara yuva olmaya hazırdı.
Ahmet in de yardımı ile çabucak taşındılar çarşıdan yatak yorgan ve bazı eşyalar da alarak eve koydular düzenlediler artık bu evde kalacak sonra gidip kendisine verilen görevde halka köylüye çivtciye diğer arkadaşları ile beraber hizmet verecekti.
.. / ..
Devam edecek
Bölüm - 3
Gençliğin başında toy günümüzde,
Bir hatadır yaptık, hiç düşünmeden
Aşk bir ateş oldu’ da, içimizde
Bir hatadır yaptık hiç düşünmeden
Meğer yanılmışım, onu severken
Seviştim onunla hiç düşünmeden
Aşk nedir kalp nedir, bunu bilmeden
Bir hatadır yaptık, hiç düşünmeden.
Kadir bulunduğu ilçe küçük bir yer olmasına rağmen sevmişti etrafta yeşil bahçeler beyaz badanalı fazla yüksek olmayan yeşille haşır neşir olmuş bahçeli evlerin bulunması bulundukları yere bir şirinlik verirken büyükçe bir köy görüntüsü gibiydi.
Evlerine aldıkları üç beş parça eşyayı yerleştirdikten sonra, Kadir ablası ile beraber olup biraz ilerlerinde olan caddeye çıkıp, sağlarına sollarına bakarak bir yürüyüş yapıp etraflarında neler var, neler yok öğrenmek istiyordu.
-Kadir odada temizlik yapmaya çalışan hala bitmemiş eşya yerleştirmeye çalışan ablası Fatma’ya seslendi.
-Abla; işin bitti ‘mi?
-Az bir işim kaldı biraz sonra o da biter Kadir, neden sordun diye seslendi ablası içeriden.
-Yorgun değilsen akşam olmadan, şöyle bir yürüyüş yapıp etrafta ne var ne yok bakmak şehri tanımak istiyorum belki sen de benimle gelirsin diye sordum diye cevapladı.
-Ablası Fatma
-Ben de istiyorum gelmeyi az bekle hazırlanayım beraber çıkalım ben de merak ediyorum geldiğimiz yerin nasıl bir yer olduğunu dedi Kadir’in ablası karşılık olarak.
-Tamam, abla tamam, ben hazırım bahçedeyim sen’ de hazırlan gel beraber çıkalım, geç kalmayalım akşam olmadan bitirelim gezimizi dedi.
“Evdeki işleri bitmiş iki kardeş yan yana konuşarak şehrin ara caddelerinde dolaşmaya başladılar”
Etraftaki evler hemen, hemen hepsi bir köy evinden farksızdı bazılarının bahçesinde beyaz naylon örtülü seralar vardı, seralara diktikleri domates salatalık gibi fideler yeni boylanmaya başlamış halkın pek çoğu seralarının içinde toprakla fidelerle haşır neşir olmuş bir şeyler yapıyorlardı.
Etraftaki evlerin önlerinde teneke saksılardaki çiçekler açmaya başlamış şirin bir görüntü oluştururken kapı önlerindeki yerlere atılmış sergiler minderler dikkat çekiyordu.
Kadir ile ablası sanki iki kardeş değil de yeni evlenmiş çiftler gibi gezinirken karşılarından gelen bir kadın önlerinde durdu.
-Yavrum sizi buralarda daha önce ben hiç görmedim sizler kimlerdesiniz hele bir deyiverin de bileyim.
Dedi.
Fatma kadına cevap verdi
“Biz yabancıyız teyze, yeni geldik buraya etrafı tanımak için gezmeye çıktık şöyle bir dolaşalım dedik de şimdi dolaşıyoruz dedi.”
Kadın!
O zaman gelin size, evimde bir çay kaynatayım içelim tanışalım hatta birlikte akşam yemeği yiyelim evim bak şurası gördünüz’ mü şu bahçedeki beyaz badanalı önünde portakal ağaçları olan ev benim dedi.
Kadir aslında istiyordu, bu teklif karşısında hoşlanmış buradaki insanları daha yakından tanımak, onların nasıl bir millet olduğunu örf ve adetlerini öğrenmek hoşuna gidecekti.
-Fatma ondan önce davrandı.
“Sağ ol teyze, sağ ol başka bir gün diyerek, geçiştirmek istedi amma, bu karşılarındaki tanımadıkları yaşlı bayan ısrarlıydı. Görmüş geçirmiş, misafirleri seven biri olduğu her halinden belliydi.”
Kadın ısrar ediyordu.
Olmaz evladım hiç değilse, birer bardak çayımı içmeden bırakmam sizi mademki mahallemize yeni taşındınız belli ki evlisiniz sizi asla bırakmam diyordu.
Fatma
Yok, yok biz kardeşiz diyerek yanlış anlamayı düzeltti ama kadın yine de ısrarında devam ediyordu. Kadir içinden gitmeyi istediği için abla teyzeyi kırmayalım, bir bardak çayını içelim derken kadın haydi gelin bakalım diyerek önlerine düştü ve önü çalılarla çevrilmiş bahçeden içeri kadın önde bunlar arkada girdiler.
Ilık tatlı bir ilkbahar havası vardı yeşillikle iç içe girmiş yeşilin ortasında küçük bir saraycıktan farkı olmayan bu mütevazı evin önünde durdular.
“Kadın misafirleri için içeriden, birkaç sandalye çıkardı, portakal ağacının altındaki onların seki diye tabir ettikleri yere koydu. Önlerine de içerden birkaç sehpa getirip koydu ve ben çayı hemen demlerim diyerek sonra içeri girdi, fakat onu Fatma yalınız bırakmadı beraber hazırlayalım diyerek ev sahibinin arkasından o da içeri daldı.”
-Kadir dışarıda onları beklerken etrafına bakınıyordu.
Evin sağında solunda portakalla limonlar çiçek açmış öyle bir kokuyordu’ ki Kadir o güne kadar böyle güzel kokan bir bahçe görmediğinden hayran kalmış serin esen akşam yelinin içindeki bu hoş kokulu havayı sindire, sindire içine çekiyordu.
Az sonra bahçe kapısından bir bayan içeri girmiş onlara doğru gelmeye başlamıştı. Mavi gözlü oldukça yakışıklı olan Kadir’i evlerinin önünde görünce şaşırmış merakla ona baka, baka eve doğru yaklaştı.
Kim olduğunu sormadan içeriye girdi annesinin yanında Fatma ile konuşurken görünce, bir daha şaşırdı.
Anne!
Misafirlerimiz var herhalde kim bunlarda diye daha sormadan annesi kızına onu tanıştırdı bu Fatma buraya yeni taşınmışlar, abisi mühendismiş buraya tayin olmuş az ileride ev tutmuş yerleştirmişler dolaşırlarken gördüm sağ olsunlar beni kırmadılar bir akşam çayı içmek için evimize geldiler dedi.
Fatma kızımla şimdi beraber çay içeceğiz iyi ki sen’ de geldin haydi üstünü başını değiştir çaylarımızı, getirmek senden olsun biz mühendis beyi dışarıda yalnız daha fazla bekletmeyelim diyerek dışarı çıktılar boş bekleyen sandalyelere oturdular.
Adını sonradan öğrendikleri evin kızı Leyla, üzerindeki elbiseyi değiştirip kendisine biraz çeki düzen verdikten sonra ellerinde çay dolu bardaklarla dışarı çıktı. Çayları misafirlerine dağıttı.
Leyla ilk defa gördüğü, Kadir’e çayını verirken, gözleri üzerinde ona bakıyordu. Bir ara göz göze geldiler, fakat belli etmeden Kadir çayı genç kızın elinden aldı sehpanın üzerine koydu.
Kadir ve ablası ilk olarak tanıdıkları kiraladıkları evin az ilerisinde bulunan bu aile ile burada tanışmış oldular çaylarını içtiler isimlerini kim olduklarını kendilerinin kim olduğunu söyleyip edindikler bilgi ile tekrar gezmeye çıkarken Kadir’in ablası evin annesi ve kızına sarılıp öpüştükten sonra kaldıkları yerden yürüyüşe geçtiler.
Giderken konuşuyorlardı, Kadir ablasından evin hanımı ile neler konuştuğunu soruyor öğreniyor, ablası da öğrendiklerini anlatıyordu.
Öğrendiklerine göre evin bir de oğlu varmış fakat bu oğlu bir kavgaya karıştığından adam yaralamaktan şimdi ceza evinde yatıyor onun çıkmasını bekliyorlarmış. Bir başka oğlu ‘da evli bırakıp geldikleri dağ köyünde hayvancılık yapıp orada oturuyor arada bir bunları ziyarete geliyormuş.
Kızları Leyla ise, okumuş şimdi bir sağlık görevlisi olarak köy guruplarında çalışıyor köylerden birinde tuttuğu evde yalnız yaşıyor arada bir ya da hafta sonları anne evine gelip şehirden ihtiyaçlarını alıp tekrar gidiyormuş.
Fatma kardeşi Kadir’e bunları anlatarak gederken, güneşin batmakta olduğunu, limon portakal ağaçlarının arasından sızıp gelen kızıl ışınlardan anlamışlardı.
- Kadir
-Geç oldu dönelim mi?
-Fatma
-Dönelim, daha eve varınca yapacak işlerim’ de var saten.
-Dedi.
Döndüler bunlar bu şehirde yeni kiraladıkları eşya yerleştirmeye çalıştıkları bahçeli evlerine doğru gezinti halinde yavaş adımlarla yürümeye başladılar. Etraftan bahçelerindeki işlerini bitirmiş ellerinde çapalarla yorgun yüzlü insanlar gelip geçiyordu.
Kırık dökük haliyle çok eskiden döküldüğü kolayca belli olan asfalt yolda yürürlerken, kendilerini sanki bir dağ köyünün tozlu yolundaymış gibi hissediyorlardı. Hayvan pislikleri, kum çakıl taneleri ne ararsan vardı.
Güneş bahçeleri kızıla boyayarak batarken eve varmışlardı. Onlar yeni evlerinde yarım bıraktıkları, eşya yerleştirmeye, kaldıkları yerden başlarlarken biraz önce çaylarını içtikleri evin tek kızı Leyla’ da Kadir’in iri mavi gözleri ile kendisine çayı elinden alırken bakışlarından göze gelmelerinden etkilenmiş Kadir’i hayal ediyordu. Kendince çeşitli hayaller kuruyor, tekrar bir araya gelebilmek için adeta can atıyordu.
-İki de bir annesine, soru soruyor
-Kimdi onlar anne, sen nereden tanıdın onları çok cana yakın birine benziyor, İsmi Fatma olan kız, acaba onunla ben arkadaş olabilir’ miyim biliyorsun haftada bir geldiğimden buradaki komşu kızları ile pek samimi olamadım onunla belki olurum
-Deyip duruyordu.
“Tabii dedi annesi neden olmasın, hele yarın olsun bir yemek yapar götürürüz, ne de olsa onlar yeni geldiler mahalle komşusu olarak, bizlere de onların bu ilk günlerinde ne ihtiyaçları varsa sorup yardım etmek düşer demeye başladı.”
Leyla’n yüzleri gülüyordu, fakat içindeki bu sevincini annesine belli etmemeye çalışıyordu.
İyi olur anne iyi olur doğru düşünüyorsun
Diye cevaplıyordu.
Kadir ve ablası aynı gün, evlerindeki aldıkları ve getirdikleri eşyalarını eve yerleştirmişler mutfağa geçip beraberce menemen yapmaya başlamışlardı. İlk günlerinde lokantaya gitmek yerine bunu seçmişler, yemişlerdi.
Yerken konuşuyorlardı.
Gördün ya abla ne kadar iyi imiş buranın insanları, daha bizim kim olduğumuzu tanımadan bizi evlerinde çaya yemeğe davet ettiler kapılarını açtılar bizimle dostane sohbet ettiler bizden hiç çekinmediler. Bizim oralarda olsa, aç kalsan bir damla su verecek insan çıkmaz, kimse düşmüşe yabancıya kapısını açmaz ben sevdim burayı diyordu.
-Ben de sevdim dedi ablası ve anlatmaya başladı.
-Kızlarını gördün ‘mü ne kadar samimi konuşuyor bizimle, sanki yıllardır bizleri tanıyormuş gibi bir hali vardı hem de güzeldi. Kıpkırmızı yanaklar, iri siyah gözler bele kadar sarkan o güzel bakımlı saçlarıyla göz dolduruyordu bu güne kadar neden evlenmemiş şaşmıştım.
Diye konuşurken yemeklerini yediler bitirdiler. Kadir ablasından önce kalkıp sofrayı toplamaya başladı amma ablası bırakmadı.
Dur hele dur, erkek halinle sen kadın işine karışma, sen şöyle bir kenarda otur, ben toplarım biraz sonra’ da bir kahve yapar getirir beraber sohbet ederken birlikte içeriz diyordu.
Kadir içinden Leyla’ ı düşünüyordu, keşke o da şimdi burada olsaydı çekici alımlı hem de güzel bir kıza benziyor diyor, bir taraftan da onları yalnız bırakan, ceza evine girmiş olan hiç tanımadığı annesinin kendilerine evlerinde anlattığına göre, mizaç olarak söz dinlemez kavgadan öldürmekten geri durmaz abilerini düşünüyordu.
Annesi oğullarını onlara anlatırken onların ne kadar söz dinlemez gözü kara biri olduklarını küçüğünün bu yüzden hapse düştüğünü söylemişti. Kadir içinden acaba diyordu, şimdi ben bu evin kızına âşık olsam sevsem, abileri razı olur’ mu diyordu.
Neden olmasın diyordu, Kadir okumuşum, koskoca bir mühendis olmuşum benden iyisini mi bulacaklar deyip düşünürken günün yorgunluğunu kaldıramayarak uykuya daldı uyudu.
Sabah olmuş dışarıda ılık bir yel esmeye başlamıştı. Yel etrafın çiçek kokusunu toplamış, denizden başlamış dağlara Toroslara doğru taşıyıp götürüyordu.
Henüz bahçesinde, çiçek falan olmayan yalnızca birkaç portakal ve bir de, daha çiçeği açmamış manolya ağacı olan yere koydukları küçük iki üç kişilik küçük ahşap masanın üzerine sade peynir zeytin ve dünden kalma ekmekten ve bir de annelerin yapıp gönderdiği reçeli koydular kahvaltılarını yapmaya başladılar.
Bir gün önce dairede yeni tanıştığı Ahmet Bey, koltuğunun altında bir paket, biraz ekmek peynir almış karşıdan bunlara doğru gelirken görünmüştü. Ahmet Bey evi bildiğinden bunların ihtiyaçları olabileceğini düşünmüş birkaç parça eşya ile yanlarına geldi.
OO, siz çoktan yerleşmiş, kahvaltıya başlamışsınız bile, ben de kendimce diyordum’ ki, bunlar yeni geldiler, kahvaltı yapmamışlardır fırından taze ekmek ve bir şeyler alıyım götürüyüm dedim.
-Diyerek masaya yaklaştı.
-Onları ayakta karşılayan Kadir bir yer gösterip oturttu hoş beş edip işlerle ilgili konuşmaya başladır, Kadir yapacağı görevle ilgili bilgiler toplarken diğer arkadaşları hakkında’ da bilgi alıyordu. Mesai arkadaşların hepsi evliymiş ve onların hiçbiri akşam olunca evinden dışarı çıkmaz, evlerinde ailesi ile birlikte otururlarmış olduğunu anlattı. Kadir onun sözlerinden hoşlanmamıştı, evde ablasının yalınız kalacağını düşündü.
Arkadaşına gecelerini nasıl geçirdiklerini soruyor, Ahmet bey de, cevap veriyordu. Şehirde evden bozma, küçük bir mahallî var oraya şehrin ileri gelenleri ile bazı memur takımı geliyor bazen bizler de oraya gidiyoruz, biraz oyun falan oynadıktan sonra hava kararmaya başlayınca evlerimize gidiyoruz dedi.
Başka türlü vakit geçmiyor çünkü buralar çok sıcak olduğu için yaz mesaisi uygulandığından yaz günlerinde gündüz saat 15 der demez iş yerleri tatile giriyor. Kimisi soluğu denizde alıp denize giriyor kimisi de, yaylara gidip geliyor. Saten buranın halkının yaz olunca çoğu yaz aylarını yaylalarda geçiriyor diyerek anlatıyor, bulundukları bu küçük şehir ve halkından bahsediyordu.
Gerçekten de, mevsim bahar olmasına rağmen henüz daha guşluk vakti olmadan sıcak bir hava bastırmaya başlamıştı. Az önceki serin hava kesilmiş, yerini bahar sıcağa bırakmıştı. Amma sıcak güneşli de olsa güzeldi. Bahçelerin açılmış çiçeklerden dolayı bahar kokusu geceleri yağan yağmurdan sonraki toprak kokusu, yaşamak nefes almak için her şeye değerdi.
Kahvaltı bitince, iki yeni arkadaş kalktılar, beraberce çalıştıkları daireye gittiler. Oradaki ilk işlerine beraber başladılar.
Yolda giderken sağlarından sollarından adamlar geçiyor Ahmet bey’e merhaba Ahmet Bey diyerek selamlaşıyorlardı öyle çok seveni görünüyordu’ ki neredeyse herkes tanıyordu. Çok geçmeden şehir meydanı dedikleri yere geldiler, meydanın etrafında sıralanmış küçük, küçük dükkânlar, Kadir’in dikkatini çekmiş, arkadaşına onları soruyor gördüğü dükkânlar hakkında bilgi alıyordu.
Biraz ileride sarı bir bina dikkatini çekmiş üzerinde olan levhadan oranın şehrin ziraat bankası olduğunu okumuştu. Onun yanında’ da yine sarı yazısı ile belli olan postane görünüyordu. Az daha gidip, üç katlı binanın önünde durdular Ahmet bey Kadir beyin yüzüne baktı ona besmele çekmesini söyledi.
Haydi, bakalım, ilk adımını atmadan bir besmele çek, bundan sonra her gün bu binayaya girip çıkacaksın belki hayatının en güzel günlerini bu binanın içinde yaşayacaksın diyordu.
-Doğru diyorsun da dün işe başlamak için girdim dedi.
-Ahmet karşılık verdi.
“Olsun, olsun dünkü sayılmaz esas bu gün başlıyorsun arkadaşlarla tanışacaksın, bu binanın içinde oturanlarla çalışanlarla müdürlerle daha çok kişiyle tanışacaksın öyle işini takip eden köylüler gibi girip çıkmayla olmaz dedi.”
Beraberce birkaç basamak çıktıktan sonra, açık iki kanatlı kapıdan girdiler içeride sağa sola uzanan bir koridor vardı tam ortasında karşılarında da üst katlara çıkan iki taraflı merdivenler görünüyordu. Çıkarken Ahmet Bey kattakilerin adliye mensubu kişiler olduğunu bu katın adliyeye ait olduğunu söylüyordu.
Beraberce ikinci kata çıktılar, birkaç oda ileri geçtikten sonra, beraber oturup devlete halka hizmet vermek için çalışacakları büyükçe bir odaya girdiler.
Diğer mesai arkadaşları olan, teknik elamanlar ondan önce gelmiş yerlerine oturmuşlardı. Müdür beyin aynı odaya bir gün önceden koydurttuğu masaya da Kadir Bey yerleşti, oda arkadaşlarıyla teke, teker tanışarak, kendisini tanıttı. Arkadaşları merak içinde sorular sorup dururken, verdiği cevaplarla onların meraklarını gideriyordu.
Ahmet Bey, zile bastı az sonra içeriye, kılık kıyafetinden fakir olduğu belli olan, uzun boylu orta yaşlı biri girdi.
Buyurun efendim.
Kadir bey herkesten evvel hepimize çay dedi. Adam deneni anlamış çıkıp giderken, arkasından bağırarak, çaylarımız şöyle tavşankanı gibi olsun yoksa yakarım canını diyerek azarlar gibi yaptı. Adam arkaya dönüp, şöyle bir göz ucuyla Ahmet beye bir bakış baktıktan sonra ses çıkarmadan kapıdan çıktı.
Çaycı çıktıktan sonra, arkasından odadakiler konuşmaya başladılar biri, çaycının çok iyi çay yaptığını söylerken bir diğeri beğenmediğini söylüyordu derken çaycı bardaklara doldurmuş çay tebsisini sallaya, sallaya içeri gidi.
-İçerdekilerden biri bağırdı
-Ulan sallama şunu, saten bardakların çok küçük, onun’ da yarısını sallarken yolda dökeceksin bardaklarda içecek bir şey kalmayacak diye çaycıya bakıp söyleniyordu amma onun umurunda değildi, Yine sallaya, sallaya bardakları götürüp birer, birer masaların üzerine koydu. Kadir beyin masasına koyarken eğilip ona hoş geldiniz beyim sizinkini özel yaptım demeyi’ de ihmal etmemişti.
Çaylar gerçekten güzeldi uzaktan bakıldığında ateş parçası gibi görünüyor mis gibi kokuyordu, bardakların iyi yıkandığı belliydi. Onlar daha çaylarını bitirmeden kapı açıldı, içeriye çay getiren ismini içerdekilerden öğrendiği Bayram efendi tekrar girdi. Kadir beye doğru dönerek ona müdür beyin kendisini istediğini söyledi.
-Kadir bey şaşırmış arkadaş olduğu Ahmet beye bakıyordu
-Bu adam hem çaycılık, hem odacılık mı yapıyor yoksa dedi
-Evet dedi Ahmet Bey, görüyorsun binanın içi tıkış, tıkış fazla adama bu binada yer yok, hele ayrı, ayrı oturacak hiç yer yok derken Kadir bey kalktı, müdürün odasına gitti.
“Kısa boylu sarışın, orta yaşlı biraz da göbekleri olan Ahmet beyden öğrendiği politikacıların emrinden çıkmaz dediği, namazında niyazında dediği bu müdürleri, onun verdiği selamı oturduğu yerden az ayağa doğrularak alırken, Kadir beye yer gösterdi ve o da oturdu.” -Hayırlı olsun, başladın her halde, ev bulup yerleştin mi bari diyerek sorular sormaya başlamıştı.
“Kadir bey daha doğru dürüst tanımadığı müdürünün sıkıcı sorularına cevap veriyor kendisini mahkeme salonlarında soru yağmuruna tutulan bir tutuklu gibi hissediyordu”
“bir hayli konuşup, müdürün söylediği çayı içtikten sonra müdüründen işleriyle yapacakları ile ilgili nasihatler aldıktan sonra, müdürünün isteği üzerine ilk maaşını ve yolluğunu alması için onu mal müdürüne yönlendirildi.
Kadir bey teşekkür ederek, dışarıya çıkarken hiç tanımadığı mal müdürünün yanına yalınız gitmek istemiyordu aşağı kata indi durumu arkadaşına anlattı Ahmet beyi de alarak mal müdürünün yanına beraberce gittiler.
Mal müdürlüğünde çalışanların hepsi bir odanın içindeydiler, başköşede müdürleri otururken diğer memurlar da yan yana tespih gibi dizilmiş oturuyorlardı.
Meraklı bakışlar altında içeriye girip, karşıda duran kısa şişman mal müdürüne doğru giderken, mal müdürü yeni atandığını bildiği Ahmet beyin yanındaki Kadir beyi ayakta karşıladı. Gösterilen yerlere oturduktan sonra, ısmarlanan çayları içtiler sohbet edip karşılıklı tanışmışlardı.
“Müdür onlara, hazırlanmış bazı evrakları imzalattıktan sonra, onları aynı odada az ilerdeki vezneye yönlendirdi. Vezne aynı odanın içinde önündeki camdan dışarıdan gelenlere para alıp verdiği bir yerdeydi. Gittiler oradan paraları çekip tekrar kendi odalarına doğru yürüdüler. Giderken Ahmet Bey arkadaşına, diğer odalarda ona kimlerin oturduğunu ilçe kaymakamının oturduğu yeri, ilçe doktorunun yerlerini göstere, göstere çalışma odalarına giden, merdivenlerden aşağıya indiler”
Öğlen olmuştu. Kadir beyin aklında kendisine çok yardımcı olan arkadaşını yemeğe götürmek vardı. Aslında onu ablası bekliyordu amma arkadaşının bu kadar yardımından sonra bir öğlen yemeğinde yanında olmasının daha doğru olacağını düşündüğünden onu da alarak beraberce dışarıya çıkıp biraz ilerdeki lokantaya gittiler.
Lokantacı Ahmet beyi tanıdığından, onları kapıda karşıladı şakalı sözlerle onlara yol gösterip içerdeki yemeklerini tanıttıktan ve siparişlerini aldıktan sonra onları götürdü güzel manzaralı yeşillikler içindeki bir masaya oturttu.
Ahmet Bey bu yanlarında yanı başlarında dikilmiş duran kendisi ile sohbet eden, iri cüsseli şişman üzerinde beyaz önlüğü bulunan lokantacıya yanındaki arkadaşı Kadir beyi tanıttı.
-Tanıyorum dedi lokantacı.
-Kadir şaşkın, şaşkın yüzüne baktı
-Tanıyor’musun?
-Evet, tanıyorum daha önce geldiler lokantamda yemek yediler hatta yanında bildiğim kadarıyla, uzunca boylu güzelce bir’de bayan vardı dedi. Doğruydu, Kadir Bey ilk geldiğinde otelden çıkıp etrafı ablası ile gezerken burada yemek yemişlerdi. Birden ablası aklına geldi, acaba şimdi yalnız başına evde ne yapıyordur diye düşünmeye başlarken onun için çabucak yemeklerini yer yemez vakit geçmeden eve paketleyeceği yemeği götürmek onunla aldığı maaşından dolayı sevincini paylaşmak istiyor yemek yerken onu düşünüyordu.
“Oysa o anda, evdeki ablasının yanına, bir gün önce yol boyunda tanışmış oldukları, Leyla’nın annesi Hanife hanım gelmiş, gelirken yanında birlikte getirdiği, kendi elleriyle özene bezene uğraşıp yaptığı böreklerle, bahçedeki masanın yanındaki sandalyeye beraber oturmuşlar masada sıcak çay ve börekler onu bekliyorlardı.”
Kadir bunlardan habersiz, yangından mal kaçırır gibi acele ile yemeklerini yerken karşısındaki arkadaşı onu izliyordu.
Ne bu ya, boğulacaksın yavaş ye deyiverdi.
Yok, dedi.
Sen yavaş ye, yavaş, ama benim hızla yeyip eve ablama yemek götürmem lazım onun hızlı yiyorum diyerek arkadaşından özür diliyordu. Yemekleri bitmiş hesabı ödemeye giderken Ahmet Bey arkadan bağırdı.
Hesaplar benden sakın sen ödeme, bir an evvel madem gideceksin git ablana, ben burada hesapları öderim sen daha yenisin diye seslense’ de. Kadir bey olmaz diyerek, bu benim ilk maaşım hesapları ben ödeyeceğim diyerek,
Gitti hesapları ödedi ve hazırlattığı paketle doğruca ablasının beklediği evinin yolunu tuttu.
Hızlı adımlarla gittiği yoldan tanımadığı insanlar gelip geçiyor kimmiş bu yabancı diye buna bakıyorlardı. İlçe çok küçük kasaba gibi bir yer olduğundan, neredeyse şehirdeki mahallerdeki herkes birbirini tanıyordu.
Kadir bey çok geçmeden eve vardı yoldan saparak, kardeşinin bulunduğu eve doğru yöneldi. Karşıdan baktı ki evin önündeki masaya yiyecekleri sıralamışlar, Kardeşi yanına gelen Hanife teyzeyle birlik olmuş onu bekliyordu.
Ablası karşıdan seslendi
Nerde kaldın Kadir, çoktandır seni bekliyoruz seni gelecek beraber yemek yiyeceğiz diyerek yemekleri getiren Hanife teyzeye bir baktıktan sonra masadaki yemekleri gösterdi.
Masadaki yemekler güzel görünüyordu. Hele Hanife teyzenin kendi elleriyle yaptığı, tereyağlı kıpkırmızı nefis böreklerin kokusu ona az önce yediği, yemekleri unutturmuştu. Yanında getirdiği yemek paketini masanın üzerine bıraktı.
-Bu ne?
“Yemek, ben yemeğimi bu gün bir arkadaşla lokantada yedim. Hani sen’ de tanıyorsun ya onu, Ahmet beyi, işte onunla birlikte yedim. Seni beklemesin diye onu lokantada bırakıp, çabucak senin için yaptırdığım yemeği’ de eve getirdim aç da, sıcak, sıcak yensin. Madem Hanife teyze’ de gelmiş, onunla beraber olup yanına çay doldurur yersiniz dedi. Amma gözlerini nar gibi kızarmış böreklerden bir türlü ayıramıyordu. Bir parça aldı, iştahla ağzına kattı.
Hanife teyze görünüşü konuşması ile tatlı bir kadındı. İlerlemiş yaşıyla hoşsohbet biri olduğu görünen içinde hapse düşen oğlunun tasasından başka hiçbir dert taşımayan namazını zamanında kılıp dualarını yapan oruçlarını tutan bir bayandı.
Onunla selamlaşıp hal hatır sorduklarından sonra oturdu onunla biraz sohbet etti. Bu tatlı kadın ona doldurulan çayı içerken yalnızlığın zor olduğundan kızının her gün eve gelemediğinden başına bir iş gelmesinden korktuğundan falan anlattı.
Ablasına döndü biraz içeri gelir’ misin diyerek, Hanife teyzeyi dışarıda bırakıp, evin içine girdiler.
Kadir bey, iş yerinden aldığı maaşından, yolluğundan, o gün dairelerde olanlardan bahsediyor, cebinden çıkardığı paralardan bir kısmını ablasına veriyordu.
Dışarıya çıktıklarında biraz uzaklarında bahçelerin arasındaki camiden okunan öğlen ezanının sesini duydular.
Hanife teyze oturduğu yerden ayağa kalktı, müsaade istedi kendilerini eve oturmaya beraber yemek yemeye’ de davet ederek, artık geç oldu deyip evine gitmek istediğini söyledi. Aldığı izinle ayağa kalkmış oradan evine doğru gitmeden önce, kadir beyin ablası Fatma ile kucaklaşmıştı Öpüştü onun kendi evine’ de gelmesini ısrarla isteyerek namaz vaktini de bahane ederek evine gitti.
Kadir bey onu evine yollarken elini öpüyor, yine gelmesini ablasını yalınız bırakmamasını istiyordu.
Devamı gelecek saygılarımla.
A Ş K A -İ H A N E T
BÖLÜM -5-
Hayat denen işte, uzun bir yoldur
İnişi çıkışı, oldukça boldur.
Aşk vardır meşk vardır, yaşan yerde
Dert varsa çekilmez, çünkü o çok zordur.
Hanife teyze evine gittikten sonra iki kardeş, aralarında onun Kızı Leyla’dan konuşmaya başladılar Kadir o neden gelmedi acaba diyerek merakla ablasına soruyor aldığı cevaplarla içindeki merakını belli ediyordu.
-Ablası
-Çok mu beğenmiştin de soruyorsun?
-Evet, güzel kızdı, onun da annesi ile geleceğini sanıyordum ama görüyorum ki gelmemiş.
-Ablası
“Annesi anlattı bana, köy gurubunun merkezinde kendine küçük bir ev tutmuş, hafta içinde orada oturuyormuş, sadece hafta sonları eve gelip gidiyormuş. Bir motorlu bisikleti varmış onunla, köyleri dolaşıp köylerdeki acil hastalara bakıyormuş belki bu hafta sonunda o da gelir diyerek kardeşinin meraklı sorularını cevaplıyordu.”
“Doğruydu. Bunların bulunduğu iki kardeşin Hanife teyze gittikten sonraki konuştuğu saatlerde, Leyla bulunduğu iş yerinde evlerinde gördüğü, Kadir beyi hayal ediyor, onun iri mavi gözlerinin kendi üzerinde bıraktığı etkiyi üzerinden atmamış, işinden çok onu düşünüyordu.”
Tanışmam arkadaş olmam lazım onunla diyordu içinden.
Kadir ve onun evlerinde kendi yokken yalınız bıraktığı ablası uzun müddet Leyla ve annesi Hanife teyze hakkında konuştuktan sonra evden ayrılıp, tekrar iş yerine gitti.
Olan bitenleri iş yerindeki yeni arkadaşı Ahmet’ e anlatıyor, Leyla hakkında konuşurken ağzı kulaklarına değiyordu. Ondan hoşlandığını gösteriyordu.
Kadir çalıştığı iş yerinde artık bey olmuş, yavaş, yavaş çevrede tanınmaya başlamıştı arkadaşları ile köylere gidip gelmeye köylülere okulda öğrendiklerini anlatmaya onlara bilgisel olarak yardım etmeye çalışıyordu.
Bir gün müdürleri buna bir görev verdi. Kendisine verilen bir dilekçe ile köylerden birinde bir vatandaşın, bahçesindeki meyve ağaçlarının bilinmeyen kişilerce kesildiğini bunun da zarar ziyan hesaplarının arkadaşı ile birlikte yerinde tespit edilip yapılarak kendisine mahkemeye arz edilmek üzere geniş çaplı detaylı bir rapor hazırlanıp sunulması isteniyordu.
Kadir daha yeni bir mühendis olduğundan yanında Ahmet beyi de görevlendirmiş bu işi ikisi beraber yapacaklardı.
Ertesi gün hazırlıklarını yapıp, şikâyetçinin piyasadan kiraladığı Landrower marka arabaya bindiler ilgi konusu olan köye gitmek için köye doğru yola çıktılar.
Arabanının içinde konuşa, konuşa giderken kadir bey şikâyet sahibinin anlattıklarına şaşırıyor kızıyordu. Komşunun komşuya olan kızgınların bahçedeki ağaçları keserek bu devirde böyle bir intikam alınmasına bir türlü anlam veremiyordu.
O gün köye varmışlar, şikâyetti cinin isteği üzerine arkadaşı Ahmet beyle beraber, bahçeden kesilen ağaçları birlikte tespit edip arabalarına binip şehre tekrar döndüler. Ertesi günü gerekli raporları hazırlayıp müdürlerine sundular.
Kadir bey in bundan sonraki iş yerindeki çalışmaları buna benzer işlerle yoğunlaşıp giderken günler aylar geçmeye başlamıştı.
Bir gün akşam olmuş iş yeri çıkışında eve gittiğinde, Yine evlerinde Hanife teyze vardı. Biraz konuşup sohbet ettikten beraber yemek yedikten sonra Hanife teyze yalınız olduğunu canı sıkıldığını kız kardeşinin o gece hiç değilse biraz yanında kalmasını istiyordu. Bu durum onun bu isteği, Kadir beyin de hoşuna gidince, o akşam kendinin de Ahmet beyle buluşup şehir lokaline gitmesi canı istemişti.
-Kadir
“Neden olmasın olur tabii ablam isterse seninle gitsin ben de çarşıya giderim Ahmet beyle buluşur biraz dolaşırız sonra da gelir ablamı sizden alırım diyerek bu isteği onayladı.”
Taraflar isteklerinden anlaşmadan memnun, anlaştıktan sonra, kadir bey onlardan ayrılıp Ahmet beyle buluşmak üzere yerinden kalktı onun bulunduğu eve gitti.
“Ahmet Bey evinde yoktu, kapıyı birkaç kez çalıp açan olmayınca geri dönüp, olabileceğini düşündüğü şehir kulübü dedikleri yere doğru yöneldi, dar ve köhne sokaklar içinde bulduğu kulüp binasının ahşap basamaklarından gelen, gıcırtılı kırık tahta seslerine aldırmadan üst kata çıkıp kapıyı açtı.”
İçeride beş altı masa üzerindeki mavi renkli çuha bezlerin etrafında sıralanmış kâğıt oynayan insanları görünce, kapının açılması ile dikkatleri üzerinde toplayanlardan biri Ahmet beydi. Yerinden kalktı, Kadir beyin, kolundan tutarak oyun oynadığı masaya götürdü. Masasının yanına oturttu sonra onu oyun oynadığı diğer arkadaşları ile tanıştırdı.
Birlikte oyun oynadığı kişilerden üç kişisi şehrin memurlarından olurken, içlerinden biri şehrin ileri gelen mal mülk sahibi zengin biri olduğunu sonradan öğrendiği kişiydi.
Bu kişi yanındaki çilingir sofrası dedikleri yerden hem içkisini içiyor hem de oyun oynuyordu. Diğerlerinden bazıları da ona uymuş aynı şekilde oyun oynuyorlardı.
Bu köhne yapılı ahşap binanın ikinci katındaki lokaldeki kişiler içinde bulundukları sigara ve anason kokusuna hiç aldırış etmeden, oyun oynarlarken masadaki oyunculardan, adının Bekir Sami olduğunu söyleyen kişi garsonu çağırdı kulağına bir şeyler söyledi.
Çok geçmeden odadaki dış kapı açıldı yeniden bir kişi, ellerinde meze ve yemeklerle içeri girdi buna doğru yönelirken kulüp garsonu bir sehpa alıp götürdü Kadir beyin önüne koydu yemekleri oraya koymasını söylerken kendisi de önceden hazır ettiği yetmişlik bir rakı ve bardakları alıp götürdü yemek ve mezelerin yanına koydu.
“Kadir bey şaşkın, şaşkın önüne dışarıdan gelen hiç anlam veremediği mezelere ve yanındaki baharat kokan nar gibi kızarmış etli yemeklere bakarken şaşkındı.”
Daha çok yakından tanıdığı Ahmet beyin gelenlerden dolayı yüzüne merak içinde baktı.
Ahmet durumu anladığından, Bunlar sana Bekir Sami abimizin ikramıdır o her yeni tanıdığı kişiye böyle yapar bir ikramda bulunmadan edemez diyerek övgülü sözler söylüyor diğer taraftan’ da oynadığı oyuna devam ediyordu.
Bekir Sami Bey, Kadir beyin şaşkınlığını görmüş gelenlerden yemesini kendisinin her misafire böyle davrandığını söylüyor eline aldığı şişeden bardaklarına su ve rakı doldurup içmesi için kendi rakı dolu bardağını Kadir beye uzatıp tanışmamızın şerefine derken Kadir bey olanlardan mutsuz ben içki kullanmam demeye başladı.
“Kadir bey ısrarlara dayanamayarak birkaç yudum içmeye çalışırken zorlanıyordu. Arkadaşının bardağındaki içkiler bittikçe, şişedeki içkiden onun bardağına kimse görmeden doldurup duruyor bir an evvel şişedeki içkinin bitmesini istiyor gibiydi.”
“Halinden ve oradaki durumlardan hiç hoşnut olmayan Kadir Bey, içinden ben buraya bir daha gelmem derken, şehirde başka gidecek yer olmadığını’ da düşünmen edemiyordu.”
Aradan birkaç gün geçmiş yeni bir arkadaş daha edinmişti bu arkadaş ilçedeki memurlardan biri olup bir kurumun müdürlüğünü yapıyordu.
“Bir akşam şehirdeki tek lokantaya gittiğinde onu lokantanın bir kenarına çekilmiş, başı masanın üzerinde sarhoş haliyle buldu. Gidip yanına oturdu.”
-Ne bu halin!
-Başını yavaşça kaldırdı yarı açık gözkapaklarının altından Kadir beye baktı.
Sen’ mi geldin?
“Bunu derken kekeliyor, başını masadan zor kaldırıyordu. Epeyce çok İÇKİ içtiği belliydi. Onu hiç böyle görmemişti oysa uysal kendi halinde birine benziyordu.”
-Kafasını zar zor kaldırdı.
-Seviyorum, seviyorum ulan bunun başka yolu yok masaya sert bir şekilde masayı kırarcasına yumruğunu vurdu. Etraftakiler ona bakıyordu neyse’ ki fazla bir müşteri yoktu.
Kadir bey lokanta sahibinin de yardımı ile onu lavaboya götürüp elini başını yüzünü soğuk suda bir güzel yıkarlarken lokanta sahibi bunun çok zaman akşamları böyle yaptığını çok içki içtiğini anlatıyor ondan şikâyetçi oluyordu.
Kadir bey iki sade kahve söyledi gelen kahveleri arkadaşı ile birlikte içtikten sonra onun ayılmasını fırsat bilerek ondan neden böyle yaptığını anlatmasını istiyordu.
O hala!
Seviyorum, seviyorum be var mı başka sorunuz deyip duruyor başka bir söz söylemiyordu. Kadir bey gibi o da bekârdı ve Kadir beye göre neredeyse evlenme zamanı epeyce geçmiş biri olarak görünüyordu.
“Kadir bey merak edip düşünmeye başlamıştı kimdi onun sevdiği kimdi bunu bu hale sokan, Yoksa Leyla’ mıydı yoksa başka bilmediği birimiydi düşünüyor, fakat arkadaşı sarhoş olduğu için ağzından doğru bir cevap alamıyordu. Lokantacıya sordu o da bir şey bilmiyordu bu yeni tanıştığı arkadaşın bir derdi vardı var olmasını amma, ona bu derdi yaşatan kadın kimdi merak içindeydi.”
O gece, uzun saatler onu sarhoş halinden ayıktırmak için uğraştı sonunda onu lokantacının’da yardımı ile bir başka tanıyanla evine gönderip, kendisi’ de kendi evine gitti yattı uyudu.
Aşka ihanet Bölüm 6
Sen beni harınla gönülden vurdun
Yalanla dolanla uyuttun durdun
Gün gelip murada ermeden daha
İçimde küllenen kor gibi oldun.
Sabah olmuştu. Limon portakal çiçeği kokulu bir havanın kokusu içinde uyandılar. Ablası kahvaltı hazırlarken Kadir Bey de bahçedeki masanın üzerine tabakları yerleştiriyor ablasına yardım ediyordu. Onlar beraberce kahvaltı hazırlarken ablası, Kadir beyi sıkıştırıyor akşam ne yaptığını soruyor kendisine anlatmasını istiyordu.
Anlatırım dedi Kadir hele şu sofrayı kuralım kahvaltı yaparken konuşuruz diyerek elindeki bardaklarla maya oturdu. Yanına da ablası geldi bardakları çayla doldurdu. Kahvaltı yapmaya başlarken ablası.
-E, haydi anlat bakalım dün ne yaptınız.
“Kadir bey ilçede yeni tanıştığı, kurum müdürü bekâr olduğunu öğrendiği Osman bey ile ilgili bildiklerini, gördüklerini anlatırken ablası hem dinliyor hem’ de merakla kahvaltısını yapıyordu. “
-Ablası kardeşinin yüzüne başını kaldırıp dikkatle onun yüzünü süzdükten sonra, içinden gelen korkulu bir sesle onu uyardı.
Aman kardeşim aman, içkiden kumardan da içenlerden uzak dur, Allah korusun, bir alışırsan sonra biz ne yaparız diyordu.
Hayır dedi Kadir ablasının merakını giderdi
“Korkma, korkma abla, ben içmem içersem bile bir kadeh içerim, ondan da bir şey olmaz, onu da dairedeki arkadaşlar arasında yemekli toplantılar falan olursa içerim diyordu.
“Amma üç beş gün önce yeni tanıştığı kadir bey, bunları ablasına anlatırken onun aklı fikri akşam evine sarhoş halde gönderdiği birkaç günlük kendi gibi bekâr olan, Osman beydeydi. Onun sarhoş haliyle sayıkladığı sevdiği kızı merak etmeye başlamıştı.”
Kadir beyin öğrendiğine göre Osman Bey, yakın bir ilçeden olup yaşı geçmiş fakat hala evlenmemiş kırklı yaşlarda bekâr olan biriydi. Her nasılsa bekâr kalmış, evlenmekte gecikmiş, evlenme çağının son yıllarını yaşıyordu.
Son olarak bu küçük ilçede gördüğü fakat bir türlü konuşma fırsatı bulamadığı, bir kızı sevmiş onunla tanışamadığından konuşamadığından kendisini içkiye vermiş biriydi.
Yine de ilçede onun bu acıklı halini görenler, onun kimi sevdiğini bildiklerini halkın ve ilçedeki bazı büyük denebilecek görevdeki birinin kızı olduğunu dedi kodu yaparak tahmin ediyorlardı.
Bir günün akşamı daha olmuştu iş çıkışında, Osman beyle karşılaşan Ahmet bey, neydi senin o akşamki halin dedi.
Hiç!
Bazen içince ben dağıtırım öyle diyerek geçiştirmek isterken yanlarına Ahmet Bey de gelmişti. Beraberce şehir lokaline gittiler gitmeden önce şehrin iki caddesinden birinde yürüdüler, yürüdüler.
-Bir müddet sonra, bir noktaya gelince, Osman beyin başı sokak kenarındaki evlerin balkonlarını taramaya başladı.
-Gördükleri evlerden, birinin önünde iki asker bekliyordu. Evin balkonuna çıkmış güzel bir kız, annesi ve kardeşleri birlikte gün batımına doğru oturmuşlar akşam çayı içiyorlardı.
-Osman Bey onları görünce durakladı, o evin önünde askerlerin beklediği balkona bakmaya başladı.
“Artık gizli saklı bir şey kalmamış her şey anlaşılmıştı. Osman beyin yasaklı sevgilisi bu evdeydi ve onun evden birileri tarafından kaçırılmasını önlemek için, babası evinin önüne asker yerleştirmişti.”
İçe merkezinde bunlar arasında kaçıracak gibi dedikodular çıkınca, kızın babası çareyi evinin önüne nöbetçi dikmeye başlamıştı.
Her şey açığa çıkmıştı artık Kadir Bey rahatlamış, sevdiği kızın en azından, Leyla olmadığını anlamıştı.
Durum anlaşıldığından yoldan döndüler gezerek konuşarak şehir lokaline gittiler. Osman Bey yine abuk subuk konuşmaya başladı bir taraftan ‘da küfürler savuruyordu.
Neymiş efendim ben kızını kaçıracakmışım, neymiş ben kızına layık biri değilmişim diyor içinden bildiği ne kadar beddua varsa ediyordu.
Evde kalır inşallah, turşusunu kur kızının diyordu.
Bir müddet gittikten sonra, şehrin köhne lokalinden içeriye girip bir masaya çöktüler, henüz fazla bir müşteri gelmemiş bir iki masa ancak vardı, onlar da sessiz sedasız kâğıt oynuyorlardı.
“Selamlaştılar yan masaya oturdular. Garson hemen bunların oturduğu masaya gelerek masanın üzerindeki mavi çuha örtüyü bir güzel düzettikten sonra ne içeceklerini sordu”
-Ne içersiniz beyim.
-Çay
Çaylar gelmiş içilirken yavaş, yavaş gelenler çoğalmaya başlamış nerede ise tüm masalar dolmuştu Bekir Sami bey sırtında bir atlı köy ağasını andıran görünüşü ile içeri girerken onu işletmeci karşılıyor ona diğerlerinden ayrı özel bir muamele yapıyordu.
Hoş geldin beyim, hoş geldin derken eğilip bükülüp neredeyse ayaklarını öpecek gibiydi.
Biraz önce gelmiş olan Kadir beyi görünce masasına yaklaştı el verip selamlaştıktan sonra yanına oturdu konuşmaya başladı.
Nasıl alıştınız mı?
Kadir
Alıştım, alıştım o zaman bu akşam benim masamda benimle oyun oynarsın değil’ mi diyerek onu oyuna davet etti. Kadir onların oynadığı oyunları bilmediğinden kabul etmeyerek ama seyirci olabileceğini söyledi.
Olsun bize o da yeter dedi, yanındaki oturan Ahmet beye ve Osman beye döndü haydin bakalım kuralım soframızı vakit oldu akşam oldu Abbas diye mırıldandı.
Masa kurulmuş oyun başlamış her zaman olduğu gibi yanlarında çilingir sofraları oyun oynuyor ve içiyorlardı. Kadir bey onları izliyor arada bir de uzattıkları mezelerden yemeyi de ihmal etmiyordu. .Etrafla başlıyorlardı.
Birkaç saat geçmeden, oyun oynarken bile içmeye devam eden Osman bey yine ileri geri konuşmaya başlayınca, içerdekiler ona bakmaya başladılar kimisi kızarken kimisi takılmayın şuna derken biri kalktı yeter be ya sus oyununu oyna ya da kalk git demeye kızmaya başladı.
Sarhoş olmuş ileri geri konuşan, masadaki oyun oynayan Osman bey ayağa kalktı ona karşılık verirken üzerine doğru iri cübbesi ile yürürken lokaldeki ortalık birden karıştı. Odadaki sandalyeler havada birbirlerinin üzerine yürürlerken Bekir Sami Bey in gür sesi onları susturmaya durdurmaya yetmişti. Kimse ona karşı gelemiyor onu bir baba bir abi gibi görüyorlardı.
Olaylara karışmak istemeyen Ahmet Bey ve Kadir Bey bir müddet daha oturduktan oyuna ara verildikten sonra, burada daha fazla kalmanın doğru olamayacağını düşünerek kalktılar lokalden çıkıp biraz ileride meydan başındaki motosiklet kiralanan yere gittiler.
Bu ilçede henüz doğru dürüst insan ve eşya taşımaya yarar fazla bir taşıt aracı araba olmadığından çevredeki köylere, kiralık motosikletlerle köylüler götürülüyor getiriliyor, motosikletler sanki birer taşıt aracı imiş gibi kullanılıyordu.
Bazen de, binmesini bilenlere saatlik kiraya veriyorlardı. Saatlik kiralama yapanlardan biri de Ahmet beydi motosiklet kullanmasını sevdiğinden, tatil günlerinde ya da akşam mesai çıkışında motosiklet kiralıyor çevreyi dolaşıyor deniz kenarına falan gidiyordu.
Yine bir motor kiraladı arkasına arkadaşı Kadir beyi de, bindirerek deniz kenarına doğru gittiler Giderken etrafta gördükleri içinde beyaz tek katlı evlerin bulunduğu, portakal limon bahçelerinin kokusunun karıştığı deniz kokusu onları büyülüyordu.
Bakımlı haliyle insanların yüzüne güler gibiydi, etraftaki gördükleri bahçeler ve ağaçlar. Kimi bahçesine girmiş, bahçesindeki ağaçlara bakım yapıyordu, kimi ağaçlara sırtındaki motorla ilaçlama yapıyordu. Bir bahçenin yanından geçerken Ahmet altındaki motorunu bir kenara çekerek durdurdu ve üzerinden indiler.
Bu bahçe Hasan ağamızın bahçesi, Hasan ağa bizim buralardaki örnek bir bahçe sahibidir, sen onunla henüz daha tanışmadın, gel bir hatırını soralım, sonra gidelim diye konuşurlarken Hasan ağa onları uzaktan görmüş koşup yanlarına gelmişti bile.
OO kimler gelmiş kimler buyurun, buyurun mühendis bey diyerek Ahmet beyi karşılarken tanıştıkları aralarında iyi bir dostluk olduğu konuşmalarından anlaşıyordu.
Bahçe sahibinin isteği üzerine içeriye girdiler bahçede dolaşmaya başladılar, dolaşırken onlara Ahmet bey yeni gelen işe yeni başlayan, Kadir beyi tanıtıyordu.
Bahçede çeşitli limon ve çeşitli her mevsime göre portakallar biraz’ da evinin önüne kendi yiyeceği için diktiği sebzeler falan vardı. Onlara baktılar onlara akıl verdiler akıl aldılar ve evin önünde ayaküstü birer bardak ayran içtikten sonra vedalaşıp, yeniden motosiklete binip deniz kenarına gittiler.
Gün batmak üzereydi, masmavi çarşaf gibi serilmiş bir deniz, birden karşılarına çıkmıştı. Görmeye değerdi ufkuna kızıllık oturmuş insanın gözüne yüzüne çarpıyordu.
Uzanıp giden kumsalda birkaç soyunma kabini ve bir de küçük bir oturup insanların soğuk bir şeyler içtiği yer görünüyordu.
Henüz daha denize girmek erken olduğu için ortalıkta kimse yoktu. Sahil ıssız ve sessizliğini korurken, yazın gelmesini bekliyordu.
Sahilde ürkütücü bir yalnızlık vardı. Ahmet ve Kadir gördükleri, yaz günlerini özlemle bekleyen sahildeki güneşin batışına karşı kumsala uzanıp oturdular.
Yazı konuştular buraya gelip giden yüzme bilenleri bilmeyenlerin başına neler geldiğini kimlerin geldiğini kimlerin gelmediğini yazın burada gördüğü tanık olduğu bazı olayları anlatıyordu Ahmet Bey yanında getirdiği arkadaşına.
Biliyor’ musun diyordu, sen bu denizin şimdi uslu, uslu uzanıp durduğuna bakma, hele bir sonbahar gelsin deniz, dağ bel olur, yıkılır insanların üstüne, üstüne diyerek tanık olduğu dalgalar arasında boğulan bir gencin, burada boğulma olayını anlatıyordu.
Boğuldu zavallı genç kurtaran olmadı onu, onca denize giren insanların arasında, daha ömrünün baharındayken genç yaşındayken dalgalar arasında kayboldu gitti diye üzülerek anlatıyordu. Arkasından da buradaki denizi sevdiğini, sık, sık oraya geldiğini denizle konuşup, derdini döktüğünü, onunla sırlarını paylaştığını söylüyordu.
Güneş kızıllığını ufuktan denizin içine yöneltip batıncaya kadar oturdular sohbet ettiler.
Artık ufukta ince uzun denizin mavisine yaslanmış kızıl bir çizgi görünüyordu. Ahmet Bey Arkadaşının yüzüne baktı.
-Ne dersin kalkalım mı?
-Kalkalım çok oturduk, ablam beni geciktim diye kim bilir şimdi merak etmiştir gidelim dedi Kadir.
-bir gün onu da getirelim o da görsün buraları diyerek, kumsalda kumların içinde bata çıka bıraktıkları motosikletin yanına geldiler bindiler hiçbir yere uğramadan evlerine gittiler.
Evde kadir beyi bekleyen bir süpriz bekliyordu, Hanife teyze gelmiş, bu defa yanında kızı Leyla’da vardı. Oturmuşlar hep beraber karşılıklı sohbet ediyorlardı.
Birkaç hoş beş, birkaç karşılıklı bakışmalar altında onların olduğu yere, Kadir bey de oturdu. Karşısında merak ettiği Hanife teyzenin tek kızı Leyla’ da vardı.
Leyla gelirken evlerinde süslenmiş püslenmiş sonra en güzel elbiselerini giyinmiş alıcı haliyle oturmuş konuşurlarken Kadir beyin gözlerinin içine, içine bakıyordu. Ondan çok hoşlandığı arada bir gelip gidip onunla yakınlaşmak istediğini her haliyle belli ediyordu.
Kadir bey’ de aslında ondan daha az değildi, o’ da bunu istediğini biliyordu, onunla konuşurken oldukça nazik kibar biri imiş gibi tavır sergiliyor, öyle konuşuyordu.
Artık onların kendi evlerine gitme vakti gelmişti çünkü hava nerede ise artık kararmaya başlamış, serinlemiş üşütmeseler’ de tatlı hoş bir serinlik çıkmıştı.
Kalkarken Hanife teyze, yarınki gün için kendilerine gelmelerini ısrar ediyor, bunları akşam yemeğine beklediğini söylüyordu. Sözünü alıp tam kalkıp giderken, onlarla el sıkışan Leyla’ n, sıcak, yakıcı elleri Kadir beyin elini sanki bırakmak istemiyor gibiydi.
Bölüm -7-
Sıradan bir gece daha geçirip Kadir Bey işten çıkıp akşamı beklerken sabırsızlanıyor, akşamın bir an evvel olmasını bekliyordu.
Kadir bey akşamın gelmesini heyecanını yaşarken, Leyla’ nın köydeki Hasan abisi, şehirde yaşayan annesinin evine ziyarete gelmiş, onlara yağ, peynir ve çeşitli köy ürünlerinden getirmiş, annesi ile konuşuyor, ceza evindeki adam yaralamaktan yatan Hüseyin abisinden, sonra Kadir beyle sık, sık buluşup konuşulduğunu öğrendiği kız kardeşi Leyla’dan konuşuyorlardı. Annesi onunla konuşurken, yeni gelen komşu Kadir beyden ve onun ablasından’ da bahsetmişti Onlar için övgü ile şöyle diyordu.
Sağ olsunlar, çok iyi birileri, bizleri burada yalnız bırakmıyorlar biz’ de onları yalnız bırakmıyoruz, birbirimize gidip geliyoruz yoldaş oluyoruz sen bizi hiç düşünme ceza evindeki abinin yokluğunu onların sayesinde biz burada aramıyoruz derken, Leyla’ n abisi, merakla Kadir beyi soruyor şüphe ile davranıyordu.
Akşam olmadan, yaşadığı köyüne giden ve köyde yaşayan abileri köylerine yaşadığı köye giderken onun aklında arkasında bıraktığı kız kardeşi Leyla için, hiç olmadık olmayacak olmaması gerektiğini düşündüğü kurgularla endişeleniyor, karamsarlık ve şüphe ile içinden söylenip duruyordu.
İçinden kendi kendiyle konuşurken, ya bu oğlan kız kardeşime bir şey yapmaya kalkarsa, o zaman ben ne yaparım anladığım kadarı ile bunlar çok sıkı fıkı olmuşlar konuşuyorlarmış, aralarında bir şey olursa ben ne yaparım diye içinden konuşup durmuştu.
Onun için namus, her şeyden önemliydi bir tabu idi elimden bir kaza çıkmadan evlenseler’ de, hepimiz içimizdeki biriken kuşkulardan rahatlasak kurtulsak bari diye düşünüyordu.
İşte böyle bir akşamda, Kadir bey iş yerinden erkenden dönmüş ablası ile hazırlanmış, ellerinde bir kırmızı gül destesi ile Hanife teyzenin yaşadığı eve varmışlardı.
Onların geleceğini bilen Leyla, o gün çalıştığı işyerinden kendi kullandığı motosikletine binerek, annesinin evine erkenden gelmiş yardım etmiş, onunla beraber krallara layık bir sofra kurmuşlardı.
Sofrada sanırsın yok yoktu, tam ortada mis gibi kokusu ile nergisler, nar kırmızısı rengiyle bir tavuk, sonra börekler tatlılar ne istersen vardı. Göz dolduruyordu.
Birlikte yaptıkları böyle güzel bir akşamda, dostlukları pekişmiş Bundan sonraki gelecek günlerde, birbirleri ile daha sık görüşmenin lafları konuşulurken Leyla’ n, içi içine sığmıyor sık, sık mavi gözlerinin içine baktığı Kadir bey ile geleceğine dair duygular beklentiler içinde hülyalar kuruyor gelecek içine, girmeye başlamıştı.
Tek taraflı da düşünse, duygularını onunla olabilecek geleceğini düşünmeden edemiyor, mavi gözlerinin derinliklerine baktığı Kadir beyi ikide bir gözaltından, kaçamak bakışlarla süzüyordu.
Aslında bu güzel dostluk, akşam yemeğinde, ablası ile beraber Hanife teyzelerde, yemek yiyen Kadir bey’ de olandan bitenden hiç sıkılmamış bir halde oldukça hayatından memnundu.
Onun’ da kendini gözaltından süzen, evin güzel kızı Leyla’dan farkı yoktu sık, sık kaçamak gözlerle’ de olsa, Leyla kızın gözleri ile konuşurcasına gözaltından ona bakıyordu.
Bu güzel akşam birlikte içilen, kahvelerle sona ermiş artık gitme vakti gelmişti, vedalaşırken abla Fatma Leyla ile anlaşıyor, bundan sonra daha çok buluşacaklarına dar karşılıklı sözler veriyorlardı.
Hayatından memnun Kadir Bey, geleceklerle ilgili düşünceleri içinde evine ablası Fatma ile gitti günün olanlarını karşılıklı tartışarak konuşarak uykuya çekildiler.
Ertesi sabah olmuş neşe içinde iş yerine gittiğinde, olanları arkadaşı Ahmet beye anlattı.
Konuşa, konuşa akşamı etmişler işlerini yapmışlar işten çıkınca Ahmet Bey yanına Osman beyi alarak lokale gitti Kadir beyde ablasını bahane ederek, evine gitmişti.
Ahmet Bey biraz oyun oynadıktan sonra, evine yatmaya giderken birkaç kişinin saldırısına uğramıştı ne olduğunu anlamadan karşı koyamadığı bu adamların saldırısında iyi bir dayak yiyerek, ağzı burnu şişmişti.
Saldırı yapanları tanıyordu amma, karakola gidip şikâyet etmek işine gelmemişti halka ve şehrin memurlarına karşı mahcup olurum diye düşünüyor hiçbir olmamış gibi gitti evine yaralarına şişen yerlerine domates koyarak şişliklerini acılarını gidermeye çalıştı.
Ertesi gün olduğunda iş yerine gitmeyince, Kadir bey merak etmiş öğlen boşluğunda evine giderek kapısını çaldı.
Eli gözü şişmiş olan kadir bey, sargılar içinde çalınan kapıyı arkadaşına açarken görünüşünden heyecanlanmış olan Kadir bey daha kapıdan girmeden olan biteni sormuştu.
-Ne bu halin?
-Sorma gel içeri anlatırım.
“İçeri girdiler Ahmet Bey akşam eve gelirken başına gelenleri bir, bir detayları ile anlatırken hala geçmeyen yaralarının acısı içinde yüzündeki altında domates olan bezi bastırıyordu.”
O gün evinden, iş yerine gitmeyen Ahmet bey yaralarının acısı biraz dinmiş, şişlikler karşıdan bakınca anlaşılmayacak derecede biraz inmiş ikinci gün yine iş yerindeydi.
Ahmet Bey ile Kadir Bey bir kenara çekilmişler bu konuyu konuşuyorlar neden yaptıklarını anlamaya çalışıyorlardı.
“Olabilir dedi Ahmet Bey, sonra karşılıklı bir yerde oturmuş birlikte çay içerlerlerken birkaç gün evvel, kendi başından geçen bir olayı ona anlatmaya başladı.”
“Bir kız var dedi. Kim olduğunu bilmiyorum amma, çoğu zaman ben eve giderken, benim evin üst katındaki ev sahibimin evinin penceresinden, devamlı bana bakarken görüyorum kimdir kimin nesi bilmem diyerek devam etti “
Kadir.
Ev sahibin kızıdır kim olacak
Yok, yok ev sahibinin kızı değil, onların bildiğim kadarıyla kız çocukları olmadığını ben biliyorum. Ya onların bir akraba kızı ya da onlarla samimi olan evlerine sık, sık gidip gelen biri olmalı.
“Bir defasında işten çıkmış akşamüstü eve giderken, onu benim evin girişindeki merdiven altında beklerken gördüm. Sanki benimle tanışmak istermiş, konuşmak istermiş gibi yalınız başına orada bekliyordu. Amma ben ona kim olduğunu neden orada beklediğini bile sormadan kendi evimin kapımı açtım içeri girdim. Ondan sonra’ da ne oldu nereye gitti bilemiyordum deyince, bu olayı dinleyen arkadaşı bir kahkaha fırlattı.”
Kapına kadar gelen kekliği kaçırdım desene, o dediğin kız belli’ ki seninle orada tanışmak için sana güzel bir fırsat vermiş, sense bunu elinin kapına kadar gelen kısmetini elinin tersiyle geri itmişsin vay, şaşkın vay diyerek alay etmeye başlamıştı.
-Ahmet.
- Olabilir, olabilir dedikten sonra. Anlatmaya devam etti.
“Benim böyle maceralara atılmakta gözüm yok diyordu ve ben evlenmek için, memleketten bildiğim biri var onu istiyorum, yabancı bir yerden bir yabancı ile evlenemem hatta geçici de olsa, ilişkiye bile giremem diyerek, kendisini suçlu gibi görüp aklamaya, aralarında ilişki olmadığına dair sözler sarf ederek cümleler kurarak adeta kendini suçlanmış gibi görüyor Kadir bey karşısında savunma yapıyordu.”
-Öyle olsun, öyle olsun nasıl olsa yarın bir gün bunun kokusu çıkar anlattıkların ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış gelecekteki gelişmelerden öğreniriz diyerek onun söylediklerini kabul etti.”
Devamı gelecek.
Aşka ihanet -Bölüm
-8-
Ahmet Bey, ne kadar olay hakkında arkadaşına konu ile ilgili bildiklerini anlatmış olsa’ da arkadaşı Kadir Bey ona bir türlü soru yağmuruna tutuyor, inanmıyor onların aralarında bazı duygusal bağlantıların olabileceğini düşünüyordu.
Yoksa durup dururken, başkaları gece vakti Ahmet bey evine giderken, neden önüne geçip hırpalamış olsunlar diyordu içinden. Ama arkadaşının anlattıklarına inanmış gibi görünüyor, nasıl olsa bu olay daha fazla gizli kalamaz zamanla ortaya çıkar diyordu.
Kadir bey günlük işlere alışmış işi gereği köylere gidip geliyor halkla çivtcinin derdi ile ilgileniyor akşam olunca ne lokale uğruyor ne başka yere takılıyordu. Ev kuşu olup çıkmıştı. İşten eve evden işe gidip geliyor neredeyse arkadaşları ile görüşmez olmuştu.
Onun için varsa yoksa evi bir de sıkça görüşmeye başladığı günler aylar geçtikçe aralarındaki samimiyet çoğalmış olan komşu kızı Leyla vardı.
Leyla da ondan geri kalmıyordu, çoğu zaman köylerdeki yapması gereken işini gücünü bırakıp, köydeki evinden çıkıp, çıkıp şehirdeki annesinin evine geliyordu. Sonra hemen giyinip kuşanıp süslendikten sonra, arkadaş edindiği Kadir beyin ablası Fatma’ n evine gidiyor, onun evinden çıkmaz olmuştu. Annesinin evinden çok, Fatma kızın olduğu evde oluyordu.
İşte yine oradaydı, Leyla köydeki evinden köylere gidip gelirken kullandığı motoruna binmiş, şehirdeki anne evine gelmiş hazırlanmış doğruca, Fatma n yanına gelmişti.
“Havanın günlük güneşlik olduğu bahar sıcaklarının tatlılaştığı bahçelerin kokmaya başladığı toprağın mayalanıp kabardığı bir günün ikinci zamanında bahçelere diktiklerin diplerini karıştırıp bakımlarını yaparken Kadir Bey işinden çıkmış eve gelmişti.
Onların yanına gelir gelmez onların birlikte yaptıkları çiçek bakımlarını gözleri ile süzerken konuşmaya başladı”
-Kolay gelsin hanımlar
-Kolaysa başına gelsin,
“Gelsin, gelsin benim başıma da gelsin, toprak ana gibidir onu kucağında oturup onu şefkatle sizin yaptığını gibi oturup böyle güzel, güzel onu okşamanız onu çok mutlu edecektir, karşılığında mutlaka vereceği güllerle, çiçeklerle sebzeler ile sizi mutlaka ödüllendirecektir Doğanın kanunudur bu diyerek onların yanına çöktü o da toprakla uğraşmaya başladı.”
Bir taraftan toprakta bitkilerin dibinde çapa yapıyor, diğer bir taraftan’ da yanındaki Leyla ile göz göze ondan bundan gereksiz şeylerden konuşup, konuşurken’ de onu atmaca kuşları gibi yan, yan bakıp süzüyordu.
Bıraksan üzerine atlayacak gibiydi.
Leyla çöktüğü yerde çapa bitkilerin dibine çapa yaparken onun kendini süzdüğünü görmüş, göstermeden göğüslerindeki düğmeleri aralıyor, görüntüsü ile Kadir beyi çılgına döndürüyordu.
Onlar günler haftalarca çoğu günlerde bu şekilde yaşarlarken Ahmet Bey, kendisine yapılan olayın etkisinden ayrılamamış fırsat kolluyor onlarla birebir hesaplaşacağı bir anı bekliyordu.
İşte o günlerden biri gelmişti, gittiği bir köyden dönerken yolda onlardan birine rastlamış bindiği resmi arabası durdurup yakasından yapışmıştı bütün hırsına bu rastlantıda ondan alan Kadir bey onu ağzı yüzü perişan bir vaziyette yol üstünde bırakırken diğerleri için de nasıl olsa bir fırsat bulurum diyerek tekrar arabasına binip, içindeki rahatlamanın verdiği serinlikle oradan uzaklaştı.
Yol uzundu düzdü etrafta bahçeler bahçelerinde çalışanlar yoldan maltında motorlarla gelip gidenler görünüyordu. Şoförü az önce gördüğünü düşünüyor, dalgın bir şekilde, Kadir beyin öfkesinden gücünden korku ile giderken, birden yan bahçeden bir adam motoru ile gittiği yola çıktı.
Acı bir firen sesiyle kendine gelirken motorlu adamı çoktan altına almış ezmişti. Arabası devirmekten, zor kurtarıp durdu.
Adam ölmüştü, korku ile etrafa bakarken kazanın sesine koşup gelen, insanlar olay yerine gelmiş kazanın başına toplanmışlardı.
İçlerinden biri, Ahmet beyin ricası isteği üzerine, kendi motoruna binip, jandarmaya haber vermeye gitti. Köylerde evlerde yakınlarında ne de onlarda telefon vardı, ne’ de bir haber verecek, telefonu olan bir ev vardı. Belki köy muhtarlarında manyotalı bir telefon vardı amma, köyleri muhtarın evinin olduğu yer uzaktaydı.
Jandarma, hükümet doktoru, savcı ile beraber olay yerine gelmişler bu kaza olayını incelerken, suçlu görünen Ahmet beyin şoförü korku ile bir kenarda titriyordu.
Neyse’ ki suçun, tamamı önüne çıkan motorluda olunca, yapılan tutanakta buna suç yüklenmemiş yoluna gitmişti.
-Ahmet Bey, içinden kendi kendine konuşuyor, kazadan önceki olayı düşünüp, kendini suçlamaya başlamıştı.
“Allah benim yaptığımı kabul etmedi her halde diyordu, yanındaki kaza yapan şoförle konuşurken”
Böyle bir günün sonunda ilçeye gelmişler, şoför arabasını yerine çekip kendi evine çekilirken, Ahmet bey, acıkmış açlığını gidermek için, her çok zaman arkadaşları ile gittiği lokantaya uğradı.
Osman Bey yine oradaydı, her zaman olduğu gibi bu gün de erkenden gelmiş masayı kurdurmuş içkisini içiyordu. Sarhoş olmadığı gören Ahmet Bey, gitti onun yanına oturdu kendine de bir şeyler söyledikten sonra, birlikte yemeye ve sohbet etmeye başladılar.
“Ahmet Bey köyden dönüşündeki, geldiği yolda, arkadaşına başına gelen olayları anlatıyor, arkadaşı ise şaşkınlık ifadeleri gösterip can kulağı ile onun anlattıklarını dinliyordu. İşte böyle dedi Ahmet Bey sende ne var, ne yok bir de sen anlat dedi yanında içki içip yemek yiyen arkadaşına ve sorular sormaya başladı.”
Ne yaptın biz yokken, sevdiğin kızla konuşabildiniz’mi?
Osman bir iç çekti, sonra canı yanmış
-Ne olsun işte her zamanki gibi hırsımı içkiden çıkarıyorum canım sıkılıyor olmayacak bu böyle olmayacak ben bu sevdadan vaz geçip kaçacağım buralardan yoksa kendi başıma iş açacağım diyordu.
- Neden, ne oldu ki yine böyle karamsarsın, bana söylesene?
- Hiç bir şey olmadı, ama üzülüyorum işte diye cevapladı.
“Sonra nedenlerini bir, bir arkadaşına anlatmaya başladı. Neden bu kadar çok içtiğini neden kahır ettiğine neden halinden memnun olmadığını üzüntü içinde anlatıyor anlattıkça efkârlanıp tekrar, tekrar kadehindeki biten içkisinin yerine yenilerini dolduruyordu.”
-Ahmet Bey içki kadehi tutan elinden bardağı aldı, içmesin artık deyip getirdi bir kaldırışta içti boş kadehi kendi önüne koydu.
-Bir taraftan’ da, onu ayık tutmaya lokantacı ile getirttiği sade kahveyi içirtip konuşturmaya çalışıyordu.
- Ne bu halin, yine ortalığı içip dağıtmak mıdır senin niyetin!
-Sonra, Ahmet yine kızarak içkiden kan çanağı olmuş kısılmış gözlerinin içine baktı.
Op, op yavaş ol bakalım arkadaş, yavaş bakalım dedi.
Yine içtiğin içkilerden cıvıtıp ortalığı karıştıracaksın diyerek ona olacaklardan dolayı ona ikazlarda bulunurken, diğer bir taraftan’ da cevabını merak ettiği sorular soruyordu.
-Anlat bakalım, yine ne oldu?
“Ne olacak biliyorsun birini sevdim beni beğenmediler. Neymiş efendim tahsilim azmış, neymiş efendim basit bir kurumda müdür de olsan yine’de bir memur parçasıymışım, neymiş içki içiyormuşum benden kimseye koca olmazmış gibi davranışları duyuyor görüyorum. Bıktım artık bunlardan diyerek, masanın üstüne elleri arasına kafası koymuş ağlamaya başlamıştı,”
Üzülmüştü Ahmet Bey, çok üzülmüştü.
Ona göre bir insan, hiç bu kadar küçük görülemezdi, en azından bir konuşmaları kızla konuşmasına bir fırsat vermeliydiler, hor görülen fakirlik onun’ da zoruna gitmişti.
“Kendi babasız kaldığı günlerdeki çocukluğu, ayakkabı boyacılığı yaparak hem baba evine yardım ettiği, hem kendi okul harçlığını çıkardığı fakirlikten nefret ettiği kötü zamanların, hayali içinde adeta boğulacakmış gibi terlemeye başladı.”
Onunla biraz daha konuştuktan sonra, her gün olduğu gibi şehir merkezindeki köhne bir binada bulunan akşamcıların, kumarcıların tek tekçilerin toplandığı lokale birlikte gittiler.
Gece boyunca geldikleri bu yerde arkadaşları ile paralı kumar oynadılar eğlence dolu bir vakit geçirip evlerine yatmaya gittiler.
Kadir bey onların kumar oynadıkları akşamda, kendi evinde yine Leyla ve ablası Fatma ile birlikte akşamı geçirmiş artık Leyla ile aralarındaki bağ iyicene güçlenmiş aradaki siz biz olayı bitmiş kendi isimlerini kullanarak yaptıkları konuşmalarla iki samimi arkadaş olmuşlardı.
Bu samimiyet, Leyla tarafından daha da ileri gitmesi gereken bir samimiyetlik hatta ona göre, evliliğe kadar uzanabileceğini umduğu bir samimiyetti.
Birbirlerini sevmeye başlamışlardı daha sonraki günlerde halkın gözünden uzak yerlerde yalınız halde buluşmaya başlamışlardı.
Aralarındaki ilişki birine göre bir tutku birine göre bir aşktı. Leyla’ n hareketleri bakışları Kadir beyi yoldan çıkarıyor daha çok, daha çok buluşma ve sevişe isteği gittikçe artıyordu.
Yalnız önlerinde bir engel vardı, Kadir henüz askerliğini yapmamış olduğundan her defasında bunu öne sürüp, fazla bir ilişkiye girmemeye gayret ediyordu.
Bu durum aralarındaki birbirlerine yazdıkları aşk mektupları ile buluşmalarında, fotoğraf verme fotoğraf alma gibi ve karşılıklı sevgi gösterileriyle aylar günlerce devam ettikten sonra nihayet sıcak yaz günleri gelmiş çatmıştı.
Havalar ısınmış, sıcak yaz günleri başlamıştı. Sıcaklar insanları bunalttığı bir zamanda şehirde kimse kalmamış, yaylalara çıkmışlar şehirde sadece ilçenin memur takımı kalmıştı. Sıcaktan bunalan Fadime teyze’de kızı Leyla’ ı kızının samimi olduğu arkadaşı Fatma kıza emanet edip, bir dağ köyünde oturan oğlunun yanına gitmiş, bütün bir yaz boyunca, orada kalmayı düşünmüştü.
Artık onlar Kadir Bey ablası ve bir köy gurubunda sağlık işlerinde çalışan Leyla yalınızdı. Şehirdeki hiç kimseden korkmadan buluşup, konuşabilecekleri, denizin denizdeki sıcak kumsalın, ufkun batışındaki buluşmalarda tadını çıkaracakları günler vardı.
Bölüm 9
“Kadir bey artık evinden akşamları nerede ise hiçbir gün çıkmıyor, haftanın her akşamını her gününü yaşadığı evinde, ablası ile beraber geçiriyordu.
Komşu kızı Leyla’ da kendisini işinden gücünden soğutmuş, o da neredeyse günü birlik ilçeye dönüp akşamları kullandığı motorla bunlara oturmaya geliyor, akşamları birlikte hoşça vakit geçirir olmuşlardı.
Leyla ile Kadir Bey aynı mekânda otururlarken, ateşle barut gibiydiler. Fakat ablası Fatma, onları bir türlü yalınız bırakmıyor devamlı onları gözlüyor gözaltında tutuyordu.
Leyla’ n annesi, Hanife teyzeye karşı mahcup olmamak için kardeşini frenliyor, gözlerini bunların üzerinden ayırmıyordu.”
Bir hafta sonuydu. Sıcaklar ortalığı kasıp kavurmuş alabildiğine bastırmış, artık boğucu çekilmez bir sıcak hava etrafı kaplamış neredeyse insanlar içinde bulunduğu sıcaktan, dışarıya çakamayacak hale gelmişlerdi.
Saat on beşti, resmi yerlerde yaz mesaisi uygulandığından Kadir ve ablası, bir de işten yaz mesaisi dolayısı ile erken çıkıp şehre gelen Leyla ile birlikte hazırlanıp, hep beraber kumsala denize gittiler.
Denizin küçük çırpıntılı hali, kıyıdaki çamur halini almış incecik kumsalları yavaş, yavaş okşar gibi yaptığı okşamış olduğu bir zamanın içinde, bunlar kıyıdaki ahşap kabinlerde üstlerini başlarını soyundular, giyindiler ve gidip denizin kıyıyı okşadığı bir yerde, kumsala uzanıp kumların üzerine yattılar.”
“ Kadir yan gelmiş, mavi gözleri ile denize bakarken, arada bir de biraz yan tarafındaki uzanmış yatan ablası ile ve Leyla ile göz göze geliyor onlarla konuşmadan duramıyordu.”
-Ne güzel değil’ mi?
-Dedi.
-Evet, evet çok güzel, akşama kadar burada kalıp sizlerle güneşin batışını da, izlemek lazım, kim bilir buradan batan ufka bizler bakınca güneşin denizden batışı ne güzel görünecektir kim bilir dedi Kadir beyin ablası Fatma.
-Evet dedi öbür yandaki uzanmış yatan Leyla. Ben önceden çok gelir bakardım buradan ufka amma, benim geldiğim günlerde ben ufkun sizin tahmin ettiğiniz kadar, güzel olduğuna hiç dikkat etmezdim. Sadece denize geldiğimde akşama kadar suya girer çıkar, sonra’da, toplanıp daha akşam güneşi ufuktan batmadan, yıkanır giyinir kalkar evime giderdim.
-dedi ve devam etti.
-Amma eminim bu gün sizinle beraber, güneşin batışını beraber izlemek çok güzel olacaktır diyor, güzel vücudunu kumsala sermiş, Kadir beyin bakışları altında gösteri yapar gibi, incecik kumların üzerinde yayılıyordu.
-İzler görürüz dedi Kadir.
- Haydin o zaman ne duruyoruz, kim yüzme biliyor kim bilmiyor bakalım diyerek hep beraber ayağa kalktılar, suların kıyıya vurduğu yerde denizin dalgası ile oynamaya başladır.
“Kadir ve ablası yüzme bilmiyordu, daha önce birkaç kez arkadaşları ile denize birlikte gelmişler, yüzmeyi öğrenmeye çalışmışlardı amma, öyle hemen öğrenip denizin içinde, açıklara açılacak kadar öğrenmiş değillerdi”
Leyla bir ara, girdiği denizin dalgaları arasında uzaklaşıp kaybolmuştu. Merak edip korku ile dalgaların arasından uzaklara bakarken, çok uzaktan kendilerine el sallayan Leyla’ı gördüler.
-Rahatlamışlardı.
“Kendilerinde oraya kadar gidecek cesareti bulamayan Kadir, Ona bulunduğu yerdeki kıyıdan, ellerini kollarını havaya kaldırmış bağırarak, ondan geri dönmesini istiyor, onun dalgalar arasında boğulmaktan korktuğunu gösteriyordu.
Oysa o, bir denizkızıydı. Çocukluğundan beri deniz kenarında yaşamış, onunla haşır neşir olmuş, kardeş akraba olmuş gibi olmuşlardı.
Bir ara Leyla’n olduğu yere Kadir’de yüzerek gitmeye kalktı biraz derinlere gidince, korkusundan geri döndü Leyla’nın yüzerek bir olay olmadan denizden çıkıp geri gelmesini bekledi.
Yaşanan bu güzel günde onlar kumsalda birlikte sularla oynayıp vakit geçirirken, Ahmet bey’de gelmiş az gerideki ahşap yapılı büfenin önündeki masalardan birinde oturmuş, hem önündeki soğuk birasını içiyor hem’ de kıyıdan onları izliyor kendince gülüyordu.
Ah seni çapkın ah dedi içinden,
Neden evden dışarıya çıkmadığın, şimdi belli oldu diyerek, onun yaşamış alacağını tahmin ettiği aşkın sonucunu düşünmeye başladı.
Daha sonraki günlerde, çok zaman olduğu gibi, iş çıkışında ortalıktan kaybolan Kadir beyin kız arkadaşı Leyla’ n köy gurubunda çalıştığı yerde oturduğu köy evine’ de gidip geldiğini öğrenmişti belli’ ki bunlar, daha çok sık beraber oluyorlardır dedi içinden.
“Şehirdeki yaşadıkları evlerinde ablası Fatma kızdan korkan kadir bey onun için şüphe ediyordu.
Onun için düşünürken, demek bunlar Leyla ile gözlerden uzak buluşabilmek için erkenden eve gidiyordu diyordu,
Ahmet beyin düşündüğü gibi onlar, iki âşık bazı günün akşamlarında, ablasına olmayacak yalanlar uydurarak, Kadir bey iş için köylere görevle gideceğini söyleyerek, ona gelememeye bileceğini anlatıp, sevdiği kızın yanına gidip geldiği ortalıkta yayılmış, ortaya çıkmıştı amma, onlara göre bunu, arkadaşı Ahmet beyden başka hiç kimse yok sanıyorlardı.”
Günlerden bir gün Kadir Bey ve onun çalıştığı yerden olan samimi olduğu arkadaşı Ahmet beyle beraber, akşamın serinliğinde her zaman bindikleri gezdikleri motora bindiler, beraber çevrede gezmeye çıktıklarında deniz manzaralı bir yerde durdular ve altlarındaki motorlarını bir kenara koydular sonra, gidip deniz manzarasını, birlikte konuşarak seyretmeye başladılar.
“Kadir bey, buluştukları bu günün akşamında yaşadığı durumdan yanındaki arkadaşına hiç beklenmedik dertler yanmaya başlamıştı. Arkadaşına artık hayatından yaşamından memnun olması gerekirken, bundan artık memnun olmadığını, anlatmaya başlamıştı.”
Ahmet sustu uzun, uzun dalmış karşısındaki durgun çalkantısız denize bakıyordu.
İçinden, olanları merak ediyor, gıptayla baktığı tanık olduğu, yaşanmış olduğunu bildiği güzel bir aşkın sonuna gelindiğini sezmeye başlamıştı.
-Tekrar sordu!
-Ne diyorsun sen?
“Ne oldu, ne geçti aranızda söyle diyor, benim bilmediğim sonradan gelişmiş olan olaylar falan mı var diyordu”
-Evet dedi kadir bey.
“Evet, evet, var arkadaşım var dedi, düşünceli dalgın bakışlarla derdini arkadaşına açıp yanındaki çok sevdiği arkadaşına, kafasının içindeki kendini yiyip bitirmeye başlayan, kurt ve kuşku dolu içindeki korkuyu sorunları anlattı durdu.
-Ben yanlış yaptım, yanlış dedi.
“Neyi yanlış yaptın neyi diye soran, arkadaşı ona sorular soruyor, cevap alıyordu. Oturdukları yerde soru yağmuruna tutan ondan aldığı cevaplarla heyecanlanmış onun anlattıklarından korkmaya başlamıştı.”
-Sevmemeliydim dedi anlatmaya başlarken.
“ Evet, evet sevdiğim kız Leyla aslında çok güzel bir kız amma, benim onunla evlenmek istediğim yanlıştır.
Benim gibi biri için evlenmek olamaz, benim maksadım evlenmek değil, benim önümde daha askerliğim var, düşündüğüm geleceklerim var, kariyer yapacağım zamanlar var diyerek bu evlilik bir gün gerçek olursa, ben ne yaparım bütün hayallerim yıkılır ideallerim kaybolur gider diye üzgün, anlattıkça anlatıyordu.
Belli ‘ki Kadir, ondan bıkmış, onunla evlenmekten korkmuş artık ondan ayrılmak ondan uzaklaşmak kaçmak istiyordu.
“Fakat anlattıkça, sorunların ona göre çok daha vahim sonuçlar doğuracağını’ da söyleyip, kızın elinde bazı mektupları ve birlikte çekilmiş fotoğrafları olduğunu söyleyip ondan almak gerektiğini anlatıyor, bunların bir gün kendi başına hiç olmadık bir günde kendisi için, umulmadık felaketler açabileceğini anlatıyordu.
Bunları ondan güzellikle alabilmenin yollarından bahsediyordu.
-Amma Ahmet’ n arkadaşı Kadir Bey, sevdiğinden ayrılmakta kararlıydı. Daha sonraki günlerin birinde, Kadir bey, bir bahar bir de yaz mevsiminin aşkla dolu güzelliği sona doğru yaklaştığı bir akşamda Ahmet bey ile yeniden, bir yerde buluşup, korkup durduğu bu mevzuda arkadaşı ile yapmaları gerekeni konuşup anlaştılar.
- Bu buluşmalarındaki konuşmada, kadir bey arkadaşından yardım istiyor, bir gece beraber Leyla’ın köyde kaldığı eve beraber gitme teklifinde bulunuyordu.
-Kadir ne yapmak istediğini anlatmış yalvarıyordu.
-Gel bu gece, beraber onun kaldığı köydeki evine gidelim, ben ona hem veda edeyim, hem ayrılmam gerektiğini bir daha görüşemeyeceğimi söyleyeyim, hem’ de, onun evindeki kendisindeki bana ait, resimlerimi mektuplarımı ne varsa alıp getireyim diyordu.
Sen ben bunları yaparken beni beklersin sonra da gece gelir evimizde rahat bir uyku çekeriz diyordu.
-Ahmet arkadaşını kıramazdı onu aklına gelen bir tehlike atamazdı. Tamam diyerek, kendi kullandığı motoruna onu bindirdi gecenin karanlığında, Leyla’n hafta içi nedeniyle kaldığı köye götürdü ve onu bir bahçenin içinde oturan Sevgili olduklarını bildiği hala bunu düşündüğü kızın evine gönderdi. Kendisi orada burada motoru ile gezinip onu yolda beklemeye başladı.
Aradan saatler zamanlar geçiyor, Kadir Bey gittiği evden bir türlü çıkmıyordu. Beklemekten sıkılan, Ahmet bey, bu sıcak yaz gününde yerinde duramıyor motoru ile yolda bir ileri bir geri gidip geliyor vakit dolduruyordu.
Kızdı. Motorun farlarını Kadir beyin bulunduğu evin penceresine ışıkları vuracak şekilde çevirdi. Sonra selektör yapmaya başladı. Az sonra beyazlar içinde bir gölge yeşilliğin içinden kendisine doğru gelirken gördü.
Yaklaştı, yaklaştı, yarı çıplak haldeki güzel Leyla kendisine Kadir Bey gelemez sen git evinde yat uyu, o gelmeyecek diyerek tekrar geri döndü yaz gecesinin esrarlı mehtabının altındaki yeşilliklerin içinde kayboldu gitti.
Ahmet Bey, kızmış bu olaydan sonra, evine gidip yatmıştı. Yatmıştı amma, uyku tutmuyor geride bıraktığı, kendisi ile dönüş yapmayan arkadaşını düşünüyordu.
Kalktı tekrar giyindi kuşandı, dışarı çıktı motora bindi tekrar onların bulunduğu köydeki eve gitti ve bahçelerin arasındaki tek katlı binanın yanına kadar gidip, camından içeriye baktı.
Kadir beyi baktığı pencereden yerde yatıyor gördü. Dikkatle bakınca başucunda, sevdiği kız elindeki ilaçlarla içerde eğilmiş ona bir şeyler yapıyordu. Üzerinde kan vardı ve Leyla ondan akan kanları durdurmaya, sarmaya çalışıyordu.
Ahmet hızla gidip kapıyı çaldı. Kapıyı açan karşısındaki Leyla onun geldiğine sevinmiş, elinden hızla tutmuş içeri çekmişti. Korku içinde titriyor, Ahmet beye elleri kan içindeyken yerde yatan Kadir beyi gösteriyordu.
Kadir bey yaralanmış, omzundan vurulmuş yerde yatıyor, sevdiği kadın ise, sağlıkçı olduğu için onun ilk tedavisi yapmakla meşguldü.
-Vurdular dedi vurdular ve anlatmaya başladı.
- Kekeliyor, adamın birinin içeri girip bunu vurup kaçtığını söylüyor vuranım kim olduğunu bilmediğinden bahsediyordu.
“Olan biteni dinlerken, yerde yatan yaralı arkadaşını gören Ahmet Bey, onu kimin ateş edip vurduğunu bile düşünmeden, bunu sorgulamaya bile daha sıra gelmeden, heyecanlanmış yerde yatan yaralı arkadaşı için neler yapacağını eli ayağı titreyerek düşünüyor eli başında of çekerek bir ileri bir geri gidip gelerek düşünüyordu..
Yakında onu tedavi ettirebilecekleri ne bir doktor vardı, ne bir onu tedavi ettirmek için götürecekleri yakın bir hastane vardı.
En yakın götürmeleri gereken hastane, onlara göre iki saatlik mesafede idi.
Üstelik yaralıyı hastaneye götürecek ambulans’ da yoktu. Korku dolu gecenin içinde, Leyla arkadaşını yaralarını sarıp akan kanını durdurmaya çalışırken, Ahmet bey kendisi, korku dolu gözler ile binanın içinde bir ileri bir geri dolaşmaya başlarken seslendi.
Köyden araba bulabilir’ miyiz?
Sanmam her halde bulamayız amma birinde bir kamyon olacak fakat o da olayı her tarafa yayar millete rezil oluruz diyor en iyi yolun yoldan geçen bir taksiyi çevirmek olduğunu söylüyordu.
Yaralı arkadaşının akan kanını Leyla pansuman yapıp, durdurmaya çalışırken Ahmet gidip yaralı arkadaşı için bir yerlerden bir araba bulup getirmesini için çıktı. Giderken arkadaşı için, ağlıyor, sevdiği mesai arkadaşını Kadir beyin, hastaneye götüremeden, evde kan kaybından ölmesinden korkuyordu.
Devamı gelecek sayfalarda.
Aşka ihanet bölüm
-10-
“Ahmet Bey bu olayın ardından gecenin karanlığını düşünmeden ana yola çıkar ve gelip geçen arabaların önüne geçerek birini durdurmaya çalışır.”
Ana yol olduğu için, pek çok araba geçer ama karanlıkta hiçbiri durmaz yine de vazgeçmez yavaş seyreden birinin önüne kendini atar onu gören araba, durmak mecburiyetinde kalır.
Arabaya şöyle bir bakar tam istediği gibi bir arkası kasalı araba olduğunu görünce, sahibine durumu söyleyip yalvarmaya başlar.
Sahibi, yaşlı olgun görmüş geçirmiş, bir adam olup, halden anlayan biri gibi göründüğünden, kendisine söylenenlere inanır ve Ahmet beyin, isteğini kabul eder.
Yaralıyı evinden alıp gideceği yöndeki şehir merkezinde bulunan hastaneye beraberce götürüp bırakmayı kabul eder ve daha sonra yaralının bulunduğu eve gidip, hep birlikte yaralıyı taşıyıp açık kasanın içine yerleştikleri bir minderin üzerine yatırarak, başucunda ona ilk yardımı yapan Leyla, kendi şoförün yanında hastaneye hep birlikte taşırlar ameliyata aldırırlar.
Bir taraftan hastanın yaralarındaki kurşun çıkarılırken, diğer taraftan yanlarına gelen hastanede görevli polisler bu olayın nasıl olduğunu, sorgulayıp öğrenmeye çalışmakta onları soru yağmuruna tutmaktadır.
Olaya bizzat tanık olan Leyla, yaralının kendi kendini silahı ile oynarken vurduğunu söylese de inanmazlar ve hastanın ameliyat bitip kendine gelmesini beklerler.
Ahmet Bey, Leyla’n bir şeyler sakladığını düşünerek onun birilerini mutlaka koruduğunu düşünerek, yaralının ameliyattan çıkmasını beklerken Leyla ‘ı sıkıştırmaya başlar.
“Bak Leyla, gerçekleri kimseden saklama nasıl olsa polisler bu işin arkasını uluorta bırakmazlar, bu konuda sen neler biliyorsan saklama söyle, kurtulalım şu işten diye onu uyarırdır.”
-Leyla önce söylemek istemez, fakat Ahmet beyin ısrarlarına dayanamadığı onun sır saklayabileceğini düşündüğü için söyleyeceğini amma bunun ikisi arasında kalması gerektiği konusunda söz alır ve olayın aslını ona açıklar.
“Olayın olduğu gece, köydeki abisinin eve geldiğini, kendilerini birlikte görünce Kadir beyi yaralayarak kaçıp gittiğini, onun için konu abisi olduğu için söylemek istemediğini anlatır ve yalvararak bunun aralarında sır olarak kalması ister.”
Birkaç saatlik ameliyattan sonra odaya alınan Kadir Bey, ilk konuşmasını Leyla ile gerçekleştirdiğinden kendini vuranın çok sevdiği abisi olduğunu, bunun gizli kalması gerektiğini anlatarak, olayın kaza ile kendi silahından çıktığının konusunda açıklama yapmasını isterler ve olayı bu şekilde kapattıktan sonra, birkaç gün hastanede kalır.
Ahmet Bey onun elinden aldığı bir izin dilekçesi ile iş yerine döner ve durumu gizlice onun müdürüne anlatır.
Bu olayın ilçede duyulmaması gerektiğini ve ona on, on beş gün bir izin verilmesini rica ederek bunu sağlar ve akşam olunca, tekrar izin kâğıdı elinde yaralı arkadaşının olduğu hastaneye gider arkadaşı ile yaptıklarını konuşur anlatır izin kâğıdını verir.
Kadir bey önceki güne nazaran, biraz daha iyidir. Amma yaralarının tam olarak iyileşmesi ve ortaya çıkabilmesi için biraz daha zamana ihtiyacı vardır.
Kadir bey ve Leyla onu hastanede tedavi altında odasında bırakıp evlerine dönerken, Kadir beyin ablasına ne diyeceklerinin hesabını yaparak giderler. Sonunda bir yalan bulup onun acele ile geçici bir haftalık görevle başka ilçeye gönderdiklerini söyleyip inandırmaya çalışmaya karar verirler.
İlçeye gelince, dediklerini yapıp hiçbir şey olmamış gibi davranıp bir bahaneyle kendi de hükümet doktorundan kendisi’de izin alan Leyla Kadir Bey iyileşip dönünceye kadar onunla beraber kalır.
Aradan birkaç gün geçmeden, kendine gelen Kadir Bey aldığı izni görev yaptığı ilçede bulunan kendi evinde, yatarak geçirmek üzere yanına gelen Ahmet arkadaşı ile hastaneden taburcu olup kimse bir şey söylemeden ve bildirmeden çıkıp kendi evine gider hiçbir şey olamamış gibi davranıp yatar.
Akşam olmuş tam yatacaklarında, üstünü değiştiren Kadir beyin yarasını ablası görür, korku ile bağırmaya başlar.
-Sen yaralısın, bu ne kardeşim, bu yaran nedir, ne oldu sana diyerek, ağlamaya titremeye başlar.
“Eli ayağı birbirine dolaşan Fatma, onun yarasına bakar, önemli olduğunu görünce, kardeşinin kaç gündür neden gelmediğini hastanede olduğunu anlar ve ona kardeşine kızmaya başlar.
-Benden bunu gizledin ha helal olsun sana abi der.
“Böyle bir olay nasıl kardeşinden gizlenir, olacak iş’ midir bu, ben ne güne duruyorum burada, ben sana sahip olmak yoldaş olmak için annemi yalınız bıraktım geldim, gibi sözlerle kardeşine sitem ederken memleketlerinde bıraktığı annesinin bunu duysa yüreği ağzına ineceği konusunda söylenmeye başlar.
Kadir bir bahane bulur başına gelen olayı anlatır.
Güya Kadir bir hafta önce, bir köye görevli gitmiştir ve gittiği köyde, köylülerin arazi kavgası arasında arada kalmış, serseri bir kurşun ile yaralanmıştır. Yarasının bu şekilde oluştuğunu, birkaç gün hastanede kalıp iyileşmiş olduğunu, artık ablasının kendi için merak etmemesini anlatır.
Ablasının yaptıkları pansumanlar ile artık tamamen iyileşen Kadir yeniden göreve başlamıştır amma, bu karşılaştığı olayın, halkın arasında yayılabileceğini düşünerek, üst makamlara gider, kendinin başka bir görev yerine atanmasını sağlar.
Gelmiş olayı bilen bilmeyen arkadaşlarına veda etmiş, ablasını da alıp yeni görev yerine gitmiştir.
Leyla artık yalnızdır ve olayı yaratan abisine kızmakta onunla buluşup ondan hesap sormayı düşünmektedir. Kardeşi olduğu ve çok sevdiği için olayın örtbas edilmesinden de memnun olan Leyla gerçek hesabı abisinden sormak isterken sevdiği erkek olan Kadir beyin, başka bir yere atanmış olmasına’ da sinirlenmekte ve onu Birgen mutlaka bulup, neden gittiğini, neden bunu istediğinin hesabını da sevdiği adamdan sormak istemektedir.
Hala onu bunca gelişen olaylara rağmen, seviyordur ve ilerisi için ümit beslemektedir. İçindeki vazgeçemediği aşk, ona göre çoktan perçinlenmiştir çünkü.
Aradan günler aylar geçer ve birkaç ay sonra Leyla, nerede olduğunu öğrendiği, sevdiği vazgeçemediği Kadir beyin yanına gider ve onu bulur.
Yanına geldiğini gören Kadir Bey, çaresiz onu evine ablasının yanına götürür oturtur.
Leyla sevdiği adamın yanındadır. Üç gün geçer, beş gün geçer gitmek bilmez, evin bir bireyi gibi oturmuş kalmıştır.
Olaydan onun orada kalmasından rahatsız olan Kadir, onu başından savmak ve artık çok zaman geçtiğini anlatır geri göndermek ister, ona yalvarır artık görüşmemeleri gerektiğini anlatır, ayrılmak istediğini söyler.
Leyla ise onu sevdiğini anlatıp kendi gururunu düşünmeden ondan kendisi ile evlenmesi gerektiğini anlatır, ona oradan geçen bir ırmağa kendini atarak intihar edeceğini söyleyip Kadir beyi tehdit etmeye başlar.
Kadir bu tehditleri önemsemez, amma tehlikeyi de göz ardı edemez, çünkü evlerinin önünden bir ırmak geçmekte bir kanyon içinden dağlardan akıp gelen kar suları geceleri çevrede coşkun sesleri çıkartmaktadır. Kadir böyle bir yerde görev yapmaktadır.
Leyla n Kadir in yanına gelmesinden artık on beş gün gibi bir zaman geçmiş aldığı izinin bitmesi sonucunda mecburen Kadir beyin kendisinden kaçamayacağını söyleyerek, onlardan ayrılıp evine dönmüş ve köy gurubundaki görevine başlamıştır.
Onu iş yerinde hiç aklına gelmeyen ummadığı beklemediği bir sürpriz beklemektedir. Sağlık merkezinden çağrılmış olduğundan, gider hükümet doktoru ile görüşür ve eline bir zarf uzatarak kendini bekleyen düşünmediği zarfı açar okur.
Aşka ihanet bölüm
-11-
Zarftaki gelen emirde yazılanlar, Leyla kızı şaşkına dönerdir okur bir daha, bir daha okur şaşırır gözlerine inanamazdır. Hiç beklemediği bir zamanda, doğu illerinden birine atanmıştır.
Sürgün edildiğine inanır gider hükümet doktorundan bir ay izin alır ve evine gider. Evde kendinden başka derdini açacağı kimsesi kalmamıştır arkadaşı yok, Sevdiği adam yok annesi desen hala köyde ruhu sıkılmaktadır. Durup, durup atandığı yeri düşünür nasıl bir yer olduğunu haritaları karıştırarak öğrenmeye çalışırdır.
Zor geçen bir geceden sonraki günde, kalkar giyinir kendince bir kahvaltı yaptıktan sonra, eski iş yerindeki evine gider. Köylülerle görüşür vedalaşır, oturur. Oturduğu yerden eski sevdiği Kadir beyle beraber geçirdiği güzel günleri düşünür, sonra bu evde yaşadığı, hiçbir zaman unutamayacağı, acıları olmadık zamanları göz önüne getirir tekrar baba evine dönmek için yola çıkar beklemeye başlar.
Ahmet Bey olan bitenden habersiz, o gün canı sıkılmış motoruna binerek sahilde çok zaman gidip, bir taş üzerine oturup uzun, uzun denizi izleyip ufka baktığı yere gider yine aynı şekilde, bu defa yanında arkadaşı olmadan kıyıdan ufku izlemeye başlardır.
Her ne kadar Ahmet Bey gittiği bu yerde ufku, önündeki denizin güzel görünüşünü, kıyıdaki kumsallara usul, usul vuruşunu, suların sesini oturmuş dinleyip içindeki sıkıntıları atmaya çalışmış olsa’ da bu güzellikleri oradaki yerde, yalnız izlemek, onu duygu dolu bir ortamın içinde yaşatmaktan başka bir işe yaramamıştır.
İçindeki sıkıntı ile kalkar motoruna biner, eve dönmek için yola çıkar. Tam şehre yaklaşırken yolda bekleyen, Leyla kızı görür, onun el kaldırması ile durur Leyla daha birkaç kelime konuşmadan motorun arkasına atlar.
Beni de götür saatlerdir bekliyorum, bekleye, bekleye taş oldum bu gün köyün arabası ile gelmiştim, şimdi dönecek araba bulamadım seni görünce durdurmak mecburiyetinde kaldım kusura bakma şehre beni de götür diyerek konuşuyor motordan inmek bilmiyordu.
Ahmet Bey, onu motora bindirmek istemiyordu, amma itiraz edecek durumu’ da olmadığından, motorda gaza yüklendi motor yokuşa doğru tırmanışa geçerken burnu havada hızlandı.
Önündeki zorlu yokuşu küçük viteslerle tırmanırken, Ahmet bey karşıdan gelen arabayı ve arabanın kime ait olduğunu bildiğinden korku ile kaçacak yer aramaya başladı.
Neyse’ ki bir yan yol vardı’ onu görünce sanki o yoldan gidecekmiş gibi yaptı hiç düşünmeden yolunu değiştirdi.
Biraz ileri gitti. Görünmeyecek bir yerde durdu derin, derin bir oh çekti konuşmaya başladı.
İyi’ ki bizi beraber görmediler dedi kendi kendine.
“Motoru kullanan, tanıdığı olan, Ahmet beyin giderken yolunda neden böyle yaptığını anlamayan, arka koltukta oturan Leyla şaşırmış fısıldayarak onun, kendi kendine konuştuğunu duymuştu”
Ne oldu, neden bu yola girdin dedi.
Ahmet
Mecburdum dedi.
Leyla!
Neden, dedi tekrar.
“anlamadın’ mı karşımızdan gelen arabadakiler, benim de senin ‘de tanıdığın kişilerdi, bizi birlikte görselerdi, aramızda şimdi de bir şeyler olduğunu sanırlar, bizleri bütün şehre yayarlardı.
Böyle bir durum olsaydı, görmüş olsalardı acaba ben ne yapardım, sen ne yapardın diyerek konuşurken, Leyla umurunda olmamış, konuşurlarsa konuşsunlar benim korkum kalmadı ben saten yakın zamanda gideceğim buralardan sen de, başkaları’ da rahatlar kurtulursunuz benden diyor iç çekiyordu.”
Neden öyle konuştun dedi Ahmet
Doğuya görevli gidiyorum, belki dönüşüm olmaz amma, yine de sevdiğim için dönmeyi düşünüyorum diyordu.
Daha sonra’da neden öyle konuştuğunu anlatıyor, arkasından bir gün mutlaka gittiğim yerden döneceğim, bir gün sen eğer’ ki arkadaşını görürsen, söyle ona bizim geçmişimizle ilgili aşkımızla ilgili hesapları birer, birer soracağım ondan benden asla kaçamayacak, yaşadığımız günleri hatırlatacağım onun hakkındaki benim intikamım büyük olacak diyordu.
Ahmet beyin onun başka bir yere atanıp giden, arkadaşına karşı olan tehditkâr sözlerini dinledikten sonra, motorun yönünü tekrar döndürüp, kaldığı yerden, şehre doğru sürdü. Sonra, çevredeki tarlalar bahçeler içindeki, toprak yollardan, toz duman içinde geçip, dar yollardan şehre girdi ve Leyla’ kızı kendi evine bıraktı.
Artık ondan bu günlük kurtulmuş, kendilerini bir gören olmadan şehre dönmüş, arkadaşı Osman’ı bulmuştu.
Osman şehir kulübünde yanında Bekir Sami Bey ve başka kişiler oturmuş masada her zamanki gibi, gelen mezelerle içkilerini içip, oyunlarını oynuyorlardı.
-Selam verdi yanlarına oturdu.
-Hepsi karşılık verdi
-Ve aleykümüs selam Ahmet Bey, hoş geldin nerelerdesin sen diyerek sitem ederken, oturanlarla karşılıklı eller sıkıldı, hal hatırlar soruldu ve sonra Ahmet bey onların yanlarındaki yan masadan çekip bıraktığı sandalyeye oturdu.
Bekir Sami Bey garsonu çağırdı
Bak oğlum, Ahmet bey ne içer dedi uzaktan garsona baktı.
Garson geldi
Buyurun Ahmet Bey ne i,çersiniz, şöyle güzel bir kahvenizi içerim canım bu gün kahve içmek istiyor dedi.
Bekir Sami Bey, itiraz etti.
Rakı içmeden kahve içmek nereden çıktı hele bir şeyle ye, birkaç kadeh iç sonra üstüne kahve içersin diyerek ona yiyecek bir şeyler meze falan söyledi, Bekir Sami beyin bu isteğine kimse itiraz etmeden az sonra istedikleri geldi. Yendi içildi.
Gece boyu onlar, geç saatlere kadar burada oyun oynadılar oyun oynarken, yediler içtiler, zamanlarını zaman ettiler.
Artık onların masadan kalkma, evlere gitme zamanları gelmişti, oyun oynadıkları bu loş ışıklı yerden, oyuncular kalktı, birer ikişer odadan çıkıp, evlerine doğru merdivenlerden inip sokak arasında dağılırlarken, iyi geceler deyip ayrılmışlardı. Fakat içlerinden biri, Osman Bey en son gitmeye, masadan oyundan kalkandı.
O biraz daha oturup, yanındaki oyun ve lokalden arkadaşı, Ahmet beyle dertleşmek, onunla sohbet etmek, sonra evine yatmaya gitmek istiyordu.
Ahmet beyi, kolundan çekti götürdü, başka bir masaya oturttu birlikte içmek için, iki’ de sade kahve söyledi konu açıldı.
-Konu Kadir beyden açılmıştı.
-Haber bile vermeden gitti, bilseydik ona bir veda yemeği verirdik, neden böyle ansızın şehri terk eder gibi kimseye bir veda bile etmeden gitti biz bunu anlamadık diyordu.
Durumunu bilmiyormuş gibi yapan, yanındaki arkadaşı Ahmet bey önündeki kahveden bir yudum aldı
Boş ver onu, boş ver, o bildiğimiz gibi değilmiş, vefasız biriymiş, gidişinden, benim bile haberim olmadı, o kadar beraber yedik içtik’ de diyerek kendince ona dert yanmaya başladı.
-Doğru dedi Osman Bey.
-Doğru!
“Bunu sana hiç yapmamalıydı, hem meslektaşındı hem’ de sık, sık beraber olduğun, samimi olduğun bir arkadaşındı diyerek, Kadir beyin kimseye veda etmeden şehirden gidişini kınadı durdu”
Ahmet Bey onunla konuşurken içinden seviniyordu, onun hakkında arkadaşı Kadir bey hakkında olan biteni her şeyi bildiği halde, bilmemiş gibi ve arkadaşının’ da bir şey bilmediğinden emin, yutkunuyordu.
-Bir ara şüphelendi, içinden ağzımı aramasın bu diyordu.
“Sonra yok, yok öyle olsaydı, bu duramaz ve Kadir bey hakkında bildiklerini, herkese yaydığı gibi bana da söyler diyordu.
Bu mevzuların konuşulduğu günlerde zaman, zaman haber aldığı arkadaşı Kadir bey, ablası ile beraber memleketine gitmiş, oradan hazırlıklarını yaparak, yedek subaylığını yapmak üzere çağrıldığı askerlik şubesinden askere gitmişti.
Kadir bey, düzgün fiziği yakışıklığı görünüşü ile ordunun içinde komutanlarının dikkatini çektiğinden, onu merasim kıtası subayı olarak görevlendirmişlerdi. Başbakanlık ve cumhurbaşkanlığına başka ülkelerden gelip giden, yabancıları karşılayan merasim bölüğündeki askerlerin başındaydı.
Halen bekâr olduğundan, kışlada kendine yer edindiği küçük bir odada kalıyor çıkan karavanadan yeyip içiyordu.
Hafta sonları olduğunda şehirde kendince bazen yanında bir subay arkadaşı, bazen yalınız dolaşıyor, askerliğin bitmesini beklerken gününü gün ediyordu.
Günlerden bir gün, Ahmet beyin yolu, Kadir beyin askerlik yaptığı şehre düşmüştü. Merak etmiş olduğundan eski dostunu arkadaşını kışlada görmek istedi ve yanına gitti.
Arkadaşı koşarak yanına gelmiş, kışladaki nizamiyede karşılamıştı onu. Sıcak samimi bir karşılaşmanın ardından beraberce kışlaya girdiler, kışlanın gazinosunda, yemek yediler ve birlikte sohbet ettiler ve Ahmet bey onun yokluğunda görev yaptığı yerde neler olduysa hepsini anlattı, Leyla’n kendisine yolda görüştüklerinde söylediği sözlerin’ de tamamını eksiksiz ona aktardı.
-Kadir bey umursamaz gibi yaptı.
- ben unuttum olanları artık benim için Leyla diye biri yok dedi.
“diyecek söz, konuşacak konu kalmamıştı, öğrendiğine göre bunca olaydan sonra, Kadir bey onu boş vermiş unutmuş, kaderini başka kadınlarla çizmenin yolunu aramaya başlamıştı”
-Öğlen olmuştu.
-Gitmek istedi Ahmet
- Yok, yok dedi kadir kendini ziyaret eden arkadaşına!
-Beraber gideceğiz, sana bulunduğum şehri gezdireceğim, bu gün seni bırakmam, hatta yarın’da bırakmam benim kaldığım yerde yedek yatak var, sen de gelirsin aynı odada beraber yatarız, yatarken de sen olan bitenden ne varsa onlardan anlatırsın diyordu.
Kadir.
Oysa Ahmet beye göre anlatacağı bir şey kalmamış anlamak istediklerinin hepsini çay içerlerken anlatmıştı.
- Kalk gidiyoruz dedi Kadir Bey.
“Bu isteğe itiraz edemedi ve kışladan birlikte çıkıp şehrin caddelerinde dolaşmaya başladılar. Kadir beyin yakışıklı subay hali, caddelerden gelip geçen, kızların gözlerinden kaçmıyordu.
Onlar kadar yedek subay Kadir bey’de, gelip geçen ve yolda kendine bakan güzel kızlara bakıyor, bu halinden oldukça memnun biri olarak görünüyordu.
Bu durum, Ahmet beyin dikkatini çekmişti.
Bıkmadın’ mı daha, zamanında onca işler başına geldi geçti senin başından, sen tutmuş hala, akıllanmamış gibi, gelip geçen kızları süzüyorsun, onlarla bir fırsat bulup, konuşmanın bir yolunu arıyorsun demeye başlamıştı.
Kadir bey bu sözleri duymamış gibi yapıyor, ona cevap bile vermeden yanındaki arkadaşı ile caddelerde kaldırımlarda yürüdü asfaltı eskitircesine yürüdü.
Bir kız geliyordu karşıdan, sarışın uzun boylu, siyah gür saçlarını omuzlarına atmış, yarısı omzundan beline düşmüş, çapkın bakışlı süslü püslü güzel bir kızdı.
Resmi subay elbise içindeki Kadir beye doğru baktı, sonra ona tatlı bir şekilde bakarak, karşıdaki kaldırımda durdu ve gülümsedi.
Onların bu bakışmalarından, birbirlerini iyi tanıdıkları zaman, zaman, birlikte, bir yerde ya’ da bir mekânda buluşup birlikte konuştukları onların hareketlerinden belli olmuştu.
Biraz ilerisinde, yola bakan yoldan gelip geçenleri görebilecekleri bir park vardı, birkaç kişi banklara oturmuş yoldan gelip geçenlere bakıyor, gezmekten yorulmuş yorgun halleri ile ılık tatlı güneşli havanın tadını çıkarıyorlardı.
Kadir oraya doğru baktı ve arkadaşına döndü
Şu parkı görüyor’ musun sen orada biraz bekle, bir tarafa ayrılma ben yarım saat sonra gelirim diyerek karşı kaldırımdaki kendisine gülümseyen kızın yanına gitti onlar birbirlerine sokulmuş karşı kaldırımdan uzaklaşırken, Ahmet bey gitti parka oturup arkadaşının dönmesini beklemeye başladı.
Dakikalar geçti saatler geçmeye başladı, sanki taş kesilmişti Ahmet bey, içinden arkadaşını düşünürken kendi kendine konuşuyor onu hayal ediyordu.
“Yok, yok bu adam dönmeyecek beni atlattı bu benim bildiğim Kadir değil, değişmiş bu üzerindeki forma bunu bambaşka bir adam yapmış geçmişini unutmuş yeni bir hayata başlamış diyordu.”
Belki doğruydu bunca zaman beklediği halde, onun hala geri dönmemiş olması bunun bir göstergesi olabilirdi, bir taraftan onun bu halini düşünürken aklına onunla yaşadığı günler geliyor, başlarına gelen musibetten onu ölümden kurtardığı günlerin hayali ile taş kesildiği yerde düşünürken ona kızmaya başladı.
Yok, yok bu gelmeyecek öyle görünüyor.
Yerinden kalktı, onun gittiği yöne doğru gezerek gitti kalabalığın içinden hep karşı yönden gelenlere doğru baktı, ama ne gelen vardı ne de kalabalıktan görünen.
Belki ben göremeden kalabalığın içinden geçmiş gitmiştir diyerek, geri döndü parkın içinde dolaşmaya sorup soruşturmaya başladı tekrar kışlaya gitti ve onu sordu.
Yoktu orada’ da yoktu geldiğini gören olmamıştı. Üzgün bir şekilde kendini eski arkadaşının kendini aldattığını düşünerek, yalnız ve üzgün, yollarda yürümeye başladı.
Akşam olmuş hava kararmaya, ortalıktan caddelerden el ayak çekilmeye başlamış, caddeler, sokaklar geçilmez hale gelmiş, evlerine giden arabalarla dolmuştu.
Yürüdü, yürüdü, sağa sola bakarak yürürken kendine bir yatacak otel buldu.
-Girdi bir tek kişilik bir oda sordu.
-Tek kişilik odanız var’ mı?
-Var kaç gün kalacaksınız?
-Belki bir gece belki birkaç gece belli olmaz dedi.
“Adam kendisinden peşin para ve kimlik istedi, çıkardı kimliğini verirken, Ahmet hala bir mucize olacakmış gibi, arkasına girişteki kapıya bakıyordu oysa ne gelen vardı nede giden vardı.
Otelciden oda anahtarını aldı cebine koydu, gitti salondaki koltuğa oturdu.
Tam karşısında masa üstüne kurulmuş bir siyah beyaz televizyon vardı, müşteriler salondaki boş koltuklara köy ağaları gibi kurulmuşlar karşısındaki siyah beyazdan paket yayını izliyorlardı.
Televizyon izlemeye başladı.
O akşam Ahmet, yatma vakti gelinceye kadar, çay içip onun ilk defa burada gördüğü bu siyah beyaz olan televizyondan, bir delinin hatıra defteri isimli paket yayınını izledi.
-Yayın bitince, oteldeki odasına çekildi yattı.
-Bir ara dışarıdan otelin loş ışıklarla dolu koridorlarından gelen, gürültü ile uyandı, yerinden fırladı kapıyı açtı.
-Çıktı baktı.
“Gürültüyü çıkaranları görünce, gözlerine inanamadı, pavyon kadınları gecenin geç saatlerinde pavyonlarından çıkmışlar, sallana, sallana, yanlarındaki kim olduğu belirsiz eşkıya suratlı adamlarla oteldeki odalarına gidiyorlardı.”
-Burası iyi bir otel değilmiş dedi kendi kendine
-Döndü tekrar yattı.
“Yarı uyur yarı uyumaz, geçirdiği bir gecenin sonundaki sabahın güneş doğuşunda kalktı giyindi merdivenlerden alt kata inip alt katta bulunan salona indi gitti oturdu.
Salonda en az üç beş tane, pavyon güzelleri oturmuşlar, yanlarında birkaç erkek kahvaltı yaparken göründü.
Biri Ahmet’e doğru baktı, yüksek sesle onun hakkında konuşmaya başladı”
-Bakın, bakın karşıdan kim geliyor, gece kapısından bize yan, yan bakan adam geliyor, biz onu bu gece sanırım doğru dürüst uyutmadık galiba diyor, “gel yiğidim” Gel kusura bakma, biz seni bu gece çok rahatsız ettiysek senden özür dileriz diyordu. Bunu derken hiç sesini çıkarmayan öbür yandaki boş koltuklardan birine doğru giden Ahmet’i tepeden aşağı süzmeden duramıyordu.
Sanırım, onu bir erkek olarak beğenmemişler, çekimser utangaç, kadından pavyondan, eğlenceden içmekten anlamayan zavallı taşralı bir köylü olarak görmüşlerdi.
“Ahmet Bey, onların keskin bakışları altında, ilerdeki koltuğa gitti oturdu ve düşünmeye başladı. Onun bu gün yapacak çok işleri vardı, arkadaşını düşünmekten artık vazgeçmiş, kafasında var olan işlerini nasıl halledeceğini düşünüyor, içinde bulunduğu gündüzü için aklında kalacak, yapması gerekenleri planlan lamaları yapıyordu.”
-Dışarıdan getirttiği taze sıcak simitlerle beraber, birkaç bardak sabah çayı içti.
-Kalktı.
Yattığı gecenin parasını otel çalışanlarına ödedi ve kimliğini aldı, ben öğlen gelip, tekrar size tekrar kalacağımı söylemezsem kaldığım odayı başkasına verebilirsin diyerek, kapıdan çıktı kalabalığın arasında yürümeye başladı.
Gittiği yerdeki yapması yaptırması gereken işleri hallettikten sonra, işinin başına geri döndü.
Onun bu yerde geçirdiği zamanlarda, Leyla yeni görev yerine taşınma hazırlığı yapıyordu, içi acı doluydu intikam doluydu.
Kendi kendine konuşuyor, bir ora bir bura odanın içinde gelip giderken kafasında kendini terk eden bir daha nereye gittiğini bilmediği kendisinden bir habersiz olan eski sevdiği adamı düşünüyordu.
-Ahmet biliyordur,
-Dedi içinden
-Öğrenmeliyim nerede olduğunu bir insan bu kadar duyarsız olamaz ne de olsa beraber yaşanmışlarımız var diyordu sonra.
“Gecesini gündüzünü onu düşünmekle geçiriyordu. Çılgın gibiydi ona ulaşamamanın üzüntüsü, acısı, bütün vücudunu sarmıştı.
Ertesi gündü, gitti Ahmet beyi buldu konuştu ona Kadir beyin olduğu yeri sordu.
Sen mutlaka biliyorsundur kadir beyin olduğu yeri, Kadir neredeyse, nerde görev yapıyorsa söyle bana, onu benim gidip bulmam onunla konuşmam gerekir diye yalvarmaya başladı.
-Neden dedi
-Onunla hesaplaşmam konuşmam lazım deyip, ne konuşacağını anlatmıyor sır gibi saklıyordu.
“Ahmet Bey, nerede olduğunu bildiği halde, bunların arasındaki geçmişte yer almak istemiyor, karşısındaki kadının kendisine sorduğu sorularını cevapsız bırakıyordu.
Bilmiyorum, bana sorma dedi.
Israr ediyordu.
Dedim ya kadın, bana sorma hem ondan kes ümidini kim bilir nerededir Kadir izin alıp memleketine gittikten sonra nereye gitti nerede askerlik yapıyor hiçbir şekilde haberim yok diye karşısındaki kadının isteklerini geri çeviriyordu.
Öyle olsun sen söylemesen’de ben onu, yerin dibine girse yine bulacağım diyerek, Ahmet beyin yanından boynu bükük uzaklaştı.
Devamı gelecek sayıda
Aşka ihanet Sayı
- 12-
İki yıl sonra
İki yıl geçmişti aradan, Ahmet bey ile müdürünün arası siyasete nedeniyle açılmış, canı sıkkındı morale ihtiyacı vardı, Kaymakamlığa girdi yıllık iznini aldı, memleketine gitti.
Mevsim son bahar olduğu için, şehrin ahalisi yaz aylarında göç ettiği bağlarda bahçelerdeki ürünlerin meyvelerin cevizlerin meyvelerin kış için toplandığı hasat mevsimiydi.
Şehrin insanları yaz aylarında göç edep oturdukları bahçelerden, bağlardan kışlık için sebze meyvelerini kış günlerinde sobalarında yakacak odun gibi ihtiyaçlarını toplayıp, kışlık evlerinde depolarken bulmuştu kendi ailesini.
Ocakta odunlar yanıyor, içindeki kömürde mısırlar pişiyor, hevenk, hevenk fasulyeler, domatesler kışa hazırlanıyordu.
Ahmet ses çıkarmadan, kapıdan içeriye şöyle bir göz attı, yere ocağın önüne bağdaş kurmuş, haşlanmış kurutulmuş kışlık mısırların tanelerini taneleyen annesini ablalarını gördü.
-Birden gölge gibi kapıdan içeriye süzülüp, başlarına dikildi.
-Kolay gelsin hanımlar.
“Eller önündeki işi bırakmış yüzler içeriye sessizce giren Ahmet’ e çevrilmişti”
Hep birlikte, şaşkın ve sevinç çığcılığı atarak ayağa kaldılar, sarıldılar, sarıldılar kokladılar.
Ahmet hasretini gidermenin mutluluğu içinde, ailesi ile hoşça vakit geçirip onlara bağ bahçe işinde yardım ettiği zamanlar içinde şehirdeki arkadaşları ile buluşuyor sohbet ediyor kendi durumlarından bahsedip konuşuyorlardı.
Günlerden sıcak bir zamanda karşısına tanıdığı çoktandır görmediği biri çıkmıştı, bu gördüğü Ahmet in iş yerindeki şehirde serbest meslekte çalışan bir hemşerisiydi.
İki hem şehri birlikte şehrin kenar caddelerinde gezerken soğuk suları ile etrafının yeşil bahçeleriyle nam yapmış bir yerde durdular etrafa bakındılar.
Hemşerilerinden biri bu yerde, kendin pişir kendin ye lokantasını çalıştırdığını gördüler, suyun başında güzel bir yere oturdular kendi pişirdikleri etlerden yemeye yanında da içki içmeye başladılar.
Hava sıcaktı, ocağın sıcaklığı beyinlerinde ateş çıkarıyor yüzlerini pancar gibi kızartıyordu, Ahmet sarhoş olmuş bağırıyordu,
-Öldüreceğim, öldüreceğim başka çarem kalmadı
-Diyordu.
-Kimi dedi arkadaşı
“duyunca öğrenirsin dedi, belindeki silahını çıkardı, sağa sola öldüreceğim diyerek ateş etmeye başladı.
“Korkuyordu arkadaşı silahı elinden almak istedi”
-Korktun’ mu?
“Ahmet sarhoş olmuş, kekeleyerek, korktun mu dedikten sonra namludaki carcurdaki bütün mermileri, bitirdi ve boş silahı beline soktu.
Arkadaşı içip içirdiğine pişman olmuştu neyse’ ki, bulundukları yer meskûn mahalden uzak yeşillikler içinde billur gibi akan buz gibi bir suyun aktığı, bu yerdeki bir pınarın başındaydı ve etrafta ne bir ev ne kalabalık insanlar vardı.
Ahmet kalktı, pınardan akan soğuk suyun altına kafasını soktu, başını yıkamaya başladı.
Üşümüş, başını sallıyor, elleri ile saçlarına sular serpiyor, diğer bir taraftan’ da, avuç, avuç buradaki buz gibi sulardan içiyordu.
Ahmet hoş güzel bir tatil yaptığı moral bulduğu memleketinden tekrar işinin olduğu yere dönmek için, hazırlandı yola çıktı.
Yol uzundu önce büyük bir şehre gelecek orada bir gece konakladıktan sonra yeniden otobüse binip görev yaptığı ilçeye gitmesi gerekecekti.
Öğlen üstünde, bir gece konaklaması gereken şehre vardı otellerden birine yerleşip ertesi günkü yolculuğu için bilet aldıktan sonra şehrin caddelerinde etraftaki dükkânları iş yerini falan izleyerek gezmeye başladı.
“Uzaktan kendisine doğru gelen, tanıdığı çoktandır görmediği biriyle karşılaştı durdular bakıştılar sarılıp öpüştüler hal hatır sordular.
Bu kişi, bir köyün ağasıydı. Zengindi, fakire yoksula elini veren, kapısı açan yemeğini paylaşan zevk sefa sahibi biriydi.
Birkaç dakika konuştuktan sonra, Ahmet’i akşam için pavyona götürmeye davet etti. Ahmet önce bu teklifi geri çevirip kabul etmek istemediyse’ de yapılan ısrarı kıramadı kabul etti.
Birlikte biraz daha yürüdükten sonra bir başka tanıdıklarının iş yerinin önünde durdular, içeriye girip sahibi ile konuşmaya başladılar.
Bu konuştukları kişi, bir ağa değildi amma iş yerine bakarsan, bir köy ağası kadar zengin, kendini etrafına sevdirmiş, çevre edinmiş biri olduğu konuşmalarından çabucak anlaşılıyordu.
O da dâhil olmuştu, akşam eğilencesine.
Akşam olmuş üç kafada, pavyonları dolaşmaya başladılar ve beğendikleri pavyonlardan birinin, kırmızı ışıklar altındaki kapıdan girip loş ışıklı koridorlarından geçip, bir masaya oturdular.
Daha onlar yerlerine oturmadan, pavyon garsonlarından biri, elinde bardak ve içkilerle geldi yanındaki mezelerle masalarına koydu.
Onlar oturmuş etrafa bakınıp olan biteni izlerken, sahnede bir Bayan “İnleyen nağmeler ruhuma değdi” şarkısını söylüyordu onlar bunu dinlerken yanlarına gelen iki güzel bayan’da içeceklerini söyledikten sonra, girdikleri bu eğlence yerinde gece geç saatlerine kadar yediler içtiler.
“Artık onların gittiği bu eğlence yerinden, evlerine dönme zamanı gelmişti. Yeterince yemişler içmişler ve sarhoş olmuşlardı.
Ahmet izinden döndüğü için hem cebinde yeterli parası yoktu, hem de hesap için yanındaki zengin bildiği kendisini davet eden kişilere güveniyordu.
-İri yarı göbekleri neredeyse burnuna değen, arkadaşı bağırdı”
-Hesap küften
“Çalışanlardan şef garson olduğu belli olan biri, elinde hesap tabağı getirdi ödemeleri geren hesap çetelesini bunların önlerine koydu. İri yarı kendini davet eden göbekli arkadaşı, gelen hesabı eline alıp, şöyle bir göz gezdirdikten sonra, onu getiren garsonu yanına tekrar çağırdı ve gelen hesaba itiraz etmeye başladı. Hesap kusulası itirazlar arasında, birkaç kez kasaya gidip geldikten sonra, son halini almıştı hesap masaya konmuş ödenmesi isteniyordu”
-Arkadaşı yine’de çok görmüştü.
“Ödemem ben bu hesabı, ödemem bunlar birer soyguncu bize çok fazla hesap çıkarmışlar, böyle hesap olmaz, bunlarla kavgaysa, kavga, ölümse ölüm diyor, pavyondaki içip eğlenen kalabalığa aldırmadan bağırıyordu. Dövüşmeye kavga çıkarmaya hazırlanıyordu.
Birden içeride ne kadar garson varsa, alıcı kuşlar gibi başlarına dikilmiş her an üzerine atılmaya hazır gibiydiler.”
Ahmet korkmuştu, bunların hepsi birer fedaiydi şimdi burada kavga etseler yarın boy, boy gazetelerde manşet olacaklarını ve meslek camiasında kendinin rezil olacağını biliyordu.
-Bunu bildiğinden bir teklif götürdü.
“Bu hesabı beraber verelim cebimizde ne varsa çıkaralım ortaya koyalım topladığımız kadarını verelim olmayan kısmı içinde senet vereli kavga gürültü olmadan şuradan çıkıp gidelim diyordu.”
İstek kabul edilmiş, ceplerdeki paralar masada hesaplanmış, yüz elli lira eksik kalmıştı, pavyon sahibi çağrıldı yanlarında gelen şehrin tanınan esnaflarından olan arkadaşın verdiği senetle ödemeler yapıldı kavgası gürültüsüz buradan ayrılmışlardı”
Ahmet gece gidip, tarihi bir handan çevirme odaların bulunduğu yerin ortasında akan bir şadırvan bulunan yerin başında oturup bir gece kahvesi içtikten sonra odasına çekilip yattı.
Ertesi gün ışıyıp sabah olduğunda, baş ağrısıyla uyanmış gözünü açamıyor, yastıktan başını kaldıramıyordu.
Yola gideceğinden zorla katlı giyindi hazırlandı cebinde kalan üç beş kuruş payla birer bardak çay içip simit yedikten sonra gidip otobüse bindi ve o gün akşam iş yerindeki evine vardı yerleşti.
Yine bir gün geçmiş, akşam olmuştu arkadaşı Osman beyle yol boyunda gezerlerken, iki yıldır görmedikleri Leyla yı baba evinin bahçesinde, çocuk gezdirirken görmüşlerdi.
Ahmet onların olduğu tarafa baktı.
Ahmet in baktığını gören Leyla kucağında bir oğlan çocuk koşarak, onun yanına geldi onunla konuşmaya başladı. Birkaç hal hatır sorup oradan onunla birlikte oradan buradan yalan doğru konuştuktan sonra, kucağındaki çocuğunu gösterdi.
-Bak bakıyım, kime benziyor dedi.
“Ahmet onun kendisine ne demek istediğini anlamıştı amma, isim vermeden herhalde babasına benzemiş olmalı demişti.
Leyla’ın parmağında yüzükten, onun gittiği doğu hizmetine gittikten sonra ilk tanıştığı kişiyle evlenmiş olduğunu öğrendi.
Biraz konuştular sonra, Leyla Ahmet’e Kadir’i sordu, belli ki hala onu unutmamıştı.
-Evlenmiş o da evlenmiş, dedi.
-Ahmet
“Kendi memleketinden, çalışan bir öğretmen bir bayan bulmuş, onunla evlik yapmış diye duymuştum doğruysa dedi.
Sonra sözüne ekledi, bakıyorum sen de boş durmamışsın evlenmiş, çoluk çocuğa kavuşmuşsun, c.Allah çocuğunu Analı babalı büyütsün diyerek konuşurken Leyla sessice başını önüne eğmiş dalgın bakıyor, diğer bir taraftan’ da kucağındaki, iki yaşını geçkin oğlan çocuğuna bakıyordu.
Üzgün gibiydi. Hala içini yüreğini yakıp kavuran, sönmemiş bir ateşin varlığını içinde hisseder gibiydi.
-Mutlu’ musun?
“Diye sordu Ahmet, ne de olsa geçmişte onunla yaşanmış bir arkadaşlıkları yaşanmış geride kalmış, birlikte yaşadığı anı olacak olayları vardı. Bunu sorarken sorduğu Leyla, hem geçmişteki iyi kötü günlerini düşünüyor, hem de Leyla olanları hayal ediyordu.
Leyla’ nın dalgın gözlerinden, birkaç damla yaş yüzlerine doğru akarken, çocuğuna göstermemeye çalışıyor, soluğunu derin, derin içine çekiyor, gözyaşlarını kolları ile gizlemeye onlara ağladığını hissettirmemeye göstermemeye çalışıyordu.
Onlar bunları konuşurlarken, annesi Hanife teyze’de uzaktan görmüş, evinden koşar adımlarla yola çıkıp geldi.
Hanife teyze neredeyse, iki yıl içinde en az on, on beş belki ‘de daha fazla, yaş yaşlanmış gibiydi.
Sarkık çene etleriyle, gözlerinin altını bürümüş çok miktardaki buruşuklarıyla, çoğalmış alın çizgileriyle sanırsın doksanlık nineler gibi görünüyordu.
-Ahmet elini öptü hal hatır sordu.
-Nasılsın Hanife teyze?
“Eh iyi diyelim iyi olalım evladım, nasıl olabilirim’ ki evladım dedikten sonra, sen nasılsın diyerek biraz üzgün, biraz küskün onun sorunu cevapladı.”
Ahmet daha fazla dayanamayarak, onlara Kendinize iyi bakın dedikten vedalaştıktan sonra, yanındaki arkadaşıyla onların yanından ayrıldı kaldıkları yerden, gittikleri yöne doğru yürümeye başladılar.
Onlar giderken, geride bıraktıkları Leyla, hala onların arkasından bakınıyor, düşünüyor geçmiş iki yıl öncesinde yaşadığı günlerin hayalini getiriyordu gözlerinin önüne.
-Annesi kızmış onu içeriye çağırıyordu.
-İçeri gir artık, hava soğudu çocuğu üşütürsün sonra demişti.
“Ahmet geri dönüp onlara baktığında, bahçenin hala var olan yeşillikleri altında onların kaybolduğunu gördü.”
-Arkadaşına döndü, yüzlerine baktı.
-E dedi,
“Seni ne zaman evlendireceğiz söyle bakalım, hala aranızda kara kediler’ mi dolaşıyor, sevdiğin o seni beğenmeyen paşa kızıyla diyor ona şaka yapamadan edemiyordu.
-Bıraktım, bıraktım, gitsin paşa babası turşusunu kursun kızının dedi, bir’ de yüksekten bir küfür fırlattı.
“Çekip gideceğim buralardan, buralarda kalmak istemiyorum görmek istemiyorum diyor, kendi beğenmediği içini yakan kahrettiği kaderine kahrediyordu.”
-Başkasını bulursun dünya yüzünde kadın kız kıtlığı’ mı başladı diyordu yanındaki arkadaşı
Ahmet.
-Cevabını geciktirmeden verdi.
-Osman
-Sen bana söylüyorsun’ da nedense sen hiç kendi evliliğinden evleneceğin peri kızından bana hiç bahsetmiyorsun, yoksa benim bilmediğim bizden sır gibi sakladığın bir mi var?
-Demişti.
-Karşılıklı şakalaşmalar içinde, yürüdüler, yürüdüler.
“Gece olmuş hava kararmaya başlamıştı.”
-Dönelim dedi.
-Ahmet.
Aldığı olumlu cevap üzerine döndüler, geldikleri yola doğru tekrar bahçelerin arasındaki yoldan konuşa, konuşa çarşıya doğru gittiler ve meydandaki lokantanın olduğu yere varınca durdular.
Akşam olmuş acıkmışlardı. Yemek yemeleri gerekiyordu, hele Ahmet kurt gibi açtı. Lokantanın kapısından içeriye girdiklerinde onları içeride hiç beklemedikleri bir sürpriz bekliyordu.
Devamı gelecek sayıda
Aşka ihanet
Bölüm -13-
İçerideki masalardan birinde, üçleş kişi oturmuşlar içki içiyorlardı, kimdi bunlar diye düşünürlerken Ahmet’in gözüne İki yıl önceki Kadir beyi yaralayıp kaçan Leyla’ın sır gibi sakladığı ele vermediği abisini gördü.
Tanıdığı halde onu, tanıyormuş gibi yapıp, biraz aralı mesafede bulunan boş masaya gidip oturdular. Yanlarına gelen garsona yemek istedikleri yemeklerden söylediler, beklemeye başladılar.
Ahmet yemekleri beklerken, Osman beyin kulalarına doğru eğilmiş başkasının duyamayacağı kısık seslerle, az ilerdeki masada yemek yiyen, tanıdığı kişiyi anlatıyor, iki yıl önceki başlarına gelen olayın failini çaktırmadan ona gösteriyordu.
Ne otururken, ne kalkarken onlarla selamlaşmadan yemeklerini yediler paralarını ödeyip, şehir Lokaline gitmek üzere beraber yürüme başladılar.
-Ahmet arkadaşının yüzüne baktı.
Vay be, şu işe bak adam yaralamaktan aranan bir adam olduğu halde, şu katil adam, birilerinin sayesinde orta yerde elini kolunu sallayarak geziyor dedi.
Kadir beyin onu askerde iken bir mektupla ihbar ettiğini sonra da gidip savcılığa yeniden başına gelen olay hakkında ifade verdiğini kendini ziyaret ettiğinde öğrenmişti. Onun yüzünden bu adamın yakalanıp hapse atıldığını sanıyordu.
Gece boyu yatma vaktine kadar gittikleri şehir kulübünde oyun oynarken Ahmet, o geçmişteki günlerin gecesini unutamamış, onu hayal düşünüyor içinden o günleri hayal ediyordu.
Onu jandarmaya, polise yakalatmamanın, arkadaşı Kadir ve onun sevgilisi olarak bildiği Leyla’ın, isteği üzerine olayı bir kaza imiş gibi saptırmanın kendisince yanlış olduğunun doğruyu bildiği halde, yanlışlığın yalan söylemenin pişmanlığı içinde bocalayıp durmuştu.
Ne oynadığını nasıl bir oyun kurduğunu düşünmeden oynuyor oynadıkları paralı oyunda durmadan kaybediyordu. Belki’ de Ahmet beyin o gece, kumarda en fazla para kaybettiği bir geceydi.
Aradan bir hafta geçmişti, karakoldan kendisine bir ihbar neme almıştı. Müşteki olarak savcılıkta ifade vermeye çağrılıyordu.
Gitti konuştu ve jandarma onun eline bir kâğıt vererek onu adliyede ifadesi alınmak üzere savcılığa gönderdi.
Aynı binada olan savcılığa gitti ifade verdi. Aradan iki yıl geçmiş olayın Faillerinin, başka yerlerde görevde olan kişiler burada olmadığı için iki yıl önceki olaydan aklında ne kalmışsa, Kadir beyin başına ne gelmişse, hiç kimseyi ayırmadan yalan söylemeden hepsini ifadesinde anlattı ifadesini imzaladı görevine gitti.
Ahmet kendisi rahatsız eden, huzursuz halinden kurtarmanın rahatlığı içinde yaşamaya başlamıştı.
Aradan geçen bir ay kadar bir zamanın sonrasında, Olayla ilgisi olan Leyla’ n suçluyu saklamaktan ceza evine girdiğini ve aranan abisi Hasan’ da bu olaydan yakalanıp tutuklandığını öğrendi.
Leyla üç ay ceza almış, kendisi memur olduğu için iyi ve sabıkasız hali göz önüne alınarak cezası bir ay on güne düşürülmüş olduğunu öğrendi.
Sevinmişti.
Derin bir oh çekti kendi kendine konuşmaya başladı
Daha fazla ceza almış olsaydı kendimi asla af etmem diyordu.
Az bir ceza ile kurtulup, tekrar kaldığı yerden doğu illerindeki işine devam edebileceği için, vicdanen kendisinde meydana gelen rahatlığın huzuru içinde Allah’a şükrediyordu.
Çocuğu da var diyordu. Çocuk aklına gelince bu kısa zaman içinde ona anneannesinin yaşlı da olsa bakabileceğini düşünüyor arada bir uğrayıp ona yardımcı olmaya dışarıdan bir ihtiyacı olup olmadığını sormaya başlamıştı.
Ahmet beyin hayatı böyle sürüp giderken bir gün arkadaşı Osman beyin çalıştığı kurumdan başka bir ilçeye atandığını öğrendi.
İyice yalnızlaşacağını düşünen Ahmet Bey, üzülmeye başlamıştı. Bunlar yetmiyor’ muş gibi, kendinin ‘de iş yerinde huzuru olmadığını düşünen huzuru başka yerlerde aramanın yollarını aramaya başlarken günlerden bir gün, oyun arkadaşı şehrin zenginlerinden soylularından olan, Bekir Sami beyin çağrısı orginazasyonu üzerine bir akşam arkadaşları Osman beyin veda yemeğinde lokantada buluştular.
Yediler içtiler şarkılar söylediler uzun, uzun öykü anlatırmış gibi yapılan konuşmalarla arkadaşını övdüler güzel bir gecenin ertesi gününde onu yeni görev yerine yolcu ettiler.
Osman Bey el sallayanların kendini sevenlerin arasında yola çıkmış giderken, otobüsün içinden arkasına bakıyor bir taraftan da yüreğine damlayan gözyaşlarının acısına dayanmaya çalışıyordu.
Ona en çok koyanın sevdiği kızın kendisine layık görülmemesi ve kapısına görüşmemesi için jandarmalar dikilmesiydi.
Yol boyunca onu düşünüyor, kendinden ve kendi gibi olanlardan doğduğu günden nefret ediyordu.
Yüreği canını yakıyor, acıdığını hissediyordu. Kalbinde hala var olan paylaşılmamış bir, tek kişilik aşkın, acısın varlığını duyuyordu.
Belli’ ki onun küçümsenmesi, hor görülmesi, belki’ de fakir basit biri olması olarak görünmesi, çok zoruna gitmişti.
Otobüsün kaptanı, önündeki radyoyu açmış, radyoda acıklı şarkılar çalıyordu. Osman’ n kulağına kadar gelen şarkıdan duyduğu hüzünlü sözlerden etkilenmiş, başını yana dışarıya doğru çevirmiş üzgün olduğunu ve yüreğine damlayan acıların gözlerinden akan yaşların başkası tarafından, görünmemesine çalışıyordu.
Ne kadar onu görmeseler’ de, kendi bunu derinden hissediyor, içi kan ağlıyordu’ ya, ona bu acı yeter de artardı bile.
Aşk, iki kişiliktir.
Tek kişiliği kahrederdir, insanı.
Yakar kavururdur.
İki kişilik bulamazsan yangın yerine çevirirdir seni.
Aşk iki kişiliktir.
Tutunma aşk ile yandığın kişiye.
Bırak!
Uzaktan sevme, seni deli edene
Aşk iki kişiliktir, unut gitsin tek kişilikse.
Üç beş ay kadar zaman geçmişti, bir mektup bir de davetiye gelmişti görev yeri değişen uğurladıkları arkadaşından
Açtı okudu, içini yakıp kavuran ateşin sönmesi için, kendinin bir an önce geçmişi unutmak olduğunu, bunu unutmanın yolunun’ da annesinin kendine gösterdiği ilk kızla, evlenmek olduğunu yazıyordu.
Annesi ona kendi memleketinden çalışan, dürüst namuslu bir öğretmen bulduğunu söylüyordu mektubunda. Bunu mektubunda nasıl bulduğunu anlata, anlata bitiremiyor, onun yüzünden çok içinin güzelliğinden duygularının kendisine güzellikten öte, daha güzel şeylerin yansıtmış olduğunu, yazmış evleneceği kızı anlatıyordu.
Ahmet gelen davetiyesini eline aldı, evirdi çevirdi tekrar, tekrar okudu içinde kilerini.
-Kendi kendine bir ah çekti.
“Belli ki, onun’ da evlenme zamanı gelmiş nerdeyse vakti geçmişti bile kendince öyle düşünüyordu.”
Gidememişti ama telefon aracılığı ile çiçek göndermeyi ihmal etmemiş, açtığı bir telefonla düğün gününde uzaktan güzel bir çiçek buketi göndermiş, arkadaşının bu güzel evliliğini gelecek günlerini kutlamış ona mutluluklar dilemişti.
Arkadaşı Osman gitmiş evlenmiş yuvası kurmuş, Yine diğer arkadaşı askere gitmiş dönüşte başka bir yerde görev yaparken evlenmiş işlerine mutluluk içinde devam ederken, yalnızlığının acısını hissederek yaşayan Ahmet beyin iyiden iyiye morali bozulmuştu.
Bir de son zamanlarda, çalıştığı müdürün siyasi görüşü ve ona karşı olan tutumu ile iyiden iyiye bunalan Ahmet zor günler geçirmeye başlamıştı.
Bir gün onun çok yıllar önceden tanıdığı, şimdi ise milletvekili olan bir arkadaşı vardı. Bir gün onunla karşılaştı ve onunla oturup konuştular. Birlikte bir sahil lokantasında, yedikleri içkili yemekte işten güçten bahsederken, konuşma döndü dolaştı sıra Ahmet beyin hiç sevmediği siyasete geldi.
Durumunu ona söyledi, karşısındaki arkadaşı’ da ona il içinde nerede görev almak istiyorsa oraya gönderebileceğini söylüyordu.
Amma Ahmet o günün kadrosu içinde onun teklif ettiği yerlerde görev alamayacağını kendisinin ülkedeki başka yerlerde çalışmak ilgili makamlara dilekçe vereceğini siyaseti sevmediğini söylemişti.
Birkaç ay geçmiş sonbaharın başı gelmişti havalar serinlemeye sonbahar yağmurlarının yağdığı, gündüzün kısalmaya gecelerin uzamaya başladığı bir günde motoruna bindi sahile indi motorun yönünü sahilden tarafa çevirdi kendi de motordan inip, kumsalda uzandı yakıcı olmayan kumsalın üzerinde bazen masmavi uyuyan denize bazen bulut olmayan yalnızlığına çekilmiş gökyüzüne düşüne, düşüne baktı durdu.
Rahatlamak, kafasını karıştıran karanlık duygulardan arınmak, içine mutluluk doldurmak, ruhunu rahatlatmak istiyordu.
Deniz desen karşısında çırpınıyor, onun bakışlarına ruhunun derinliklerine girmek istiyor, onu rahatlatmasına yardım etmek ister gibi çırpınıp duruyordu.
Önündeki kumsaldan ise, tek, tük insanlar gelip geçiyor, kumsalın üzerinde bir ileri bir geri dolaşıp duruyorlardı.
Gün akşam olmuş güneş bütün kızıllığını dökmüştü karşısındaki kumsalın uzaklarındaki ufka, ellerinde oltası ve içinde ne olduğunu göremediği sepetle, onun yanından geçmiş gitmiş kumsala oturmuş denizden balık tutmaya başlamıştı.
Onu izledi, uzun zaman oturduğu kumsaldan. Balıkçı arada bir oltayı sallıyor, bazen hızla asılıyor bazen tuttuğu küçük, küçük balıkları bunlar yavru falan demeden küçük büyük ne kadar balık tutmuşsa onları sepetine koyuyordu.
Yalnızlığın ona verdiği, duygusal düşünceler içinde bu sonbahar gününde denize bakarken aklına gelen memleketini düşünmeye başlamıştı.
Geçmişinde onu üzen bazı olayların olduğunu arkadaşı, Osman’ ı hatırlıyor, onun kadar olmasa’da bir benzerinin kendi başına geldiğini düşünüyor fakat onun, başından geçen bu olaydan, Osman kadar etkilenmediğinden dem vurup, kendi duygularını denizin maviliklerine bakarken bastırıyordu.
Bir ara bulutlar sardı denizin üstünü arkasından hava yağacak gibi oldu, deniz değişmeye başladı ne kadar gri yakamozlar varsa, çırpınıp durmaya başladılar Ahmet’in karşısında, sanki küçük balık yavruları suların içinde başlarını sulardan çıkarmış hava almaya çalışıyorlarmış gibiydi.
Kadir havadaki bulutlar çoğalıp üzerine birkaç damla yağmur tanesi düşerken başını kaldırdı gökyüzünde dolaşan esmer bulutlara baktı, kendi kendine yalnızlığını yaşadığı yerde konuşmaya başladı
Herhalde yağmur yağacak
Dedi.
“Şap dedi bir başka yağmur tanesi daha, onun gözünün tam üzerine olanca ağırlığı ile düşmüştü.”Sağanak yağacak bir yağmura yakalanmak istemediğinden, kalktı motoruna bindi çalıştırdı güneşin denizden batışını göremeden evine doğru gitmeye başladı.”
Yolda yağmura yakalanmak istemiyor, bir an önce evine varmak yatmak uyumak istediğinden motoruna gaz veriyor, altındaki dört silindir Java motor yerinden şaha kalkar gibi şahlanıp giderken, olacak ya birden, yolun kenarındaki kumlara girdi, Ahmet motora sahip olamadı ve yolda motor bir tarafa, kendi bir tarafa savrulup bindiği motordan düşmüştü.
Yerde biraz yattıktan kendine geldikten sonra kalkıp kumlardan yaralanmış el ayalarına baktı bakarken diz kapaklarında pantolonun yırtılmış olduğunu ve dizlerinin kanlar içinde olduğunu gördü.
Tekrar motoruna bindi, neyse ki çalıştığından ona bir şey olmadığından çalıştırdı evine gidip, üzerini çıkardı yaralarını temizledi bir kenara oturdu.
Bu olaydan sonra canı, şehir kulübüne gitmek istemiyor oyun oynamak içinden gelmiyor, hatta arkadaşlarını bile görmek istemiyor gibiydi. Kendine göre hafif basit bir yemek hazırladı yedi o gece erkenden yatıp uyudu.
Sabah kapının çalınmasıyla uyandı kalktı kapıya baktı.
Aşka ihanet bölüm
- 14-
Kapsısı açınca karşısında Hanife teyzeyi gördü. Hanife teyze ellerinde, içi portakal dolu bir sepetle yanına gelmişti Ahmet onun geldiğini görünce sevindi ve hoş geldin teyze deyip elini öptükten sonra içeri almış bir kenara oturtmuştu.
Daha sabah yeni olduğundan toplanmamış eşyalar, yıkanmamış mutfak araçları kap kacak ne varsa ortalıkta görünüyor Ahmet onları toplamaya çalışırken Hanife teyzeden özür dilemeye çalışıyordu.
-Kusura bakma Hanife teyze, ne olacak bilirsin işte bekâr evi böyle karışık bir yer olur dedi.
-Hanife teyze onu izlerken, onun sözünü bitirmeden araya girdi, konuşmasını kesti
-Bırak oğlum bırak buraya ben senin evinde ne var ne yok onu görmeye gelmedim, elbette bekâr evi karışık olacak inşallah Allah gönlüne göre bir eş verir’ de bundan kurtulur çoluk çocuğunla eşinle mutlu bir hayat geçirirsin diyerek onu yanına çağırdı yanı başına oturttu.
“Ne olacak bu bizim kızın hali çok mu yatar hapiste, zavallı oğlu her gün annem ne zaman gelecek diye onu soruyor, Haydi oğlan bir halt etmiş ceza evinin şartlarına dayanır amma kızımın dayanacağını sanmıyorum üstelik çıkışında tekrar işine dönememe gibi bir olasılık da var diyorlar sen bilirsin, hâkim savcı arkadaşların var onlardan onun durumunu bir soruverip bana onun hakkında ne olacağından bir bilgi versen diyordu.”
Ahmet Bey.
-Korkma Hanife teyze korkma ben onun durumunu sordum araştırdım bile
- Ne dediler?
“Cezası çok az olduğu için, memuriyetten ihraç edilmezmiş, çıkınca tekrar işine dönebilirmiş, saten şunun şurasında az bir vakti kaldı, ay sonuna varmadan tahliye olur çocuğuna da sizlerde karışır, amma adam yaralamaktan içeride olan onun abisini, ne kadar yatar onu bilemem dedi.”
-Teyze.
- Ne kadar yatarsa yatsın, onu düşünmüyorum ben benim düşündüğüm evdeki sabinin annesi, ağlamasına dayanamıyorum, dün görüş günüymüş onu da aldım götürdüm çocuğu annesinden zor ayırdım onların bu hali zoruma gidiyor derken Ahmet araya girdi.
“Haklısın Hanife teyze çok haklısın amma yapacak çok fazla bir şey yok “adaletin kestiği parmak acımaz derler” Şunun şurasında ne kaldı’ki sabır Allahın kullarını denemek için, insanlara verdiği bir ders bir imtihandır.
İnançlı insanlar bunu çok iyi bilirler, sen de bilirsin, bizler böyle olaylar karşısında sabredeceğiz, ’C.Allah’ bizleri sınadığı imtihanı bizler sabrımızla kazanalım’ ki, lütfüne erişelim, demeye C. Allah da bize yardım demeye başladı.
-Doğru dedi Hanife teyze
-Doğru c. Allah bizleri imtihan ediyor olmalı. Biz imtihanı kazanmalıyız’ ki, onun himmetinden faydalanalım.
“Dedi kalkıp evine gitmek için ayaklandı, Ahmet bey onun gönlünü almış olmanın mutluluğu içinde, ayağa kalktı elini öperken biraz daha kalmasını, hazırlayacağı kahvaltıyı beraber yemeyi teklif ediyordu.
Keşke az daha kalsaydın da kahvaltıyı beraber yeseydik derken Hanife teyze çıkardığı ayakkabılarını giymeye başlarken bu teklifi kabul edemeyeceğini bir sabah kendine uğramasını beraber kahvaltı yapmaları için öneride bulunuyordu.”
-Sağ ol evladım, çok sağ ol, beni bir hayli rahatlattın içimdeki yangına sular döktün söndürdün, bu bana yeter dedi.
-Tam kapıyı çıkarken
-Bize’ de gelmeyi unutma diyerek çıktı yürüdü evine gitmişti.
“Ahmet onu memnun etmenin neşesi içinde, onun getirdiği portakallardan kendine bolca bir portakal suyu sıktı, hazırladığı bekârların yapabileceği kahvaltının yanında onu içerek, sabah mutlu bir şekilde işine gitmişti.”
Buradaki iş yerinden iyicene sıkılmış olan Ahmet’ n huzursuzluğu her geçen gün artıyordu’ ki bir olay bardadağı taşıran son damla olmuştu.
Kendisinden kim olduklarını bilmediği, çivicilikle alakası olmadığını öğrendiği, yalnızca iktidardaki siyaset adamlarının, kendi adamları olduğunu öğrendiği, köylü olup olmadıkları bile belli olmayan bu kişilere, diğerlerinden ayrıcalıklı devlet yardımından ilaç mazot, gübre banka finansmanı gibi, yardımlardan faizsiz bedelsiz faydalanabilmeleri için, olumlu bir rapor hazırlanması istenmiş bu rapor sonucunda, onların devlet desteğinden yararlandırılması ön görülmüştü.
Oysa daha önce aynı köylerden, başka müracaatlar olmuş, iktidar yanlısı olmadıkları için, onların isteklerine bir bahane bulunup yerine getirmemişlerdi.
Ahmet Bey, Müdürünün bu isteğini kanunsuz ve tek yanlı bir davranış gördüğünden, yapmak yerine getirmek istemiyor, geri çevirmek istiyordu amma, müdürü ile saten arası açık biraz mayhoşça olan Ahmet’ n, şimdi bunu yapmasa bu isteklerini geri çevirmiş olsa onun daha fazla arası açılacaktı.
Gitti on beş günlük bir rapor aldı, rapora ayrılırken işi çalışan başkalarına bırakıp memleketine gitti.
Gitmişken memleketinden biriyle, evlenmeyi düşünüyordu. Önceden tanıdığı kendisine eş olabileceğini bildiği birini istetmeye karar verdi, fakat daha onlar istemeye gitmeden, onlara gelen bir olumsuz haber, onların gitmesine mani olduğundan vaz geçmişlerdi.
Kader onun için doğru yolda gitmiyor, onun isteklerinin dışında gelişiyordu, ne işinde ne’ de hayatında olumlu gelişmeler vardı.
Ters, ters giden hayat kendi çizgisinden ayrılmıyor, Ahmet, adeta coşkun bir ırmağın akıntısına kapılmış, bilinmeyen mecralarında sürüklenip gidiyor gibiydi.
Ailesi Ahmet’ n üzüldüğünü görüyor, başka ondan daha güzel kızları gösteriyor evlenmesini istiyorlardı.
İnat ya, inatla hayır diyor kırılan gururunun acısını çekmenin doğru olacağını düşünüyor hiç kimseyi kabul etmiyor her şeyden vaz geçtiğini söyleyip kapıldığı selin içinde kaybolup gitmek ister gibi hayata küskünlüğünü belli ediyor, içindeki selden yağmurdan rüzgârdan tutunacak bir dal aramaktan vaz geçiyordu.
Bir gün yanında bir çocukluk arkadaşı, bahçeler arasında gezerken biriyle karşılaştı bu karşılaştığı bayan, onun okul zamanlarından arkadaşı idi konuşmak istedi ama konuşamadı.
Konuşamazdı, onun devrinde, halk böyle konuşmaları hoş görmez laf çıkartır insanın suratına pislik içindeki çamurları fırlatır dedikodu çıkarır olacak işleri olmaz haline getirirlerdi.
Her ikisi, de bundan korkmuş olduklarından, sadece karşılıklı anlamsız bir gülümseme ile yan yana bile gelmeden karşılaştıkları yollarından uzaklaşıp gittiler.
Medeniyetin henüz insan haklarına erişemediği bir dünya içinde yaşadıklarına kahrediyordu Ahmet.
Neden doğdum bu şehirde diyor, onun yerine insanların birbirlerini hor görmedikleri, birbirleriyle konuşmaktan kaçınmadıkları, fikirlerini içindekileri rahatça kimseden çekinmeden söyleyebileceği, ağaların, beylerin köşe başlarını işgal etmediği, sözlerinin diğer halk üzerinde emir telaki edilmediği, sadece onların ailelerin soylu görülüp, diğerlerinin bir ırgat ailesi olduğunun düşünülmediği bir dünyada yaşam istediğinin üzerini çiziyordu.
Çünkü onun memleketinde hala ağalık beylikler hâkimdi, onlara göre ne olursan ol ister mühendis ol, ister doktor ol, neticede sen bir ırgat yahut aşağı tabakadan biri olarak görünen, şehirdeki fakir bir ailen çocuğusundur.
Zenginlik soy sop önce gelir,”Davul bile dengi dengine” dendiği bir memlekettir.
Bulunduğu yerden, Ahmet bir gün yanındaki arkadaşı ile uzaklaşır gider, şehrin uzak bir yerinde bir kayanın başına oturlar konuşurlar ve doğayı seyretmeye başlarlar.
Ahmet, karşısındaki manzara karşısında büyülenmesi gerekirken aklındaki geçen olaylarından dolayı umursamamış, ne arkadaşının kendisi ile konuşmalarına eşlik ediyordur, ne’ de sorularına cevap veriyordur. Dalgın ve oldukça düşünceli bakışları içinde sıkılmış, karanlık dünyasının, ruhunun derinlikleri içinde bocalayan biri gibidir.
Oysa onların oturdukları yerden görünen doğa manzarası, insanları karanlık ruhlarının karanlığından, aydınlığına çıkaracak kadar güzel ve temiz bir hava ile doludur.
Böyle bir manzara karşısında, karamsar duygular olumsuzluklar içinde kaybolup gitmek, karanlık duygulardan çıkamamak, saçmalık olacak bir iş değildir. Bunu anca becerse, becerse incelikten yoksun, doğayı etrafta dolaşan hayvanları, uçan ötüşen çeşit, çeşit kuşları çiçekleri sevmeyen biri yapabilir.
Onlar sadece, evlerindeki temizlikten anlayan, işleri bitince kuru bir sandalyenin üzerine oturmuş, çayını kahvesini içmekten hoşlanan insanların dünyasıdır. Onlar için doğanın kıymeti yoktur.
-Ne saçmalıktır değil mi?
“Keşke memleketin her yeri orası kadar yeşil, orası kadar havası temiz, orası kadar suyu bol bir yer olsa, amma değildi, Orta Anadolu Ahmet’in bunları düşündüğü yıllarda çöldü susuzdu, susuzluktan ekip biçilemeyen gittikçe çoraklaşan, uçsuz bucaksız yanıp kavrulan toprakları olan bir yerdi.
Köylerde insanlar odun yerine, hayvan dışkılarından kurutup elde ettikleri tezekleri yakıyor, köylerinin kenarlarındaki geçmişten kalmış gövdesi dallardan kalan dalları yapraktan yoksun, üç beş ağaçtan oluşan koruluklarını, ibadet yeri gibi, bir türbenin olduğu yerlermiş gibi gören, gözleri gibi korudukları yerlerdi. Onları bu küçük ağaç topluluklarını orman biliyorlardı.
Köylerin önlerinde uzanıp giden tarlarda, tuzlu suların olduğu kuyulardan yetiştirmeye çalıştıkları arpanın buğdayın sebzenin şeker pancarlarının, can damarları besledikleri koyunlarının susuzluğunu giderdiği su içtikleri yerlerdi.
Onlar’ da olmasaydı, Anadolu toprakları yaşanacak bir yer değildi. Çoraklaşmış susuz, alabildiğine geniş toprakları ile adeta medeniyetten yardım eli bekleyen, yardım zavallı beşiği bakımsız medeniyetten nasip alamamış sahipsiz üzgün Anadolu topraklarıydı.
Etrafı söğüt ağacı dolu ırmaklar, etrafındaki aktığı yöndeki toprakları yalaya, yalaya renkleri kıpkızıl olmuş, sessizce geniş ovaların ortasından uzun yolculuğuna çıkmış birileri gibi, yolunda sessizce kıvrıla, kıvrıla, akıp giderken, insanlar şaşkın sadece şaşkınca bakıyorlardı.
Elektrik yoktu, su yoktu kuyu suyu içilen köylerde insanların sütünden etinden her şeyinden faydalandıkları, mandalar öküzler onların tarlalarına gidip geldikleri en modern taşıt araçlarıydı.
Onca olumsuzlara rağmen, insanlarının hala umudunu geleceğe bağlamış, mutlu olduğu, âşıkları ile dünyaya ün yapmış sazını sözünü duyurmuş, sazları sözleri ile birlikten beraberlikten dem vurmuş, güzel insanların yaşadığı yerlerdi. Anadolu toprakları yeşili ormanı suyu olmasa’ da.
Uzanacak devlet yardımları, uygulanacak büyük su projeleri bu uçsuz bucaksız bakir toprakları, cennet haline getirebilir, dünyanın en güzel en verimli toprakları yapabilirdi.
Ama nedendir bilinmez, A.B.D gibi büyük, liberal büyük gelişmiş devletler yatırımları önlüyor, yaptıkları marşal dedikleri yardımlarla ülkenin gelişmesine mani oluyor, Anadolu topraklarını verimden uzak tutmaya, sanayi yönünden şehirlerde gelişimi duraklatmaya çalışıp ülkenin kalkınmasında önüne set çekmekten geri kalmıyorlardı.
Memleketin ileri gelen büyüklerinin, basiretleri bağlanmış gibi, onların tuzaklarına düşmüş yerinde sayıyorlardı.
Atatürk’ün gençliğe emanet ettiği, “Köylü memleketin efendisidir" diyerek övdüğü bir dolarla bir lirayı dünya üzerinde eşitleyip bıraktığı, fabrikalar yapıp gelecek nesillerine teslim ettiği bu memleket, onun ölümünden sonra böyle üzgün bakımsız olmamalıydı.
Ovasından bereket fışkırmalıydı kendi kendine yetmeliydi dışa bağımlı bir devlet haline gelmemeliydi.
Amma memleket, gittikçe onun zamanından uzaklaşıyor, memlekette üretim ya yasaklanıyor ya da ilgisizlikten düşüyor, yanlış politikalar sayesinde, memleket durmadan fakirleşirken, ürünü ile sanayisi ile dışa bağımlı bir memleket haline getirmeye çalışılan bir dünyanın içine sokmuşlardı.
Ne diyordu büyük düşünen, kurtarımız Atatürk “ Dünya’da hiçbir ülke yok’ ki ecnebilerin yaptığı projelerle kalkınsın.”Hâlbuki biz de öyle yapmalıydık, dışa büyük liberal güçlere aldırış etmeden kendi göbeğimizi kendimiz kesmeliydik.
İşte o zaman büyük önder büyük düşünür kahraman asker büyük devlet adamı Atatürk’ n gençliğe bizlere emanet ettiği ülke büyük devletlerle yarışır hale gelirdi.
Ahmet böyle düşünüyordu, çünkü o vatan aşkıyla Atatürk sevdalısı olarak yetişmiş memleketine bu düşüncelerin ışığı altında siyasetten politikadan menfaatçilerden uzak çalışmak isteyen biriydi.
Bu duygular içindeyken dönmüştü Ahmet memleketine gittiği izinden, varır varmaz dilekçesini verdi.
Devamı gelecek sayıda
Aşka ihanet.
Bölüm 15
Ayrılık zamanı, gelmişti yeniden
Hazırdı bir tiren, rayından kalkmaya
Anıları yüklenip, dağların düzünden
Hazırdı gitmeye, yüküyle bir tiren
Xx
Hazırdı bu tiren, kalkışa raylardan
Gözlerde yaş dolu, insanla ovadan
Uzanıp gitmeye dağların yanından
Anadolu denen, topraklara doğru.
xx
İçinde yolcular, gözlerde yaş dolu
Kalkmıştı bir tren, yerinden dopdolu
Bilmez’ de bir yolcu, gittiği bu yolu
Bakardı camından, yaş dolu gözlerle
xx
Yolcular yük olmuş, giderken ovada
Sirenler çalardı, bir tiren yolunda
Yolcular çıkarmış, bakarken dağlara
Göründü uzaktan, gidilen şehirler.
Ahmet arkadaşlarının kendisine verdiği bir akşam yemeğinin arkasından hazırlanmış yola çıkmıştı. Artık anılarını gerilerde bırakıp uzaklaşmak her şeyi yerinde olduğu yaşanmış haliyle bırakmak kaybolup gitmek istiyordu, bozkır Anadolu topraklarının içinde.
Öyle de yaptı, çoktandır aklında olan hiç tiren yolculuğu yapmadığını düşünerek merak ettiği tiren yolculuğunda merak ettiği Anadolu bozkırlarını görmek için tirene binmek istiyordu.
Kısa bir yolculuktan sonra mola verdiği bir şehirden gideceği yere varmak için bir sabah tirene bindi. Onun için bindiği istasyonda ne yolcu eden vardı, ne’ de bindikten sonra ona aşağıdan el sallayan olacaktı bunu bildiği için, erkenden bindi oturduğu vagonda pencere kenarından kendine bir yer ayırdı. Çünkü onun tirende giderken bilmediği alışkın olmadığı uçsuz bucaksız çorak olarak bildiği toprakları, mesleği gereğince görmesi gerektiğini düşünüyordu.
Yolculuk bindiği tirenin siren sesleri içinde uzun bir yolculuk başlarken, altta gıcırdayan raylardan ateşler fışkırıyordu.
Önce görünen ormanlık dağların düzünde vardığı istasyonlarda dura, dura ilerlerken, artık onun gördüğü dağların yamacındaki ormanlık dağların yerini uçsuz bucaksız tarlalar almıştı.
Hasat zamanıydı. Ova köylüleri, toplu halde, olgunlaşmış buğdaylarını arpalarını, tarlalarından hasat ederlerken, etrafta hala daha toplanmamış, hasat edilmemiş fakat sonbahar rüzgârlarına yenik düşmüş, buğdaylar görünüyordu etraftaki tarlalarda,
Ahmet içinden onlara bakıp düşünürken tarlalarda bire beş veren başakların nasıl bire kırk vermesinin hesabini yapıyordu.
Gittiği yerde, bütün köylerde kooperatifler kurup, en verimli tohumlardan getirtmeyi, bunların vasıtası ile köylülere dağıtıp çivtciye köylüye yardım etmek istiyor, içinde bulunduğu tirende giderken, yol boyunca kafasında bunları düşünerek yolculuk yapıyordu.
Mesleğini seviyordu, insanlara yardım etmeyi seviyordu çalışmayı seviyordu, okuduğu yatılı okulunda bunun için yetiştirilmiş biri olarak görüyordu kendini.
Artık gittiği tiren yolundan, uçsuz bucaksız bozkırların düz ovalarının ortasında, onun merak ettiği, kerpiçten yapılmış ak topraklı evleri ile köyler sonra şehircikler görünmeye başlamıştı.
Akşam olurken yaklaşmıştı tren, bilmediği yerdeki bir istasyona, üç beş yolcu inerken kendinin’ de gelmiş olabileceğini düşündü birine sorunca doğru yer olduğunu öğrenerek, geldiği tirenden indi, küçük bir kasabadan farkı olmayan şehrin sokaklarında elinde bir valizle bir otel aramaya başladı.
Hava soğuktu, kış gelmiş gibi ayaz vuruyordu yüzlerine bir an önce sıcak bir otel bulmak umuduyla karşısından gelen insanlara sora, sora gitti ilk bulduğu handan bozma bir otele yerleşti.
Otel çok eskilerden kalma bir oteldi kim bilir kimler gelip kimler geçmişti bu otelden bilinmezdi. Ortada bir şadırvan etrafında, sıra, sıra hayvan ağırından bozma yapıları ile kemerli taş duvarları ile oranın çok eskiden uzaktan gelen ipek yolu yolcularının konakladığı bir yer olarak görünüyordu.
Üst katta sıra, sıra odalar, alt katta yine öyle hayvan ahırından bozma odaları ile işte Anadolu benim der gibiydi.
Tam ortadaki şadırvanın etrafında çaylarını kahvelerini içip sohbetlerini yapan yolcuları görünce, elindeki valizini gidip odasına yerleştirdikten sonra yerleştiği odasından çıkıp, oturanlara selam verip, selam aldıktan sonra onların yanlarında gördüğü, boş ahşap bir sandalyeye oturdu.
Kendisini tanıttı onları tanıdı, onların başka yerlerden gelip geçen insanlar olduğunu öğrendi.
Şadırvan başında diğer insanlarla beraber, kendisi de bir çay içerken merak etmiş otel sahibi de gelmişti yanlarına şehre yeni geldiğini çalışmak burada görev yapmak için geldiğini anlatınca daha bir memnun olmuştu otel sahibi.
Otelin sahibi, görünüşte sarışın yüzleri ile ince bıyıkları ile dikkat insanların dikkatini üzerinde toplayan biriydi.
Kendisin orada oturan insanlara anlattığına göre, aslında bir Kafkas göçmeni Türkü olduğunu söylüyor, kendi dedelerinin, bir zamanlar Rusya’dan çarlık döneminde, Abbazya bölgesinden göçmüş Türk’ler olduğunu anlatıyordu.
Sürgünlerle atalarının Rusya’daki doğup büyüdükleri yerlerinden topraklarından, ülkedeki yönetimde olan, Çarlık Rusya zamanında, Kara denize dökülmekten kurtulan atalarının birinin çocuğu olduğunu anlatıyordu.
Atalarının hikâyesini anlatırken, oradaki çaylarını içen insanlarla yanan sobasının üzerindeki bulunan kaynamış çaydanlık ve bakır demlikten hem kendine hem oturanlara doldurduğu, çayını içiyordu. Anlatılan geçmiş yıllara dayanan onun atalarına ait anlattığı hüzünlü hikâyeyi diğer yolcular ile beraber dinlerken, vakit geçmiş gitmişti.
Daha ilk gününde Anadolu hikâyelerini dinlemeye başlayan Ahmet Bey kim bilir daha neler, neler duyacaktı.
Kerem ile aslı, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun ve daha niceleri bunların her biri Anadolu’ da destan olmuş, toplumun içinde kulaktan, kulağa, asırlardır anlatılıp gelmiş dinlenmesi bilinmesi öykülerinin köylerde anlatılırken dinlenmesi gereken hikâyelerdi.
Anadolu öykülerle doluydu. Geçmişe ait olan yaşanmış medeniyetlerin eserleri ile öyküleriyle doluydu. Kimi yerde yurt tutmuş Orta Asya’dan göçmüş gelmiş Akat’ ların izleri kimi yerde onların yerine geçen tarihleriyle Anadolu topraklarında ün salmış, Etilerin, Selçuklu imparatorluğunun, izlerini taşıyan Türk yurduydu.
İşte Ahmet böyle bir yere gelmişti.
Birkaç gün otelde kalan Ahmet, uzun süre burada kalamayacağını anladığından iş yerindeki arkadaşlarının’da yardımları ile kendisine bir ev bulmuş buraya yerleşmişti.
Yeni iş yerinde sorumlu biri olarak, görevine başlamış, yanındaki arkadaşları ile beraber, çevredeki köylünün çivtcinin, yanında onların sorunlarıyla uğraşıyordu.
Halkı fakir ve yoksuldu, köylerin doğru dürüst ulaşım yolları henüz yapılmamış olanların da, tozundan toprağından gidilmez halde olan yerdi.
Şeker pancarı, ırmak boylarında körleşmiş söğüt ağaçları vadiler içinde yetiştirilen yonca tarlaları ile dikkat çeken kırsal alanlardan oluşan soğuğuna, ayazına dayanılması zor olan yerlerdi.
İki katlı üzerleri saçlarla kapatılmış evler dikkati çekerken, şehirde ne bir kaldırım ne de asfalt vardı, yollardan gelip geçen kağnı arabalarına koşulmuş büyük baş hayvanların kokan pislikleri ile doluydu yolları.
Anadolu öyle bir yerdi, bakımsız kimsesiz gelenekleriyle yaşayan bir toplumun olduğu yerlerdi.
Anadolu böyle bir yerdi, her çeşit dinden mezhepten insanların yan yana kardeşçe birlikte yaşadığı, minarelerinde ezanların okunduğu camilerinde namazların kılındığı, cem evlerinde insanlarının sorunlarının tartışılıp kendi aralarında sorunlarını çözebilen her milletten insanların, misafirperverlikte yarıştığı, devlet adamlarına hürmette saygıda kusur göstermeyen insanların yaşadıkları bir yerdi.
İşte böyle bir yerde, kim bilir nasıl bir hayat yaşayacaktı, nasıl bir serüvenlerle karşılaşacaktı Ahmet bu bilinmezdi.
Aşka ihanet -Bölüm 16-
Ahmet görevine başladığı sıralarda, gerilerde bıraktığı Hanife teyzesinin kızı Leyla, ceza evinden tahliye olmuş, caza evinin dış kapısının önünde çoktandır görmediği oğlu ile kucaklaşıyordu.
Anne oğluna sarılırken gözyaşlarını tutamıyor, kendi kendine bu günleri yaşattığı için kahrediyor, pişmanlık dolu tavırları ile oğlunu kucaklıyor, durmadan kucaklıyor öpüyordu.
Annesi ve oğlu, el ele vermiş yürüyerek evlerine doğru giderken Leyla ceza evinde adam yaralamaktan yatan koruduğu Abisini merak etmiş onu soruyordu.
Annesi
İyi, domuz gibi maşallah, iki kardeş orada buluşmuşlar birbirlerine destek olmuşlar mafya babaları gibi beslenip yatıyorlarmış ama Hüseyin abinin çıkmasına az kalmış çıkarsa başına gelen bu olaylardan dolayı ağzımızın tadı kaçabilir diye düşünüyorum.
Leyla lafını kesti
Bende korkuyorum bende dedi.
“Ya gider Kadir beyi neredeyse bulup onu öldürmeye kalkar’ da yeni bir cinayetten tutuklanırsa biz ne yaparız düşünmekten kendini ala koyamıyor, meydana gelecek ortaya çıkacak küllenmeye başladıklarını sandıkları olayların yalnız ağabeyi ile değil, geçmişteki durumlarını bilmeyen olaylardan habersiz, çalıştığı yerde bıraktığı eşinden doğabilecek olayları nasıl göğüsleye bileceğini düşünüyordu.
Ne ceza evinden çıktığına sevinebiliyor, ne de oğluna kavuştuğuna sevinebiliyordu. Doğru dürüst kavuştuğu hür yaşama sevinemeyen Leyla’n kafası karışıktı.
Olan bitenden habersiz evlendiği eşinden olan çocuğu ile mutlu bir hayat geçiren, Kadir bey, durmadan kariyerine yeni kariyerler katıyor mesleğinde yükselip giden, önemli mevkilere gelmiş tanınan biri olmuş, edindiği mevkilerle geçmişini çoktan unutmuş biri olmuştu.
Onun için varsa yoksa mesleği ve bir de ailesiydi, geçmişin karanlıklarını arkada bırakmış önüne bakan biri olmuştu.
İşte böyle bir zamanda onun arkadaşı Ahmet Bey, Anadolu yollarına düşmüştü ve bozkırlardaki yoksul köylülere kendince yardım etmeye çalışıyor onları örgütlemeye köylerde kooperatifler kurdurup tarlalara yeni mahsuller ektirip denemeye çalışıyordu.
Arkadaşsız olamazdı yeni, çalıştığı şehirden yeni, yeni arkadaşlar edinmeye başlamıştı. Kimi öğretmen kimi başka mesleklerden kimi de esnaftan yeni dostlar yeni arkadaşlar edindi.
Bunların içinde müzikle ilgilen Anadolu türkülerini sazıyla sözüyle dillendiren bile vardı.
Bir ara kendi de bir ustadan, saz dersleri almaya başladı, amma yeteneğinin olmadığını düşünerek bıraktı, başkalarının sazını sözünü dinleyip Anadolu insanlarının öykülerini onlardan dinledi.
Âşık Veysel’i (Veysel Şatıroğlu )tanıdı. Pir Sultan abdal’ın mekânında onun soyundan gelen kişilerle tanıştı, sazlarını sözlerini dinledi. Yemeklerini paylaştı sularından içti yaşamlarını, geleneklerini öğrendi ve halkların gelip geçmiş öykülerini dinledi.
Hemen, hemen bir ayın yirmi gününü köylerde onların arasında geçirip onlarla dostluk kurup, dertlerine kendince çare bulmaya çalışırken aylardan bir gün bazı köylerde kooperatif kurmaya kurduğu kooperatifi, dışarıdan kendi yönetmeye başladı. Defterlerini tutmaya resmi dairelerle işlerini takip etmeye başlamıştı.
Herkesin sevdiği biri olmuş, köylüler onu bağırlarına basmış hiçbir menfaat ve karşılık beklemeden, kendilerine akıl danıştıkları bir kişi olarak görmeye tanınmaya başlamışlardı.
İşe bile çıkmadığı diğer zamanlarda, yanına geliyorlar ondan akıl danışıp, gidip yapılması gereken işlerini daha sonra yapıyorlardı.
Onun herhangi bir patinin içinde politikaya atılmasını, atılırsa ona destek olacaklarını söylüyorlardı.
Namda şöhrette gözü yoktu Ahmet’in onun için halka hizmet yeterdi politikaya atılıp yalan sözlerle halkı kandırmak istemiyordu çünkü onun tanıdığı zamanın politikacıları halktan oy alabilme uğruna yalan söylüyor seçildikten sonra seçildiği yere bir daha uğramıyor kendisine oy verenleri unutup gidiyorlardı.
Böyle biri olmak istemediğinden, görevinden ayrılmadan, yaptığı çalışmaların kendisine verdiği hazla yetinmesini bilmişti.
Kooperatif çalışmaları iyi gidiyordu, devletin bunlara verdiği haklardan faydalanarak, yoksul köylüleri yurt dışına çalışmaya göndermeye başlamışlar toprak arazi iş güç sahibi olmayan ne kadar insan varsa kendilerine iş aş bulmaları için yurt dışına yollamışlardı.
Bir gün başına gelen kötü bir kaza onun uzun günlerde hastanede kalmasına sebep oldu, köylerden gelirken geçirdiği bir kaza sonucunda ayağı arabanın altında kalmış kırılmış kesilmekten zor kurtarmışlardı.
Kazanın olduğu günlerde en yakın ilçe merkezine köylerden birinde buldukları kağnı arabasına bindirerek götürmüşler, oradan’ da bir araba ile hastanenin bulunduğu yere taşımışlardı.
Üç beş hafta yatan Ahmet bastonla gezmeye başlamıştı.
Arkadaşları onu kaldığı evinde ziyaret ediyor, lokantadan getirttiği aşçı Mahmut ustanın, kendi elleri ile özel olarak yaptığı yemekleri yiyor, iyileşmeye çalışıyordu.
Bu kadar hareketli birinin uzun zaman yatakta yatması olamazdı bir gün yanına adı İsmail olan bir arkadaşı geldi.
Bu arkadaşı, ataları r Rusya’ dan sürgün gelmiş çarlık Rusya’sının Türk’lere baskı yapmasından zar zor kurtulmuş, Gabarday denen ırka mensup Türk soydaşlarındandı. Onunla biraz konuştular, hal hatır ettiler sohbetleri bitince tam kaklım gideceği sırada bu arkadaşı, Ahmet’i bir köy düğüne davet etti.
Kendisi yakın bir köyden olan ilçedeki okullardan birinde öğretmenlik yapan bu arkadaşının davetini çoktandır hastanede, evde sıkılmış yatan Ahmet, geri çeviremedi daveti kabul edip geleceğini müjdeledi.
-Tamam, gelirim yatmaktan çok sıkıldım saten ben’ de biri beni alsa götürse bir yerlere diye düşünüyordum dedi.
Birkaç gün sonra düğünden bir gün önce yanına gelen İsmail öğretmen bir araba ile yanına geldi.
-Hazır’ mısın Ahmet Bey diyerek aşağıdan seslendi.
- gidiyor’ muyuz, araba var mı?
“Dedi yanına onu almaya köylerine götürmek için gelen arkadaşı İsmail öğretmen”
Ahmet giyindi kuşandı, beline de ne olur, ne olmaz diyerek tabancasını soktu dışarıya çıkıp yolda bekleyen İsmail öğretmenin getirdiği arabaya bindi ve hepsi beraber düğünün olacağı köye gitmek üzere yola çıktılar.
Köy fazla uzak sayılmazdı bir saatlik bir zaman sonrasında tozlu yolları dik yamaçları tırmanarak ormanlık bir arazinin içinde bulunan şirin evlerinin çatıları kiremitle kaplanmış diğer köy evlerinden farklı beyaz badanalı küçük bir evin önünde durdular.
Siren sesleri geliyordu karşıki yamaçtan, uzaktan görünen ormansız bir yamacın yüzünde, bir kara tren dumanlarını etrafa dağlara ormanlara vadilere savura, savura sirenler çalarak, bayırı dolaşmaya gideceği yöne doğru gidiyordu.
Kara tren yolcuları içinde dolandı, dolandı, bunların bulundukları yerin az aşağısındaki yamaçtan kıvrıla, kıvrıla, gideceği yere doğru geçip gitmişti.
Ahmet köydeki vardıkları evin önünden onlara bakıyordu, gözleri yanı başlarından geçip giden gurbet, gurbete bağlayan trene bakıyordu el salladı uzaktan. Oysa içinde ne tanıdığı vardı, ne de bir bildiği vardı, sadece o trenin içinde, memleket hasreti çeken eşine sevdiklerine kavuşmak isteyen gurbetçiler vardı.
-İsmail hoca dalgın, dalgın onun trene baktığını görmüştü.
-Hayrola dedi
“Çok dalgınsın, her halde geçmişten kalan bir anını hatırladın her halde ondan trene bakarsın demiş konuşurken, onun koluna girerek kendilerini evden çıkmış kapının önünde kendilerini karşılayan annesine, Ahmet’i göstermiş onu tanıtmaya başlamıştı.
-Bu benim en iyi arkadaşım onu düğün için getirdim dedi İsmail.
Yaşlı annesinin yüzlerinde onun gelmesinden, mutlu olmanın izleri görünüyordu gülümsedi.
Elini tutup öptü hal hatır sordu. Biraz sonra bir genç bayan göründü evlerinin kapısından İsmail onu tanıştırdı
Kardeşim dedi.
Kardeşim her şeyim biricik kız kardeşim baba yadigârım, benim annemden sonraki ilk aşkım diyordu kardeşine bakarak.
Kardeşi gülümseyerek abisinin yanına geldi boynuna sarıldı. Bu öyle bir sarılıştı’ ki bir saatlik öteden gelmesine rağmen, sanırdın kırk yıldır birbirlerini görmemişler gibi sarılıyorlardı.
Ahmet onunla tanıştı sonra hep beraber eve girdiler, evin içinde misafirler için hazırlanmış halılar ve koltuklar ile döşemiş odanın içindeki koltuklara oturdular.
Evin içi hiç köy evine benzemiyordu, her şey yerli yerinde bir zengin şehir evinden farksızdı.
Oysa Ahmet’ in gittiği köylerin çoğunda sokaklar çamurdan pislikten geçilmez evlerde dam çatılar ya da gri renkli saç çatılar vardı.
İçindeki odalarda, yerlerde oturulan minderler ve sıra, sıra insanların yan yana oturdukları üzeri ya halı ya’ da döşekten olan minderlerin serildiği sedir dedikleri yüksekçe yerler vardı.
Evlerin üzerinde ise çatı değildi, toprak damlar onun üzerinde’ de yağmurlu karlı kış günlerinde evin çatısının, akmaması için evin damlarında kullandıkları adına lov dedikleri yuvarlak taşlar kerpiç karkas yapılarıyla buradaki evlerden buradaki gördüğü evler farklıydı.
Annesi oğlunun geleceğini bildiği için, önceden çeşit, çeşit yemekler hazırlamış bunların içinde Çerkeş tavuğu dedikleri yemekler ve çeşitli tatlılar da vardı.
Evin içinde, İsmail’ kız kardeşi sofra kurarken, bir giriyor bir çıkıyor, ortaya masanın üzerine kurduğu yemekleri bahçelerinde koparıp getirdiği güllerle süslüyor özenle yerleştiriyordu.
Ahmet de açtı, arkadaşı da açtı.
Sofraya buyur ettiler ama Sofraya Ahmet ve İsmail öğretmen bir de annesinden başka oturan yoktu, bunlar özenle yapılmış yemeklerini iştahla yerken evin kızı bir giriyor, bir çıkıyor onlara hizmette kusur etmemeye çalışıyordu.
Yemek arasında komşulardan bazı gelip giden giyinmiş kuşanmış Öğretmen İsmail’ kendini göstermeye çalışan güzel kızlarının gelip gitmesi gözlerden kaçmıyordu.
İsmail bekârdı, henüz evlenmemiş aşk nedir tatmamış gözleri köyünden dışarıda başka yerlerde olan biriydi. Anlattığına göre o kendi gibi bir öğretmene âşık olmuştu fakat âşık olduğu öğretmenle ne konuşabilmiş ne de mektuplaşabilmişti.
Sadece ay sonlarında çalıştıkları şehrin mal müdürlüğünden maaşını alırken karşılaşıp görüyor, onu uzaktan, uzağa seviyordu.
Çekingen fazla medeni cesareti olmayan biriydi. Buna biraz’da çevresindeki, yaşadığı yerdeki halkın adetleri örf ve gelenekleri sebep oluyordu. Onu birinin sevdiği kız ile tanıştırması, birinin ona öncülük etmesinin gerektiğini düşünüyordu.
Aklında fikrinde hep bunlar olduğundan, kendi köyünün genç ve güzel kızlarına dönüp bakmaktan çekiniyordu. Kimseye ümit vermek istemiyordu. Gelecekteki kendi yuvasının sevdiği kadını, onun olmasını istiyordu.
Akşam olmaya başlamıştı dışarıda güzel bir hava vardı bahçeye çıkıp kurdukları masanın üzerinde yerleştirdikleri üzerleri altın sarısından işlemeli büyük bardaklarda çaylarını yudumlamaya başladılar.
Sık, sık bazen yük dolu bazen insan dolu trenler geçiyordu köylerinin altındaki vadinin yamaçlarından, geçerken sirenlerini çalıyor çaldığı sirenlerle insanları rahatsız ederken, az ilerideki köyde bulunan, istasyona ben geliyorum mesajını iletir gibiydi.
Köyün bir tarafında meşe ormanları içlerinde küme, küme oluşmuş seyrek sarıçam ağaçlarının bulunduğu koru halindeki ormanları göze çarpıyordu. Diğer tarafında ise, sebze meyve bahçeleri görünüyordu. Köyün bütün yakacak odunları bu görünen ormanın içindeki ağaçlardan karşılanıyordu.
Dalsız budaksız uzayıp giden ağaçlar dikkat çekiyordu, dere kenarlarında, bodur söğüt ağaçları onların tarlarında gölgesinde oturup dinlendikleri açken yemeklerini yedikleri tarlalarında çalışırken, hayvanlarını bağladıkları yerlerdi.
Onlara baka, akşamı etmişlerdi güneşin kızıllığı karşıki dağların üzerine çökmüş, dağların üzerinde kırmızı bir dantel gibi serilirken başlayan soğuk hava bunları üşütmeye başlamıştı.
İçeri girdiler oturdular, onlar otururken köyün ileri gelen yaşlıları gençleri toplanmış gelmiş sohbetlerine dâhil olmuştu Kimi geldikleri Rusya’daki ata yurtlarından bahsederken kimi de, atalarının çektikleri acıları anlatıyor, karşılıklı anlattıkları öyküleri ile birbirlerine ahlar vahlar içinde destek oluyorlardı.
Atalarının Çarlık Rusya’sı zamanında, çok acı günler yaşadıklarını kendilerinin kimini evinden yurdundan toplayıp, Sibirya çöllerinde oranın soğuk dondurucu havasındaki köylere kasabalara götürüp bıraktıklarını, kiminin’ de kaçıp, ana vatan olarak bildikleri Osmanlı dönemi topraklarına gelip dağ köylerine yerleştiklerini anlatıyorlardı.
Gecenin geç saatlerinde dışarıda gecenin karanlığı ortalığa iyiden iyiye çökmüş, gelenler ellerinde el lambaları ile dışarıya çıkıp, karanlığın içinde, köyün ara sokakakları arasında, kendi evlerine bir gölge gibi süzülüp gitmişlerdi.
-Ertesi gün olmuştu.
“Köy meydanında toplanmaya çalışan köy halkının konuşmaları arasında ve durmadan çalan akardiyonun sesiyle uyandılar kalktılar.
Köydeki halk düğün için, en güzel elbiselerini giymiş genç kızlar süslenmiş sanki görücü önüne çıkarmış gibi giyinmiş, köy meydanında diğer gençlerle buluşmaya başlamışlardı.”
Gece geç saatlere kadar, gelen misafirler yüzünden uykusundan olan Ahmet zor kalkmıştı yattığı yer yatağından o kalkar kalkmaz, ondan daha erken ev halkı ile kahvaltılarını yaptılar düğün yerinde bulunmak için köy meydanında toplanmış insanların yanında yerlerini aldılar.
Bütün köy halkı oradaydı, genç yaşlı demeden toplanmış gelmişler düğünü izliyor kimileride öne çıkmış çalan akardiyon eşliğinde çayırda kadınlı kızlı, kızlı erkekli genç yaşlı demeden dans edip oynuyorlardı.
Atalarından gördükleri geçmişten getirdikleri geleceğe aktarmak istedikleri düğün oyunları ile düğün yapılırken tam düğünün ortasında silahlar patlamaya başladı.
Silahını çıkaran genç yaşlı her erkek havaya ateş ediyordu. Bunlardan biri de İsmail öğretmendi, silahını belinden çıkardı bütün mermileri boşalttı
Ahmet onların arasında aşka gelmiş o da silahını belinden çıkarıp ateş etmeye başlamıştı önünde arkadaşı İsmail öğretmen vardı bir ara döndü eli kulağında arkadaşı Ahmet’e baktı
Elinde kan vardı, atılan mermilerden biri onun kulağının kenarını sıyırmış geçmiş kanamıştı.
Neyse’ ki Allah onu korumuştu, az daha yan geçse ölüm kaçınılmaz olurdu Ahmet eli kanlı arkadaşını görünce bayılacak gibi oldu korktu ürperdi, kendi kendine kızmaya başladı.
Birlikte kalabalıktan çıkıp eve gittiler, kulağındaki yarayı hiçbir şey olmamış basit bir kaza olmuş gibi sardılar.
Ahmet düğüne gelip geleceğine pişman olmuştu. Üzüldü, kahroldu, düğün yerinde ertesi günü beklemeden arkadaşını köyünde annesi kardeşi ile bırakıp, geldiği yere döndü.
Devamı gelecek sayıda.
Aşka ihanet
Bölüm 17
Ertesi gün öğleye doğru İsmail öğretmen köyünden şehre kulağı sarılı haliyle gelmiş, Ahmet arkadaşının yanına uğramıştı, bir gün önceki olaydan hala kendini suçlayan Ahmet, olaydan üzgün, bir şekilde onu kapıda karşılarken, onun gelmesi derdine ilaç olmuştu.
Düşüncesini belli etmeden karşıladı.
Ben suçlu sen gazi dedi.
Verilmiş sadakamız varmış Allah seni korudu diyerek, gönlünü almaya çalışıyorken yüreğinin yarası yüzlerine vuruyordu.
“İsmail öğretmen, bir gün önceki köy düğünündeki olaydan sanki hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başladı”
-Nasıl beğendin’mi, bizim düğünlerimizi
-Derken gülümsüyordu.
Beğendim, beğenmesine dedi
“ Ah bir de, sizin düğünlerde şu silahları kullanmasılar çok iyi olacak ama onu da kullanmadan yapamıyorsunuz. Baksana neredeyse hiç yere, sen canından olacaktın, neyse’ ki verilmiş sadakan varmış’ da, bu düğünden ölümden ucuz kurtuldun derken korkmuş olduğunu arkadaşına belli etmemeye çalışıyordu derken arkadaşı onun sözlerini kesti.”
-Bizim için üç şey çok önemli At, avrat silah biz millet olarak bunlarsız yapamayız, bizim için bunlar soylarımızdan atalarımızdan öğrendiğimiz geleneklerimizdir diyerek gülümsedi.
-Haydi dediğin gibi olsun kulağının yarası nasıl?
-Bıçak kesiği kadar, neredeyse o’ da birkaç güne kalmaz geçer gider, dedi ve bir kenara oturarak, arkadaşının yanına oturmasını onunla konuşacakları olduğunu söyledi.
“Sen benim kulağımın yarasını falan boş ver de, senin bir bildiğin varsa söyle bana, ben şu işi ne yapacağım demeye başlarken, sözlerini eğirdi dönderdi, sevdiği bir türlü tanışamadığı kıza getirdi.”
Ahmet bu haliyle bu konuyu açacağını hiç düşünmemişti. Fakat ona, cevap vermeden’ de duramıyordu.
Yahu arkadaş dün sizin düğünde gördüm, birbirinden güzel kızlarınız varken, senin gidip hiç tanımadığın birine âşık olman doğru’mu?
-Neden doğru olmasın!
-Gönül bu, güzeli de sever çirkini de sever, bir kez kanım ona kaynadı, onu görünce yüreğimin, ta şurasında hiç beklemedim bir şeylerin kımıldadığını hissettim sen bunu anlayamazsın diyordu.
-Neden ben sevmesini bilmiyor’ muyum?
-Hissetmediysen bunu bilemezsin.
-öyle olsun.
“Ahmet düğün günü kulağından yaralanmış arkadaşının, yanına geldiğine, onun bir gün önce kulağından yaralanmış olmasını rağmen, bunu önemsememiş olduğuna sevinmişti.”
Kalktı iki orta şekerli kahve söyledi, gelen bol telveli kahvelerini içerlerken yaptıkları konuşmaları, yine dönüp dolaşıp İsmail’ n sevdiği kıza geliyordu.
İsmail onu çok sevdiğini her sözünde daha bir belli ediyor, ondan başkasını gözünün görmediğini başkasını asla sevemeyeceğini anlatıp duruyordu. Ne derlerdi buna platonik aşk, uzaktan sevme öyle bir şey gibiydi.
“Ahmet yeni iş yerinde yeni arkadaşı ile bunları yaşarken, yeni arkadaşının derdine derman ararken, gerideki zamanlarda günlerde bıraktığı, Kadir arkadaşı ile ilişkiler kurmuş sonra ayrılıp gitmiş bir mağdur biri ise zevk sefa içinde evlendiği kadın ile gününü gün ederken, diğerinin acıklı hali aklına gelmişti.
Çünkü olay her ne kadar, birbirinin aynı olmasa’da, yine’de bu aşk hikâyesindeki gidişatın gelişmelerinde biraz benzerlik var gibi olduğunu düşündü.
Ahmet ve arkadaşı İsmail beraber olduğu tarihlerde, Kadir beyin Ahmet ve Leyla aralarında geçen olaylarda, Leyla’ın suçluyu gizlemek suçundan aldığı ceza bitmiş dışarı çıkmıştı.
Fakat onları daha kötü günler bekliyordu, eşinin yanına oğlu ile birlikte dönen Leyla, n hapse düştüğünü ceza aldığını öğrenmiş bunun sebeplerini soruyor, öğrenmek için baskılar kuruyordu.
Leyla her defasında konuyu kapatmaya,
Konunun aslını eşi Leyla, başka olaylara denk getirmeye eşini buna inandırmaya çalışsa’ da yapamıyor, günden güne aile içinde şiddetli bir geçimsizliğin büyümeye başladığı görülüyordu.
İşte böyle bir zamanda Ahmet onun olduğu yerlerden uzak yeni arkadaşının başına gelecekleri düşünüyor aynı olayların onundan başına gelmesinden korkarken bir gün bir havadis duydu.
İsmail öğretmenin sevdiği kız bir mühendisle evlenmiş çoktan yüzüklerini takmış meğerse.
Bunu duyan İsmail öğretmen beyninden vurulmuşa dönmüş her akşam içiyor kendi zayıflığına, kendi cesaretsizliğine tutuk haline kızıyor acısını her akşam içtiği içkiden çıkarıyordu.
Unutmak istiyor, sanki kendisini terk eden sevgilisiymiş gibi kendi kendine intikam duyguları içinde yaşarken atamasını başka şehirlerde görev yapmak istemişti.
Dediğini yaptı ve çok geçmeden memleketinden uzak, bir hiç tanımadığı, daha önce hiç gitmediği bilmediği kalabalık bir şehrin ortasında buldu kendini.
Okumak yükselmek başka bir mesleğin sahibi olmak istiyordu hem çalıştı hem okudu, yıllar sonra bir Avukat olarak diplomasını alıp bu meslekte çalışmaya başladı.
İsmail bir oldukça zengin, bir maden sahibinin avukatlığını yapmaya başlamıştı. Madencilik işleriyle uğraşan bu zengin patronunun, hukuk işlerinde, görev yaparken, onun ailesinin alile bireyleri ile tanıştı.
“Yaptığı olumlu işleriyle, dürüst ve çalışkanlığı ile patronun gözüne giren İsmail, patronunun gözü kulağı olmuştu. Bir gün konuşmak için onu yanına çağırdı.”
İki kahve söyleyerek, patron ve avukatı, karşılıklı gelen kahvelerini içmeye başladılar. Avukat İsmail patronun kendisine ne söyleyeceğini merak etmiş, onun ağzından çıkarmak istediği baklanın çıkmasını bekliyordu.
“Önce bir sessizlik oluştu, boş fincanlar orta yerde duran, üzeri camlı sehpanın üzerine kondu, onun arkasından koltuğunda oturan patron koltukta arkasına yaslanıp konuşmaya başladı”
-bak İsmail Bey!
-Seni severim. Dürüst birisin çalışkansın, güvenilir adamsın. Benim senin gibi bir oğlum isterdim amma olmadı. Allah bunu bize vermedi amma senin gibi birini bizim yanımızda çalışmaya gönderdi.
-Dedi.
Avukat İsmail söylediklerinden bir anlam çıkaramamış söylenen sözlerin nereye varacağını merak etmiş, can kulağı ile onun son sözlerini bekliyordu.
Patron konuşmaya devam ediyor, konuşmaları ile onu sanki göklere çıkarır gibi övüyordu. Sonunda şu sözü söyledi.
-Benim bir tek kızım var, başka varisim yok senin gibi dürüst çalışkan bir damadım olsun isterim diyerek, açık, açık kızı ile avukatını evlendirmek istediğini beyan etti.
Avukatı şaşırmıştı, ne diyeceğini bilemedi.
Amman efendim beni gururlandırıyorsunuz diyerek cevap veriyor ne istediğini ne de istemediğini söyleyip, yerinde öylece sessiz kımıldamadan oturuyordu.
Şaşırmış dilini yutmuş gibiydi, böyle bir teklifi patronundan hiç beklemiyordu. Çünkü o, basit bir ailenin çocuğu zenginliği görmemiş itilmiş kakılmış başkaları tarafından memleketinde devamlı hor görülmüş küçümsenmiş, bir ailenin çocuklarından biriydi.
Böyle bir teklif onun için her şeye değerdi. Yalnız bir husus vardı, onun biricik kızıydı ve çirkin biriydi amma, yine de onu evlerinde verilen bir yemek ziyafetinde tanıdığında, onun yufka cana yakın yüreğini, onunla evlerinde konuşurken görebilmişti.
-İyi düşün dedi patron acelemiz yok, ölmedik daha ben her ne kadar yaşlanmış biri de olsam henüz sağım dedi.
Avukat İsmail, odadan kalkmış işine doğru giderken patronun bu teklifi karşısında şaşkın onu düşmüş düşünceli bir halde kendi odasına gitti oturdu.
Koltuğuna arkaya yaslanmış, hep bunu düşünüyor, patronuna ne cevap vereceğini bilemiyordu.
Gönlü bir taraftan istiyor, bir taraftan istemiyordu fakat onun tek kızı olması bir zenginliğin üzerine konacak olması biraz ağır basıyor zengin biri olursam, memleketteki insanlara yardım eder, saygın bir kişi olurum diye düşünüyordu.
Birkaç gün sonra yine kendisine verilen bir yemekte ailece bir araya geldiler, patronun kızı giydiği elbiselerle göz dolduruyor ilk gördüğü günden farklı bir görünüşe sahip olmuştu.
Patronun emir vaki istekleri ile yedikleri müzikli yemekte birlikte dans ettiler, birlikte yediler içtiler, en sonunda aralarında oluşan, sıcak gelişmelerin sonunda nişanlandılar.
Artık patronunun isteği olmuştu, kendisine dürüst terbiyeli güvenilir bir damat bulduğuna seviniyor onu bir avukat olarak değil kendi işinin bir parçası olarak görüyordu.
Üç beş ay sonra yapılan, görkemli bir düğünle bunlar evlenmişler, patronunun kendilerine düğün hediyesi olarak hediye ettiği, son model bir araba ile balaylarına çıkmışlardı. Ak deniz sahil şehirlerinde, uzun bir zaman kalıp, en güzel otellerde yatıp en güzel eğlencelerin tadını alıp evlerine döndüler.
Avukat İsmail, in içindeki zenginlik, hiçbir zaman hoşuna gitmemiş olsa’ da, bunu lehine çeviriyor, fakirler için aş yeri işsizler için iş yeri olarak kullanıyor, işsize iş, fakire yardım etmekten gurur duyduğundan bu zengin evliliği bilerek ve isteyerek kendi çıkarlarına çevirmek hoşuna gitmeye başlamıştı.
Bu evliliklerinden bir yıl sonra bir kızı olmuştu, adını gülsün dediği kızı, zenginlik içinde büyüyor bir dediği iki edilmiyordu. Şımarık bir çocuk olarak yetişmeye başlamıştı.
Annesi desen zenginliğine güvenerek gece gündüz demeden eğlenceden, eğlenceye koşuyor, gittiği yerlerde kumar masalarından kalkmak bilmiyordu.
Onun bu davranışı ve hala geçmişteki, sevip’ de sevemediği unutamadığı kadının varlığı başkası ile evlenmiş olması bunu hala içten içe yakıyor, derdini söylemeyen Avukat İsmail, kendini içkiye ve sigara alışkanlığı içinde bunalıp giderken bir gün akşamüzerinde yerinde bayılmış olduğu yerde yere düşmüştü.
Evindeki huzursuzluğunu, eşinin vurdumduymaz savurgan şımarık halini çekemiyor ne yapacağını bilmeden karamsar duygular içinde çalışmaya başlamıştı.
Beyin kanaması geçirmişti avukat İsmail, birkaç saat sonra kaldırıldığı tam teşekküllü hastanede uzun bir zaman yattıktan sonra tabursu olmuş çıkarılmış, bir taraflı felçli yaşamaya başlamıştı
Bir gün arkadaşı Ahmet aklına gelir ve ona telefon eder.
Aşka ihanet romanı
Bölüm- 18-
Telefonda biraz oradan buradan konuştuktan sonra, başına gelenleri anlatırken hayatından memnun olmadığından bahsetmeden edemiyordu.
Zengin olduğunu, başkasının zenginliğini yaşadığı buna rağmen huzursuz acı bir hayatın içinde olduğundan bahsediyordu. Tesadüfen elde ettiği bu şansa rağmen, eski öğretmen olduğu günleri çok aradığını anlatıyordu.
Sonra arkadaşına, bir ihtiyaçları olup olmadığını sormuş ve bir gün bir fırsat bulup yanına gelmesini her masrafını çekeceğini birlikte beş on gün kadar zaman geçirmeyi özlediğinden bahsetmişti.
Ahmet Bey olumlu birkaç cümle kurarak teşekkür eder gelen telefonu kapatır. Arkadaşının başına gelen sağlık olayından etkilenmiş çok üzülmüştür. Onun bir zamanki neşeli şen şakrak halleri dolaşır gözlerinin önünde, kendi kendine konuşmaya başlar.
-Vay be arkadaş, neydim ne olacağım demeyeceksin.
-Adam sapasağlam dev gibi, yüzlerinden sağlık akan biriyken şimdi birden bire, yaşanması güç bir duruma düşmüş, olacak şey değil hem de tam zenginliğin içine düşmüşken insan neydim ne olacağım demeliymiş meğer.
“Ahmet beyin üzüntüsü, onun ömür boyu sakat kalacak olması kendini derinden yaralamıştı. Arada bir telefonla kendisine ulaşıyor halini hatırını soruyor sağlığında bir gelişme olup olmadığını bir eski arkadaş olarak kontrol ediyordu.
Avukat İsmail Bey ise, iş yerindeki her şeyden elini ayağını çekmiş evden dışarı çıkmadan aile içindeki beğenmediği eşinin kumar düşkünlüğü şımarık kızının vurdumduymaz davranışları ile yaşamını sürdürürken bir taraftan da patronun garip davranışları bunun zoruna gitmeye başlamıştı.
Üzüntüsünden her gün biraz daha zayıflıyor her gün en az beş yıl kadar yaşlanmış görünmeye başlamıştı. Genç yaşında saçlar ağarmış dökülmeye başlamıştı.
Daha fazla dayanacak gücü kalmamış ölümü yaşamaya değişir hale geldiği bir günde Allah bunu duydu ve Azrail’i ona göndererek kendi verdiği emanet ruhunu ondan geri teslim aldı.
Bu olayın olmasından birkaç hafta sonra Ahmet hal hatırını sormak için telefon açtığında telefonla aradığı ölmüş olduğunu duyunca üzüldü, üzüntüsünden kahroldu. Sağ iken onun kendisini davetine gidemediğine üzüldü.
-Keşke gitseydim, belki ona moral olurdum diyordu içinden kendi kendine üzülmüş konuşurken.
“Geçmişte kalmış birçok olaylara tanık olan Ahmet, bunları düşündüğü zamanlarda, Hanife teyzenin ceza evinden çıkan kızı Leyla ile eşinin araları tamamen bozulmuş, aralarındaki anlaşmazlıklar çoğalmış ayrılma durumuna kadar gelmişlerdi. Eşi daha da ileri giderek çocuğunun kendinden olmaya bileceğini konuşmaları ile ima etmeye başlamıştı.
Leyla ayrılmaktan korkuyordu, olayı abilerinin öğrenirse ya kendini ya da oğlunun babasını bulup öldürmekten yeni bir cinayetle onların hapse girmesinden korkuyordu.
En çok da, kendinin öldürülmesinden korkuyor, oğlunu bu korku içinde nasıl büyüteceğini düşünüp duruyordu.
İhanete uğradığı aşkının acısını yüreğine gömdüğünü sanıyorken sonuçlarında meydana gelecek yeni olaylara nasıl göğüs gereceğinin hesaplarını yapıyordu.
Geceleri uyku tutmuyor, sabahlara kadar düşünceler içinde uykusuz kalıp, geçirdiği gecelerin ertesi sabahında, halsiz ve düşkün görev yerine gitmeye başlamıştı.
Mevsim son bahardı. Kış yaklaşmış ağaçlar yapraklarını dökmüş acı bir soğuk vardı dışarıda, evlerde kiminde tezek kiminde odun veya kömür olan sobalar, harıl, harıl yanıyor dışarıya soğuktan çıkılacak gibi değildi. Leyla iş yerinde işini yaparken çalıştığı yerden batı illerinden birine atanmanın yollarını arıyordu kış bastırmadan karlar yağmadan gitmek terk etmek istiyordu. Bu isteğini eşi ile paylaşmak istemiyor ondan habersiz gitmeyi aklına koymuştu.
Dayanamıyordu evdeki, her gün eşi ile olan başına gelen dayanılmaz kavgaya, anlaşmazlığa çünkü onların kendi aralarındaki geçimsizlikleri, eşinin Leyla’ın geçmişinden olan, eşinin şüpheli halleri çocuğunun bile ondan olmadığı düşünceleri içindeki ağır çekilmez baskıları, çekilecek gibi değildi. Eşinden kaçmak, kurtulmak istiyor başka bir yerde kendine yeni bir hayat kurmak istiyordu.
Onun haberi olmadan ilgili makamlara atanmak için müracaatını yapmış beklemeye başlamıştı.
Doğu hizmetini doğu illerinde doldurmuş olduğundan, atama isteği kabul edilmiş istediği gibi Anadolu’ un küçük bir ilçesine yeniden köy guruplarında sağlık görevlisi olarak görevlendirilmişti.
Bir gün eşinin evde olmadığı bir zamanda, gizlice oğlunu da yanına almış yanına hiçbir eşya almadan şehri terk etmişti. Eşinin döndüğünde dışarıda olduğunu sanmasını istemişti.
Bankada doğu hizmetinde biriktirdiği yeteri kadar parası, bu para ile yeni bir ev kurması mümkündü. Geceden yola çıkan Leyla ertesi gün öğleye doğru vardığında küçük bir ilçede buldu kendini önce bir otele yerleşti birkaç gün otelde kaldı daha sonra kendine bir ev bulup dayadı döşedi eşinden ayrılmak için verdiği dilekçe ile beklemeye başladı.
Yeni yerinde mahkemesi için tutmuş olduğu avukatı, onun uzaktan boşanmasını sağlamış, hürriyetine kavuşturmuştu.
Doğuda bıraktığı eşi bu gelişmelerden memnun, başka bir hayat kurmaya hazırlanırken aynı düşünceyi Leyla’da yaşıyordu. Amma bunu düşünürken, her şeyden önce yanındaki çocuğunun gerçek babasını bulmak, onunla konuşmanın doğru olacağını düşünüyor uzaktan’ da olsa, bir çocuğunun olduğunu bilmesini istiyordu.
Çünkü Leyla hastaydı kimseye söylemediği hastalık onu eski kocasının yanındayken bulmuş, içini kemirmeye başlamıştı.
Bunu kendi öz ailesinden bile saklayan annesi Hanife teyzeden bile saklayan Leyla, ölürse çocuğunun kardeşleri tarafından bile kabul edilmeyeceğini düşünerek, çok sevdiği biricik oğlu çocuğunun, kendi ölümünden sonra, ortada kalmasından korkuyordu.
Babası bilmeliydi bir yerlerde bir oğlu olduğunu bu yüzden bir zamanlar sevgili olarak yaşadığı fakat aşkına ihanet eden onu orta yerde karnında çocuğu ile terk edip ortalıktan kaybolan kendisi ile evlenmekten çekinen adamı bulmalıydı.
Bunun için önce onun arkadaşı Ahmet’i bulmayı ondan onun yerini öğrenmeyi düşündü araştırmalara başladı ve sonunda Ahmet beyin yerini bulmuş onunla telefonda konuşmaya başlamıştı.
Bir gün öğleden sonraydı, Ahmet’in hiç beklemediği bir anda onun telefonu çaldı karşısındaki Leyla’ydı.
-Alo kimsiniz?
-Karşısından solgun kısık ağlamaklı bir cevap geldi.
-Ben Leyla.
“Yıllar geçmişti oysa aradan, Ahmet nereden bilebilirdi’ ki bir gün bu olaylara karışmış ona olaylar yaratmış çok eski bir tanıdığının kendisini bu gün arayacağını.
“Leyla’mı siz bana hangi Leyla’dan bahsediyorsunuz, ben sizi tanıyamadım, kendinizi biraz tanıtır’ mısınız?
-Dedi.
-Leyla açtığı telefonda, kısaca kendini tanıtmıştı.
“Ortalık bir an için sessizliğe büründü, elinden telefon yere düşecek gibi oldu, sımsıkı yapıştı kim olduğunu biraz düşünüp hatırlamaya çalıştı.”Hiç ummadığı bir zamanda kendisine telefon açan bu bayanı hatırlayıverdi.
-Şimdi tanıdım dedi telefonda.
-Siz ha.
- Ben sizin hala yaşadığınızdan bile habersizim, siz beni nereden arıyorsunuz diyerek başladı konuşmaya,
“Leyla ile ikisi, bir müddet bulundukları zaman içinde, kendi aralarında geçmişten bahsedip, kısaca dertleşip, hal hatır sorduktan sonra Kadir beyin adresini öğrenmek istediğini söylemişti.
-Kadir nerede biliyor’ musun?
-Hayrola sen daha o adamı unutmadın’ mı?
-Karşıdan cevap geldi
“Onu bulmam, onunla konuşmam lazım diyordu. Leyla buruk bir sesle, titreyen elindeki telefondan konuşurken.”
Ahmet elindeki bırakamadığı telefondan bile, hala onun, eski sevgilisi Kadir’ i, ihanetine rağmen sevmekte devam ettiğini, onun evlenmiş boşanmış olduğundan habersiz, bunun bir yine sıkıntısının olduğunu anlamıştı. Telefonda konuşmaya devam ediyordu.
-Neden onu arıyorsun?
Onu bulmam gerekiyor demişti Leyla karşıdan. Önce yerini bilmediğini söyledi sonra karşısındakinin ısrarlı soruları karşısında dayanamadı cevap verdi.
-Kadir Amerika da artık o büyük adam olmuş, yanına eşini çocuklarını ‘da alıp gitmiş, bildiğim kadarıyla Amerika’ya yerleşmiş derken, karşısında kendisi ile konuşan bayanın, ne kadar üzüldüğünü gözlerinden boncuk, boncuk yaşların nasıl döküldüğünü görmüyor fakat ağladığını anlayabiliyordu.
“Telefon bir ara kesilir gibi oldu, ortalık sessizliğinde boğuldu sonra yine, telefondan sorular duyulmaya başladı.
-Emin ‘misin Ahmet abi, emin’ misin diyordu.
“Hala telefon ellerinde karşılıklı konuşurlarken, Leyla onun yerini öğrenemeden üzüntü içinde, elindeki telefonu kapamış, yerine koymuş, bundan sonraki zamanda ne yapacağını bilmeden telefondan ayrılıp evine biricik çocuğunun yanına gitmişti.
Leyla için tek çare kalmıştı, annesi ile kardeşleri ile iyi geçinmek barışmak, ölmeden önce çocuğunu hala sağ olan annesinin ellerinde büyümesi sağlayabilmekti.
Hastalığından bu güne kadar, ne onun annesine bahsetmişti, ne de onun aralarında kırgınlık olan abileri biliyordu.
-Tek çare kalmıştı, açıklamak.”
-Oturdu eline bir kâğıt kalem aldı.
“Hala içinde yanan ateşi külleyemediği aşkıyla, yanıp durduğu biricik oğlunun çocuğunun babası olduğunu bildiği, kendisinin Amerika’ da olduğunu öğrendiği sevdiği adama verilmek üzere, bir mektup yazdı.
Ve sonra bu mektubu, ikinci bir zarfın içine koyarak, bir gün Amerika’dan geri döndüğünde, evli de olsa, hala sevdiği adam olan, eski sevgilisi Kadir bey tarafından ulaştırması için, onun eline geçmesi için, adresini bildiği öğrendiği telefonda konuştuğu Ahmet beye, bir zarf içinde gönderdi”
“Yazdığı mektubunda çocuğunun babası olduğundan bahsediyor kendisinden başka kimseyi sevemediğinden bahsediyor, onu unutabilmek için bir evlilik yaptığından fakat bu evliliğinin kendisine acı vermekten dem vurup bir çocuğunun var olduğunu, ona dünyasında sahip çıkacak kimsesinin kalmadığını, son çare olarak bu mektubu yazdığını anlatmıştı.”
Bütün bunlardan habersiz Amerika’da yaşamaya başlayan gittiği bu yerde kendine yeni bir hayat kurmuş olan Kadir Bey, mutluydu huzurluydu geçmişi unutmuş olmanın verdiği mutlulukla, eşinden olan çocukları ile beraber, olanlardan habersiz yaşayıp gidiyordu.
Ahmet bu mektubu almış içindeki kendisine yazılmış nota baktıktan sonra bir gün sahibine verilmek üzere saklamıştı.
“Hala güzelliğinden bir şey kaybetmemiş olan bir çocuk annesi Leyla, çalıştığı yerde yeni taliplerle karşılaşıyor, hayata yaşamaya küsmüş biri olduğundan, her defasında onları geri çeviriyordu.
Onun için aşk, çocukça bir masaldı, gelip geçen tatlı bir heves, bir heyecan, bir gençlik coşkusuydu. Orta yaşlarına gelmiş genç yaşta saçları ağarmış yaşadığı geçmişinden bıkmış, usanmış yorulmuş biri, nasıl kendini yeni maceralara atabilirdi.
Aşk anlatılacak bir masaldan başka bir şey değildi.”
Herkesten arkadaşlarından komşularından ailesinden bile sır gibi gizlediği hastalığı, ilerlemeye başlarken acılar içinde kıvranıyor, bir gün gelecek olan son gününün hayalleri içinde, her gece uykusuz gözlerinde yaşadığı geçmiş onu günden güne tüketip bitiriyordu.
Bahar gelmişti, etrafta ağaçlar tamamen yeşermiş bahçelerde mor sümbüller, zambaklar renklerini göstermeye başlamıştı. Çatılarda soba bacalarında, leylekler yerlerini almaya başlamıştı.
Güzel kokuyordu her taraf, etrafta köylülerin budamış oldukları yer bağlar yaprak vermiş kadınlar çocuklar yaprak topluyordu üzüm bağlarından.
Bir pınar vardı yaşadığı kasabanın bir kenarında yeşil çayırların tam ortasında, bir başka akıyordu yeşil ormanlık dağların, derinliklerinden çıkmış gelmiş, berrak buz gibi sular tekmeye.
“Şifalı diyorlardı bu su için, kendisine anlatılanlar doğruysa, bu sudan her gün bir bardak içenin ruhu temizlenir, bu sudan zamanında evliyalar dervişler ulemalar içtiği için, düşündükleri gerçek olurmuş diyorlardı.
Böyle bir baharın hafta sonunda, yanında çocuğu hazırladığı yiyecekler ile beraber, kırlara çıktı, akan bu mucize dolu suların aktığı pınarı buldu. Başında çimenlere oturdu, çocuğu çimenlerin üzerinde oynarken o, sulardan durmadan içiyor çocuğunun geleceği için sudan geçmişte içmiş olan, ermişlere evliyalara dua ediyordu.”
Biraz sonra onu pınarın başında ağlarken görmüş olan yaşlı bir adam yaklaştı yanına. Başını kaldırdı baktı, ağarmış sakalları birbirine karışmış bu nur yüzlü adamın, yaşlanmış görmüş geçirmiş yüzlerinde huzuru gördü.
-Buyur dede iç dedi, elindeki su doldurup ona yerinden kalkarak uzattığı bardağından.
-içmek istemedi pınarın kurnasına eğildi kendi avuçları ile avuç, avuç doldurdu içti.
-İçti.
“Sonra beyaz sakallarını sıvazlayarak, ellerini kaldırdı avuçlarını açtı, içinden dualar okuyup Allah’a yalvarmaya başladı. Sen de böyle yap dileklerinin olmasını istersen dedi arkasından kalkıp bulunduğu bu yerden uzaklaştı gitti.”
Kimdi kimin nesiydi söylememişti amma Leyla içinde bir huzurun olduğunu bir sıkıntılarından uzak rahatlığın olduğunu hissetmişti.
Dua etmeye başladı, bildiği bütün duaları etmişti.
Dönüşte geçirdiği geceyi huzur ve rahatlık içinde geçirmişti, çok rahat uyumuş uykusunu almış bir sabahın gün doğuşunda uyanmıştı.
Dışarıya çıktı gökyüzüne baktı, masmavi gökyüzünde tek bir bulut dahi yoktu. Güneş yavaş, yavaş yükselip karşısında gördüğü dağlara vururken o hala, bırakıp gideceği oğlu için dua ediyordu.
Devamı gelecek sayıda.
Aşka ihanet romanımdan
Sayı -19-
Dualarını Allah kabul eder’ miydi, etmez’ miydi bilinmezdi amma o yine de duasını etmiş tedbiri elden bırakmamıştı.
Geçmişte gençlik çağında yaptığı hataların, yanlış olduğunu çok iyi öğrenmiş, yaşadığı olaylar ona büyük bir ders olmuştu.
Leyla karanlık günlerinin içinden nasıl çıkarım nasıl ailemle anlaşır çocuğumu emanet edecek bir yuva bulurum diye düşünürken Ahmet görev yaptığı yerde evlenme aşamasına gelmişti.
Bekârlık artık onun’ da canına işlemiş, yalnızlıktan kurtulmak zamanın çoktan gelip geçtiğini düşünmüş bu uzun süren bekârlığı daha fazla uzaman uzatmadan, kendisine her erkek gibi bir yuva kurmanın yollarını aramaya başlamıştı.
Yabancı bir yerden evlenip, hayatını şehirlerarasındaki yollarda gidip gelmekle geçirmek istemiyordu. En azından evleneceği kişinin kendi hayatını ailesini kabullenmesi ve gerekirse kendi ailesinin olduğu yerde hayatlarını sürdürmesi düşünüyordu.
Bir gün aldığı bir izinle memleketine gitti olayları ailesi ile karşılıklı görüş alış verişi ile paylaştı. Ailesi onun yabancı bir yerden evlenmesine karşı olduklarından kendi memleketinde aklına gelmedik o güne kadar görmediği kızlardan bahsedip kimini çağırtıp kimini önerip ona gösteriyorlardı.
Amma Ahmet daha önce, böyle birini deneyip olumsuz cevap aldığından, gösterilenlerin ve önerilenlerin hepsini ret edip kabul etmiyordu. Ona göre görücü usulü ile evlenmenin zamanı çoktan modadan kalkmıştı.
Evleneceği kişiyi önceden tanımak istiyor konuşmak anlaşmak sonra evlilik adımını atmak istiyordu.
Günlerden bir gün oturduğu aile evinden dışarıya çıkmış, çarşıda dolaşırken birini gördü. Çok iyi tanıdığı bir yüzdü, gördüğündeki yüz, önce başını çevirdi, onu görmemezlikten gelmek istedi.
Ama kalbi küt, küt atmaya başlamış, karışık duygular içindeki yaralı yüreğini acısına dayanamaz hale gelmişti.
İstemeyerek başını ondan tarafa çevirdi ona baktı, bakarken bir tuhaf olmuştu. İçinde ona karşı, biraz nefret, biraz’ da, hala, kendini yakıp kavuran sönmemiş bir ateş vardı. Yüzlerinin yandığını, kalbinin yerinden, fırlayıp çıkacakmış gibi olduğunu hissetti.
-Doğduğu bu yere nefret etmişti.
-Ben bu yerde doğmamalıydım, amma insan nerde doğacağını bilemiyor’ ki bilse de anne karnına geri dönemiyor ki diye düşünürken kendi memleketine kendi durumuna nefretle bakıyordu.
Oradan başını çevirmiş düşünceler içinde geçip giderken düşünüyor aklında, doğup büyüdüğü memleketinde, ağaların beylerin hükmettiğini, “davul bile dengi dengine” dendiğini insanlar arasında nasıl bir ayrım oluşturduğunu düşünüyordu.
Doğruydu, onun doğup büyüdüğü memleketi, koca, koca işlemeli cumbalı bey konaklarının olduğu, bu konaklarda yaşayanların saygı gördüğü, halkın diğer kısmının ise kim olursa olsun, sıradan insanlar olarak bilindiği bir yerdir.
Değil onlardan kız almak yaklaşmak bile mümkün değildir belki istisna olarak zenginleşme yolunda adım atmış yüksek tahsilli biriysen böyle bir durum istisna olabilir.
Aşkmış sevmekmiş, seviyormuş sevmiyormuş, bunların her biri onlara göre, boş düşüncelerdir.
Bu Anadolu’n Osmanlıdan bu tarafa, asırlardır intikal edip gelmiş bir geleneğidir.
“davul dengi dengine çalar”
“Ağa, bey kızından, çobana yar olmaz” onlar tarih boyunca yaşanmış, fakat kavuşmaların gerçek olamadığı, Leyla ile mecnun, Ferhat ile şirin, Ah Tamara, Sarı kız efsanesi gibi, daha birçok aşk hikâyelerinde vücut bulmuş olaylardır.
Onlar öyle olur’da burada olamaz’ mıydı elbette olurdu. Çünkü burası da Anadolu geleneklerinin hala yaşadığı, yaşatılmaya çalışıldığı yerlerden biriydi.
Birini tanımıştım ayağında körüklü çizmesi meşhur altında çok sevdiği rahvan Arap atı ile soylulardan diyorlardı ona, onun soyunda Osmanlılık var, beylik sultanlık var diyorlardı. Her gördüğümde kızardım ona, ayağında körüklü meşin çizmesi, elinde kırbacı atının üzerinde, işte ben soylulardanım bey çocuğuyum der gibi at sürüp dağlarda yaylalarda ortalıkta gezerken.
Yaşadığı geçmişi hatırlamış olmanın acısıyla derin bir of çekti.
Yine aklına gelmişti bey kızı, kendini zenginliğe kaptırmış, soylu ailelerden olduğunu sandığı, sevmenin aşkın ne demek olduğunu bilmeyen yanından gelip geçen burnu havalarda bey kızı.
Bir yürek haykırıyordu, onu gördüğünde karşısındaki kar yağmış dağlara, karları eritircesine, kır çiçeklerine içindeki kendini yakıp kavuran derdini anlatırcasına, haykırırcasına kayalıklara koylara, çok’ mu zordu, benimle bir selam birkaç kelam etmek diyordu, yanından geçip giderken diyordu onun acıyan yüreği.
Unutmak istiyorum adını anmak istemiyorum diye haykırırken, yaralı yüreği, unutamayacağını çok iyi biliyordu. Belki, bir unutturan olur diyerek düşünüyor, yine de of çekmekten kurtulamıyordu.
Çünkü yaralanmıştı bir defa, onun içindeki açılmış kara yazısının yarattığı yara, hiçbir zaman iyileşmeyecek kapanmayacaktı.
Onu belki tek bir şey unutturabilirdi, o’ da daha büyük bir aşk, yaşanacak daha büyük bir sevdaydı, bu’ da içindeki kapanmak bilmeyen yarayı, kapatabilirse belki!
Sanırsın onu gördüğünde karlı dağlar yerinden oynamış, dünya üzerine yıkılmış gibiydi, alevlerini açmış ağızları ile püskürten, yüce dağlar birden yerinden büyük bir gürültü ile yerinden sarsılmış, volkanlarını gökyüzüne püskürtmüş, gökyüzünü dağları ormanları boz dumanlara çevirmiş ateş kusan alevler gibiydi, onun alevler içinde kıvranan yüreği bir kez daha yaralanmıştı.
İyileşmezdi içindeki yara bu yara, onu ihya etmezdi biliyordu ağzı ile kuş tutsa, peri padişah kızlarıyla tanışıp buluşsa, dertlere derman olmaya kalkışsa, hiçbir olasılık iyi edemezdi onun içindeki yüreğinde yer etmiş, yıllardır içinde nasırlaşmış durmuş bu yarayı iyileştiremezdi.
-Bu kadar zor’ muydu sevmek dedi içinden
“Zor’ muydu diyordu, zalim, diye haykırdı onun iyileşmek nedir bilmediği nasırlaşmış yaralı yüreği, derinden, derinden yaralı ceylanlar gibi iç çekerken onu gördüğünde!
Uzaktan sevmiştim seni, eline elim değmeden, saçlarının teline dokunamadan oturmuş karşımda, nefesin nefesimde kokunu hissederken sen bunu hiç’ mi fark etmedin. Hiç’ mi fark etmemiştin ben kokunu yüreğimde hissederken dedi kalbi.
Yanan bir yüreğin birden bire aniden donduğu, buza kestiği bir gündü bu gün geçip giderken.”
Eski bir tanıdığına rastlamıştı Ahmet, onu ortaokuldan tanıyor, yıllardır görmemişti. Bir gün onunla anlaşmış, bahçelerin içindeki bir havuz başında buluşmuşlardı. Selvi kavaklar, asırlık ceviz ağaçları, akıp giden derelerin etrafında serpildiği bir zamandı,
Yeşil bahçeler içindeki bu havuzun kenarına oturdular ve ayaklarını çıkartıp, havuzun buz gibi sularına uzattılar ve koyu bir sohbete başlamışlardı.
“Hastalığından bahsediyordu havuz başında buluştuğu onun arkadaşı, görünmeyen hastalığından bunu atlatmam lazım diyordu anlatırken, çünkü ailesinde kardeşlerine bakacak onlarla ilgilenecek bir ablasından başka kimsenin olmadığını onun da evlenme zamanının geldiğini bu gün yarın o da evlenip giderse diğer küçük kardeşlerinin rezil bir hayat yaşayabileceğini anlatıyor hastalığına direnmek iyileşmek istiyordu.
Uzun, uzun konuştular, hasret giderdiler dertlerini dökmüşlerdi ayakları suyun içinde karşılıklı konuşurlarken.
Meğer son günlerini yaşıyormuş, aynı gecenin sabahında salasını duymuştu bir gün önce konuştuğu arkadaşının. Allah rahmet eylesin.
Ne kadar üzülmüştü ertesi gün onu son görevinde toprağa verip sonsuzluğuna uğurlarken.
Dünya bir yalan, bu dünyada sevmek sevilmek yalan, aşk yalan, öbür dünyadır, aşka konu olan.
İster bey oğlu ol, ister bey kızı, ölünce aklanabilmektir sonu. Bu dünya bir yalan, paradan puldan bahseden bilmezdir bunu. Neden düşünmez insanlar bu gerçek iken.
Sevene kul olacaksın sevmeyene değil, zenginliğe paraya pula hiç değil,
Gitmesin birinin gücüne amma, zaman paraya pula, mala tapma zamanı olmuş, bilmezler’ ki bunlar derde deva değil Allah bilir.
Günler günleri kovalarken kendini yorgun geçmişe küsmüş biri gibi hissederken, gittiği dağ başındaki yerlerde susamış bir pınara su içmek için yaklaşmıştı.
Biri vardı su dolduran suyun başında, siyah iri gözleriyle bir ahu ceylan gibi bakıyordu insana, suyunu buz gibi pınardan doldurmuş bu ahu ceylan. Gitti girdi uzaktan bakarken bir konağa, dediler’ ki bir beyin kızıdır, uzaklaş buradan. Daha ben kimdir neyin nesidir diye araştırıp sormadan, uzaklaşırken pınardan.
Yılgındı bey kızlarından, soylulardan, hayır gelmezdi ondan bir’ de sen fakir, sıradan biri olmuşsan.
“Davul bile, dengi dengine” derlerdi. Kimdir diye arayıp onun anasını babasını araştırmış, sormuş olsan.
İnsanlar, doğduğu yeri bilmeli, düşünmeli. Kendine göre lokma var iken sofrada, büyük lokma yememeli. Yoksa boğazına takılır, ya birden yatağa düşersin, ya da gidersin sen morga. Sen, sen ol bunu düşün, her ihtimali elden bırakma.
Can pazarında satılır canlar, bulamaz pazarda deva arayanlar altında can çekişip uzayıp giderken yollar, yoksul evlerden duyulur ahlar vahlar.
Giderken kendi yolunda görürsen onları, sen yolunu değiştir, bir selamı çok görür onlar. Vermezse bir selam zoruna giderdir sonra.
Kürk giyen deyyusa, kürk giyen lazım, dinlemez başkası ağlasa sazın, benim başka söze ermezdir aklım, uzak dur uzak sen uzak, varsa hala sende, birazcık aklın.
Gariptir Anadolu’ un gerçek insanı, yeri gelse çekinmez sürer harmanı, Ne bey tanır ne ağa, boyun vermez ona delikanlıdır ayağı yalındır yine’de yedirir içirir giydirir garip olanı. Dağları taşları aşıp gitmek lazım, dağlar ovalar geçip orta Anadolu’ya. Ne bey var ne ağa var, orta Anadolu’ da gitmek görmek lazım.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm 20
İyiler garipler yalınız orta Anadolu topraklarındaydı, bir de dağlık köyleri ormanlık köyleri vardı Anadolu’ un orada yaşayanlardı en garibi, en misafirperveri onların arasında yaşayanlar bilirdi dağ köylerinin, orman köylüsünün durumunu en çok el kucak açmaya yardım etmeye onlar layıktı.”
“Köylü bu milletin efendisidir” demişti Mustafa Kemal Atatürk neden söylemişti, onlardı bu milletin karnını doyuran ekmeğini etini sütünü sebzesini meyvesini yetiştirip şehirlisine sunan. Onlar üretmese, onlar yetiştirmese, aç kalırdı, bu ülkenin kendisine efendim dedirten, ağam beyim dedirtenler. Aç kalırlardı.
Fakat sömürmekten geri kalmıyorlardı, onları köle gibi görüp, bunlar bizim veli nimetimiz bunlar olmasa biz aç kalırız demedikleri gibi, ektiğine biçtiğine katkıda bulunmuyorlar onların dertlerine çare olmak yerine milyonlarca döviz kullanarak, yurt dışından ithal mahsul yabancı ürünler getirterek, yerli mallarımızı yok etmeye çalışıyorlardı.
Atalarımız “yerli malı kullanmalı” diyerek büyürken yeni yetme gençler beyler ağalar yabancı mallara bulunulmaz matah gibi bakıyor onları satın almanın yollarını arıyorlardı.
Bir gün Ahmet bir arkadaşı ile merak edip gittiği bir orman köyünde bir köylünün evine misafir olmuş birkaç günlerini burada köy halkı ile beraber geçirmişlerdi.
Ne güzel insanlardı onlar, saf, temiz, içinde hiçbir kötülüğün bulunmadığı, köyüne evine gelen misafirini, baş üstünde tutmanın, kendi yemediğini yedirmenin, kendilerini mutlu edeceği insanlardı.
Dağ köylülerimiz de böyleydi,
Anadolu’muzun tezek kokan, çamurlu sokaklarında yalın ayak ta yok, üstünde yok başında yok çocukların oynadığı köyler de böyleydi.
-Bir sohbet esnasında köyden biri anlatıyordu.
-Biz diyerek başladı. Bizim köylüler daha düne kadar, yastık yorgan bilmezlerdi yatak yerine hasır yorgan yerine çul yastık yerine insan başının sığabileceği yer kadar baş altına konan ağaçta oyulmuş kertik kalın odunlar kullanırlardı diyerek başlamıştı hikâyesine. Şöyle devam ediyordu adamın hikâyesi.
Bir gece köy halkı erkenden yatıp uykusuna çekilir, köylerde ne elektrik ne dinlenecek radyo yoktur, yer sofraları serilir Allah ne verdiyse süt peynir çorbadır yenilir içilir sonra hane halkı uykuya çekilir çocuklar aynı yatakta erkek kız ayrımı yapmadan yan, yana yattığından gecenin karanlığında evin kızı bağırmaya başlar.
-Baba, baba.
- Babası, yerinden doğrulur ne oldu kızım neden bağırıyorsun diye sormaya başlar Ha bir de bu köyün halkı, kelimelerdeki ( R ) harfini kullanamadığı için bu harfin yerine ( Y ) harfi kullanıldığından cümleler devrik insanın kulağına değişik gelecek şekildedir.
“Örneğin karşılıklı konuşurlarken, kelimenin doğrusu Kerim diyeceği yerde, onun yerine Keyim denmesi gibi.”
Neyse konuşan adam, hikâyesini anlatmaya devam eder ve anlattığı hikâyenin sonunu şöyle bitirir.
-Kızı karanlığın içinden babasına seslenir.
-Buba. Buba oğluna biy şey de, oğlun keytiğime başını koydu söyle şuna, keytiğimden başını çeksin der adam anlattığı geçmişe dair hikâyesini bu şekilde bitirir son verir.
Şimdi ne demek dersiniz bu daha düne kadar orman köylerimizde, yatak yorgan nedir bilinmezdi. Köylü, fakir yol yok, ulaşımın zor olduğu yerlerde yaşarken, şehirlerdeki zengin kendine bey dedirten, ağam dedirten güya lafım doğrulardan öte, bey efendiler onların sayesinde, zevk sefa içinde günlerini gün edip fakirin sırtına yapışmış kene gibi yaşayıp gidiyorlardı.
İşte böyleydi bizim dağ köylerimiz, ağaların beylerin paşa gibi yaşadığı zamanlarda.
Ahmet neden dinlemişti bu hikâyeyi, onlara kene gibi yapışan beylere ağalara fakirlere insan gözüyle bakmayan kızlarına “ davul bile dengi dengine” dedikleri için kızgındı.
Fakir bir ailede birçok çocuğun içinde doğduğu için kaderine kızgındı. Soyu sülalesi, onlar tarafından hor görüldüğü için kızgındı.
Kader ona gülmüş olsaydı, Yaradan istemiş olsaydı öyle bir ailenin çocuğu olarak doğabilirdi. Kim bilir belki de, sabrı denemek için belki de şükretmesini öğrendiğinde ona mükâfatlarını sunacağı için fakir bir ailede doğmasını istemişti bunu zaman gösterecekti.
Bir de Yörük dediğimiz oradan oraya göçüp duran hayvancılıkla uğraşan Anadolu’ un has gerçek insanları vardı. Onlar atalarından öğrendikleri yaylacılık geleneğini asırlardır sürdüren insanlardı, Toros dağları, Kara dağlar, Boz dağlar ve bunlar gibi daha nice, nice dağlar onların yaylakları bir an önce bahar gelse’ de, gitsek dedikleri hasret çektikleri baharı iple çektikleri yerlerdi onların yerleri.
Oralarda tutulurdu atalarından kalmış yağlı güreşleri, oralarda dokunurdu, ilmik, ilmik geçmişlerinin hikâyelerini aşklarını anlatan nakış, nakış işlenmiş battaniyeleri.
Ağıtlar çalkalanırdı, onların obalarında başlarına bir şeyler gelse, dağlar kayalıklar ağlar, yankılanırdı onların ağıtlarından.
Anadolu’ un yaylaları, dağları işte böyle yerdi.
Bir gün şöyle bir hikâye yaşamıştı Ahmet çocukluğunda, hani onun ailesi bey değildi, ağa değildi fakirdi’ ya ailesi, onun için yaz günlerinde atlarla, katırlarla bazen gün gelir bunlar bulunmazsa eşeklerle hatta bazen yaya olarak, satılacak mal dolu heybesi omzunda dağlara çıkarlardı.
Dağlardaki yaylalarında kıl çadırlarda yaz aylarında yaşayan Yörük kızlarının, Yörük bacılarının ihtiyaçlarını görür, yünlerini boyar, ihtiyaçları olan incik boncukları satar karşılığında yağ peynir ne bulursa alır ihtiyaçlarını karşılardı’ ya, böyle bir mevsimde babası ile gitmişti Yörüklerin olduğu yaylalara.
Develerin koyaklarda, kıl çadırların kurulu olduğu yerlerdeki düzlüklerde, eşkin atların, kara çadırların önünde sikkelenmiş bağlı iken gelene geçene höykürdüğü, koyunların keçilerin akşamları otlaklarından akşam olunca dönüp, çığlık çığlığa bağırışlar içinde yavrularına kavuştuğu bir yerde bulmuştu Ahmet kendini.
Daha çocuktu Ahmet, böyle yaylaları ikinci kez görmüştü. Birincisinde kendilerine ait olduğunu atalarından kalma yer olduğunu bildiği, geniş koyaklardan oluşan, arpa nohut gibi tahıllarının ekildiği hasat edildiği ucu bucağı görünmeyen, Kazmaca yaylası idi, ikincisi de bu Yörüklerin konakladığı yaylak olarak kullandıkları, adına Barcın denen yayla idi.
Oralarda’ da onların içinde’ de vardı ağalar, ama onlar bir başkaydı. Şehirlerde yaşayan, başkalarının sırtından kene gibi geçinen, siyaseti sömürüyü hatta okumayı bile, kendi tekellerinde gören insanlar gibi değillerdi.
Onlar, kendi halkları için karşılıksız yaşardı. Onlar yıllar asırlardır, bu günlere kadar süregelmiş, kendi geleneklerini göreneklerini gelecek nesillere aktarmak isteyen insanları arasında düzen sağlayan, insanlardan para mal mülk hiçbir karşılık beklemeden, onlara yardım eden insanlardı.
İşte ağa dediğin, bey dediğin böyle olmalıydı.
Bir gün Ahmet bir işini gördürmek için şehirdeki insanların onlara ağa bey dedikleri, hükümete yakın ağalardan birinin yanına gitmişti aslında sevmezdi böylesi kişilerle muhatap olmayı amma mecbur kalmıştı.
Bu kişi, halk arasında mahalli bir siyaset adamı gibi görünen, dostlara tanıdıklarına menfaat karşılığında devlet ile insanlar arasında iş yaptığını bildiği biriydi.
“Hani denize düşen yılana sarılır” derler ya, işte Ahmet o gün yılana sarılma ihtiyacını duymuştu, Adamın bulunduğu yere vardı, odasının kapısını çaldı. İçeriden bir ses, yüksek sesle onu çağırıyordu.
-Gir.
-Ahmet kapıyı açtı girdi.
-Adam koltuğuna iri yarı şişman vücuduyla yaslanmış, başının kaldırmadan buna bakıyordu. Ahmet saygıda kusur etmeden selamını verdi kendini tanıttı. Oysa karşısındaki adam. Buyurun oturun bile demiyor karşısındakini ayakta bir yere oturtmadan, kendisinin soyunu sopunu soruyordu ondan daha istediğini bile sorup öğrenmeden, kim olduğunu, kendisinin kimlerden olduğunu soyunu sopunu öğrenmek için sormaya başlamıştı.
Gelip geleceğine pişman olan bir kurumun saygın kişilerinden olan Ahmet, içeri girdiğine yanına bir iş için geldiğine pişman yine’de ne ondan kendisi için istediğini anlatmayı başarmıştı.
Terler içinde kalmıştı, ondan istediği konuyu, odanın içinde ona anlatıncaya kadar.
Adam sıradan doğru dürüst tahsili olmayan biri olmasına rağmen, şehirde kendisine malının mülkünün parasının çokluğu ile ağamdır, beyimdir dedirdiği için kendisini devlete yardımcı bir genel müdür, bir müsteşar, bir bakan gibi görünüyordu. Kime kimlere yardım ettiğini aldığı cevaplardan öğrenmiş anlaşılmış olduğundan Ahmet onun yanında oturmadan onun bir bardak çayını bile içmeden yanından çıkıp gitmişti.
İşte böyleydi, bazı yerlerdeki ağalar beyler denen, büyük, büyük şaşalı cumbalı konaklarda oturan insanlar. Bunların dünyasında fakir yoktu, soyu sopu nam yapmamış kişiler yoktu. Alt tabaka dedikleri öyle gördükleri, aileler yoktu. Onlar için varsa yoksa kendileri gibi zenginler, kendileri gibi halkını sömürenler, sırtından geçinenler vardı, başkası bunların yanına yaklaşabilmek için, ya kendi kapılarında besleme olmalıydı, ya’ da onlar, asil gördükleri kişiler olmalıydı.
Ahmet kendi yaşadığı, çocukluğunun geçtiği yerde bunları görüyor, onlardan horlanmamak için uzak duruyordu. Bunları bilen abisi’ de öyleydi. Abisi zar zor şartlar içinde, okumuş öğretmen olduğu yıllarda bir bahar gününde memleketine geldiğinde, zamanın şartları içinde iyi bir mevkide iş güç sahibi olmuş biri olduğunu düşündüğü bir zamanda istemişti biri ile evlenmeyi.
Aynı mahallede, yine bir konakta yaşayan komşu kızı vardı bununla evlenmek istedi. Malumdu sonuç, bir konak sahibinin kızı buna yakışmazdı. İstemekten vaz geçtiği sıralarda, kendi akranı kendi gibi bir soydan eşit bir sülaleden gelen, birinin biricik kızıyla geliştirdi ilişkisini, peki onu, seviyor’muydu’ sevmiyor’ muydu bunu bilemem amma, sadece hoşça vakit geçirmek’miydi neydi tutumu, bu hiç bilinmezdi. Amma bütün muhalefetlere karşın, sürdürmüştü bu kız ile oluşan ilişkisini.
Bir gün Kardeşini çağırmış bağ evine gitmişlerdi, kardeşi ortaokul son sınıfındaydı aşk nedir hiç tanımamış bir yaşında beraber gittiler bağ evlerine.
Gittikleri zamanlarda, yollarda yılanlar birbirine sarılmış, kimseden korkmadan kaçmadan çekinmeden çiftleşiyorlardı. Bunların arasından geçip gitmişlerdi varacakları yere.
Buğdaylar boylanmış başak vermiş, ütmelik oluştuğu bir gündü onların gittiği gün, Kardeşi bekçi olmuş abisi dediğim bu kızla buluşmuştu, ağaçlar yeşillikler arasındaki bu evde saatlerce birlikte olmuşlardı Ahmet’in gözlemlediği bu yerde.
Böyle olmasına rağmen, bu bile çok görülmüştü, fakir ailenin okumuş öğretmen olmuş oğluna. İşte böyle bir yerdi, Ahmet’in ve kardeşlerinin onun gibi olanların doğup büyüdüğü bu yer.
Yine’de seviyordu Ahmet memleketini, bu yerdeki taşlı yolların arasındaki topraklardı, ona kucak açan ona küçüklüğünde, yiyecek aş içecek su veren, tozlu çamur topraklarında arkadaşları ile oynatıp büyüten, bağ bahçe aralarında koşturup bu yerdi ağaçlarda oradan oraya sincaplar peşinde çocukluğundan koşan yerlerdi buralar.
Her parçasında anıları kokuyor, her gördüğü yerlerde, onun ya meslekten, ya çocukluktan kalma yaşanmış anıları vardı.
Bu şehirde artık işi bitmiş ayrılırken, anılarını arkada gerilerde bırakmış şehirden uzaklaşıp giderken, hüzün doluydu onun yıllar önce bin parçaya bölünmüş yaralanmış yüreği.
Ne seveni vardı, ne de bir sevdiği. Bomboştu acıdan başka hiçbir şey hissetmiyordu onun gençliğindeki kalbi.
Dönmek istemiyordu, görmek bile istemiyordu ayrılmış giderken kendi kendinden soğutan, bu güzel şehir.
Memleketinin kabahati yoktu, onun kızdığı bir şey varsa bu güzel yerin insanlarının yaşantı şekliydi. Ağalara beylere boyun eğip onların önünde onlara ağam paşam beyim denmesiydi.
Ya bunlar olurken onun tanıdığı ölümle yaşam arasında gidip gelen Leyla ne yapıyordu dersiniz!
Devamı gelecek sayımızda.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm -21-
Hayat insana hiç acımıyordu, hele geçmişteki yıllarda bilerek ya da bilmeyerek, ilerisini, Allah’ n sana verdiği en büyük nimetin olan aklını, yeterince kullanıp düşünmeden, sen bir hata yapmışsan zaman bunu af etmiyor, yüzüne tokat vurur gibi yapıştırıyordu.
Sen buna neden kader diyorsun. Sen aklını yeteri kadar kullanmazsan, bin düşünüp bir yapmazsan, elbette sen hata yapacaksın. Bir adım atarken insan, ayağım takılır düşer’ miyim diye düşünmesi gerekirdir, beyin taşıyan akıl taşıyan insanoğlunun.
Hatalar insanın başına gelenler hep bu yüzden olmuyor’ mu, son pişmanlığı çoğu zaman başımıza bir musibet geldiğinde, bunun için yaşamıyor’ muyuz bizler. Maalesef çok zaman ondan yaşıyoruz. Düşünmeden hareket ediyor, içinde bulunduğumuz şeytani duygulara esir oluyoruz. Sonuçta ya ağlıyoruz ya pişmanlık içinde, sürünüp duruyor, yeni arayışlar içinde mutlu olmanın yollarını arıyoruz. Bulan buluyor, bulamayan sefalet yokluklar içinde ölüp gidiyor.
-İşte şimdi kara, kara düşünen, içindeki çıkılması zor durumdan nasıl çıkacağının yollarını çaresizlik içinde aramakla meşgul olan, dünyasına küsmüş, ne yapacağını şaşırmış Leyla’ın ‘da başına gelenler hep bunlardan yüzden değil’ miydi?
Zamanında düşünseydi, eşine dostuna, ailesinin büyüklerinin sözlerine kulak vermiş olsaydı, geçmişte başkalarının yaşanmış kötü sonuçlarından faydalanmış olsaydı, şimdi daha mutlu bir hayatı olur, belki, kendini saran, bu hastalığa yakalanmamış bile olabilirdi.
İnsan düşünmek için yaratılmıştır, kafasındaki beyindeki akıl onlun için kendisine verilmiştir. Düşünmemek için insanın, doğuştan hasta olması, ya’ da düşünemeyecek kadar sakat biri olması lazımdır.
Leyla öyle değildi, Leyla akıllıydı, amma ne yazık’ ki Leyla aklını kullanmasını akıl edemeyenlerin sınıfındaydı.
Kendini içinde bulunduğu şeytani duygulara koy veren, başına gelecekleri düşünmeyen, başkalarının kendi gibi saf, kendi gibi doğru söylediğini sanan inanan biriydi. Onun bu inançları düşürmüştü içinde bulunduğu kötü durumuna halk arasında ne derler böyleleri için bilirsiniz.“Kendi düşen ağlamaz”
Gerçek ağlayacak olan o değildi oysam, olacak olan o değil, hiçbir şeyden habersiz, onun zavallı biricik oğlu idi.
Her gün babası için ağlıyor, babası bildiği Leyla’n boşandığı adamı soruyordu. İnsanın içini yakıyor yüreğini dağlıyordu. Onun boncuk gibi gözlerinden yaşlar dökülen ağlayışları, evin kapısında bekleyip, babam gelecek diye kapının açılacağı zamanı beklerken görmeliydi insan, onun yaşadığı dramı görmeliydi.
Kimin hakkı vardı. Böyle bir günahsıza yetime, acılar içinde bir hayat yaşatmaya, buna kader denemezdi, dense, dense başkalarını günahını omuzlarında taşımak denirdi.
Bu yarın büyüdüğünde onlardan hesap sorsa yanlış mı olurdu hayır doğrusunu yapmış olurdu. Çünkü haklıydı hiçbir mazereti olamazdı, kendisini düşünmeye insanların ana babaların olamazdı.
Elbette anlaşamayan evlendikten sonra, boşanan evlilikler olacaktı. Fakat boşanırken ortada bir veya birkaç çocuk varsa veya böyle bir ihtimal varsa, bunu yaparken bir değil, bin defa düşünmeleri gerekirdi insanların, bin defa düşünmeleri gerekirdi.
Kaçmak yaşananları anlık zevklermiş gibi, yok sayıp elinin tersi ile itip atmak doğru bir yaklaşım olamazdı, ya bunları yaşarken daha önce düşünecektin, ya’ da hiç yere kendinin zevkinin uğruna ateşe atmayacaktın.
Olan olmuş yapılan hatalar yapılmış hataların adına kader denip olaylar kendi mecrasında kapılmış sürüklenip giderken, olayların ortasında olan Leyla, yanındaki oğlu ile arayışlar içinde ne yapacağını ararken, son çare olarak gördüğü gittiği annesinin yanında bulmuştu kendisini, onun himmeti davranışı onun için son çareydi.
Annesinin yanına vardığında ceza evinden çıkan abileri de vardı, onlar sorunlar yumağı içindeki hasta çaresiz kardeşlerini sorguya çekmeye başlamışlardı.
Geçmişteki olan olayları araştırıyorlar, hastalık kardeşleri olan Leyla kızın kendine yetmiyormuş gibi, bir de bunların sorduğu cevapsız zor sorularının ağırlığı üstüne çökmüş tüm ağırlığı üzerinde olarak hissediyor, kalkılmaz bir yükün altında kendisinin ezilmeye boğulmaya başladığını sanıyordu.
-Bağırdı.
-Yeter, yeter öldürün kurtulayım
Diyordu onları susturmaya çalışıyordu, üzerine ordu gibi gelen abilerinin, kendisine yönettikleri onlara cevap veremeyeceği sıkıldığı sorulardan bıkmıştı.
Bunlar kavga içinde yaşanırken, üç yaşında yürümeye başlamış konuşabilen her şeyi artık anlayabilen küçük çocuk etkileniyor, zorluk içinde onlarla kavgadan bıkmış, annesinin dayıları aile arasındaki kavgaları sırasında annesinin eteklerine yapışmış sarılıyordu.
-Gidelim anne, ne olur artık evimize gidelim, ben burada kalmak istemiyorum.
Diyordu.
“Tamam, oğlum, tamam gideceğiz diyerek susturmaya çalışmıştı oğlunu Leyla amma, oğlu onun eteklerinden kapıya doğru çekmeye çalışıyor bir türlü bırakmak istemiyordu.”
Annesi Fadime teyze ne diyeceğini bilemiyordu, bir tarafta kızı bir tarafta oğulları ve bir de çok sevdiği torunu vardı orta yerde onları düşünüyordu.
-Bir ara araya gidi oğlanlarına döndü bağırdı.
“Yeterin artık birbirlerinize girdiğiniz, daha dün çıktınız yattığınız mahpushaneden siz kazık kadar adamlar hiç’ mi akıllanmadınız siz bu bacak kadar çocuğunu korktuğunu görmüyor’ musunuz diyor onları azarlıyordu.”
Aile içindeki birkaç gün süren tartışmalarda sonra, ortalık sakinleşmiş Hanife teyzenin oğulları Hasan ve Hüseyin dışarıya çıkmışlar biri köyüne diğeri kahveye gittiği bir günde Leyla annesi Hanife teyzeyi bir kenara çekmiş, sakin, sakin onunla konuşmaya çalışıyordu. Geleceğini başına gelenleri anlatıyordu, hasta olduğunu çocuğunun artık kendisine bırakması kendinin büyütmesini istiyordu.
“Hanife teyze oldukça üzgün, kızının başına gelen hastalıktan şaşkın gözyaşlarını tutamadı ağlamaya başladı.”
-Sonra!
-Hiç mi çaresi yok bunun kızım, bak sen de bir sağlık görevlisi olarak çalışıyorsun, çalıştığın yerlerde sana yardım edecek seni iyileştirecek, hiç mi doktor kalmadı kızım diyor, ah yavrum ah benim kadersiz yavrum diyerek, dizlerine vurup tükürüğü boğazında düğümlene, düğümlene dövünmeye başlamıştı.
Leyla onu zor da olsa onu teskin etmeye çalışıyor, boynuna sarılıyor başına gelenin kendisinin bir kaderi olduğunu bundan kaçışının olmadığını, belki biraz moralle, biraz da kendini iyi etmeye çalışan doktorların başarılı çalışmalarıyla, iyileşebileceğini hala içinde bir umut olduğunu anlatıyordu.
Aralarındaki konuşmalardan habersiz olan, Leyla’n abilerinin bu konuda ne düşündükleri belirsiz olduğundan, Leyla konuştuğu annesine, bu konuştuklarını abileri ile tatlılık içinde, çocuğun önünde bağırmadan çağırmadan söylemelerini istedi.
Oğlunu kendisine bırakıp gittikten sonra, çocuğuna annesinin devletin verdiği bir görevle, yurt dışına gittiğini anlatmalarını, başına gelenden oğlu, en az beş on, sene geçinceye kadar, en azından aklı her şeye büyüyüp erinceye kadar, hiçbir şeyden olan bitenlerden bahsetmemelerini söyledi.
Söyledi amma onun yaşlı annesinin, iki gözü bir çeşme olmuş gözyaşları yüzlerinden süzülüp, sel gibi akıp gidiyordu.
Bunu nasıl kabul edeceklerdi, biricik oğlunun ağlamalarına nasıl dayanacaklardı nasıl onu ikna edeceklerdi belirsiz, meydana gelen sessizlik içinde düşünmeye başlamışlardı.
Oluktan akar gibi yaş akıyordu gözlerden, Bereket onlar bunu konuşup ağlarlarken çocuk dışarındaki portakal ağaçları dolu bahçede hiçbir şeyden habersiz oyun oynuyordu.
Aradan bir hafta geçmiş zaman artık daralmaya başlamıştı. Leyla’n ağrıları çoğalmış dayanılması zorken o kimseye belli etmeden dayanmaya çalışıyordu.
Hele Leyla’n abilerinin, başına gelenleri kendisinden duymak istemiyordu. Söylemiş olsa, bir’ de onların anlayışsız, düşüncesiz kaba halleri, geçmişe dönük bitmez tükenmez suçlamaları, onu daha da çok hasta eder, ölümü için önündeki zamanı kısaltabilirdi.
Bunları annesi ve Leyla evde karşılıklı konuşup düşünürken güneş portakal bahçelerinin içinde kaybolmuş akşam yaklaşmış, artık tam güneş ufkundan batmak üzereyken küçük abisi Hüseyin, her gün gittiği mahalle kahvesinden çıkmış evin eve gelmişti.
Gözyaşlarını göstermek ağladıklarını belli etmek istemeyen anne ve Leyla gözyaşlarını sildikten sonra Leyla dışarıya oğlunun yanına çıktı bahçede portakal limon ağaçlarının kokuları içinde, beraber oyun oynamaya başlamışlardı.
Anneler dirençli olurdu, oğulları kızları torunları için her acıya ömür boyu katlanır güçlü olmak mecburiyetinde onların zor zamanlarında ellerinden tutmak mecburiyetinde olan kişilerdi.
Şimdi kızının başına böyle bir şey gelmişse, elbette onun da yapacağı bazı şeyler vardı. Zaman ona suçlu da olsa kızına, destek olmak, çaresine çare olmak sırtındaki taşınması zor yükünü sırtından alıp hafifletmek zamanıydı.
Konuşmam gerektir onu ikna etmem gerektir diyordu, yaşlı Hanife teyze yanındaki beraber yaşadığı bekâr oğlu Hüseyin için. Bir taraftan’ da kendinin yaşlılığını düşünüyor ya ben ölürsem torunu için, bu çocuk ne olacak diyerek hayıflanıyordu.
Yalan’ da değildi hani, küçücük bir sabinin, laftan sözden anlamaz küçücük bir yetimin, sorumluluğu onun için oldukça çok zor bir işti.
Hep bunu düşünüyor nasıl ne yapsam diyordu içinden evin içinde oradan oraya dolaşırken. Ne yapsa evin içinde aklı fikri hep bundayken yapıyor kendince bir çıkış yolu arıyordu. Bir ara kendi kendine söylenmeye başladı.
“Bir çocuğu götürüp esirgeme yurduna’ mı yerleştirsek acaba diyordu. Hep bunu düşündü, uzun zaman, çünkü ortadaki mevzu bahis olan çocuk, kendi öz torununu idi ve bu çocuğu güvenmediği oğullarının, elerine bırakmak istemiyordu.
Doğruydu. Ölümün kendine ne zaman nasıl geleceği belli değildi. Hasta olmasa bile, artık onun acılardan hayatın çilelerinden yaşlanmış kalbi, artık onun yükünü çekmekte zorlanıyordu.
Böyle bir durumu beş çocuklu ne büyük oğlu Hasan ne de henüz evli olmayan küçük oğlu Hüseyin kabul edebilirdi. Hele Hasan hiç kabul etmezdi amma, Hüseyin’ in kabul etmesi de evleneceği kıza bağlıydı. Belki halden anlayan bir akraba kızı ya da dost kızı bulup onunla evlendirebilirsem o da belki diye düşünüyordu.
Bir ara karşısına oğlunu aldı, ona tanıdığı birkaç genç kızın adını söyleyip, bunlardan biriyle evlenmesini istedi.
Yaşı geçmeye başlamıştı Hüseyin’ n gençliğinde başına gelen beklenmedik olaylar, sonra babalarının onun genç yaşında iken ölmesi sonucu, onun zamanında evlenmesine mani olmuştu.
Ellerinde babadan kalmış birkaç bahçenin geliri onları aç ve açıkta bırakmazdı, portakal bahçelerinin geliri onlara yetiyordu. Saten günlük yiyecekleri sebze meyve gibi olanlarda kendi bahçelerinde yeti kadar bulunur sebze yetiştirdikleri, naylondan eğmeleri bunlara yeter ve artardı.
“Oğlunun evde olmadığı bir günde, Leyla annesi, Fadime teyzeye tekrar annesinin konuştukları bu konu için ne düşündüğünü sordu”
-Ne düşündün anne bana doğru dürüst bir cevap vermedin
-Dedi.
“Annesi son günlerini yaşayan kızının çökmüş yorgun ve susuz gözlerine baktı iç çekerek ona düşündüklerini anlatmaya başladı.”
Ne diyeyim yavrum sokağa atacak değiliz ya bakacağız elbette amma ben öldükten sonra ne olur ben en çok onu düşündüm sabinin ortada kalmasını abilerinin elinde büyümesini istemiyorum diyerek acaba bir yetiştirme yurduna mı versek derken Leyla kendisi ile konuşan, Annesinin lafını kesti.
-Demek sen de istemiyorsun ha!
-ben senden ümit bekleyip öyle gelmiştim, yoksa ben de bilirdim oğlumu bir çocuk bakım evine yerleştirmeyi demeye başladı.
“bir sessizlik oldu birden, kısa süren bir sessizliğin arkasından yine Leyla konuşuyordu.
Ben bunu senden hiç beklemezdim, oysa senin torunun, seni nasıl seviyor, anneannem diye nasıl sarılıyor senin boynuna görmedin mi hiç derken, Leyla yeniden ağlamaya başlamıştı.
Ben de onu çok seviyorum, amma gördün ben’de yaşlandım diyecek oldu, bunu diyemeden olduğu yerde yığılıp kaldı.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm -22-
Leyla annesini öldü sanarak eli ayağı birbirine dolaşmış halde ne yapacağını şaşırmıştı bahçeye çıktı ve bağırarak komşulardan yardım istedi. Yardım isterken yaptıklarına pişman olmuş bir taraftan da ağlıyor, komşularından gelecek yardımın bir an önce gelmesi için çırpınıyordu.
Olay abilerinin evde olmadığı bir zamanda geldiğinden komşularını yardıma çağırmaktan başka bir çare düşünemiyordu.
Evlerinde telefon yok, onu doktora ya da hastaneye taşıyacak bir araba yok içindeki çaresizliğin acısı ile bir içeri bir dışarı gidip, gidip geliyordu.
Neyse’ ki, komşularından biri onun çığlıklarını duyabilmiş, yan bahçelerin arasından koşarak yardımlarına gelmişti. Annesi hala yerde baygın yatıyor kendisi de bir sağlık görevlisi olduğu halde hiçbir şey yapamıyor korkunun en acılarından birini tadıyordu.
Komşunun taşıt olarak kullandıkları bir motorları vardı, araba olmadığı için hastayı hastaneye taşıyamıyorlardı. Taşımaya kalksalar’ da en yakın hastane üç, beş saatlik uzaktaydı. İlçede hastane yoktu bir adet hekim hükümet doktoru olarak çalışıyordu’ ki onunda şu anda nerede olduğu yerinde olup olmadığı belli değildi.
Yine’ de şanslarını denemek için yardımına koşan yan bahçedeki komşusu motoruna bindi çalıştırdı ve bu doktoru bulmaya gitti.
Hükümet konağına çabucak varmıştı etrafına şöyle bir göz gezdirdi, Hükümet doktorunun küçük kırmızı wolswogen marka arabası hükümet konağının önünde duruyordu.
Koşar adım konağın merdivenlerinden çıktı ve doktorun odasından kan ter içinde girerek heyecan içinde olanları anlattı ondan yardım istedi.
Doktor meşin çantasına bir şeyler doldurduktan sonra, aşağı inerek arabasına bindi büyük bir gürültü ile çalışmaya başlayan küçük arabası, önündeki motorlu adamı takip etmeye başladı.
Kısa bir süre içinde eve, hastanın yanına gelen doktor, hala yerde yatmakta olan, yaşlı Hanife teyzeye yaptığı müdahale ve muayene sonunda, korkulacak bir şey olmadığını ufak bir sarsıntı geçirmiş olduğunu söyleyerek, yanındaki meşin çantasından çıkardığı ilaçlardan da bazı ilaçlar vererek, hastanın kendine geldiğinde biraz dinlenmesinin gerektiğini söylemiş korkmamalarını istemişti.
Doktor Leyla’ yıllar öncesinden tanıyordu, onunla beraber çalışmış olduklarından ayaküstü yaptıkları sohbette birbirlerine hal hatır sorarken yanlarına gelen, Leyla’n biricik oğlu oğlan çocuğunu gördü, onun başını okşayarak adını sordu.
-Söyle bakıyım senin adın ne?
-Kader efendim.
-Kaderin güzel bahtın açık olsun evladım.
“Sonra ayakta, kendilerini doktorun yanında dimdik durmuş eski doktorunun yanında olanları ayakta izleyen Leyla, yıllar önce beraber çalıştıkları meslektaş olarak bildiği, fakat onun başından geçenlerden habersiz olanları izlerken doktoru dinliyordu.
-Allah bunu analı babalı büyütsün, zeki bir çocuk, İleride büyük bir adam olacak bu çocuk dedi. Tekrar başını okşadı.
-Leyla üzgündü.
Sağ olun efendim diyerek, konuyu uzatmadan savuşturdu. Bir zamanlar kendisi ile beraber çalıştığı doktorunun, başından geçenleri bilmesini istemiyordu. Bir an evvel onun gitmesini istiyordu.
Amma bu yaşlı göbeği burnuna değen doktorun, öyle hemen oradan çekip gidesi yoktu.
Bahçedeki masanın yanındaki sandalyelerden birine oturdu, masanın üzerinde bulunan sürahiden su doldurdu ve içti.
Sanki birilerini bekler gibiydi, ya da yıllardır görmediği nerde çalıştığını kiminle evli olup olmadığını bilmediği bir zamanlar’ ki yanında çalışan Leyla’n başından geçenleri oturup anlatmasını ister gibiydi. Çünkü doktor, aynı şehirdendi ve halkın sevip saydığı, derdine derman bulmaya çalıştıkları bir doktordu.
Oradan buradan biraz doğru biraz yanlış konuşurken, Leyla’ın bayılan annesi ayıkmış, kendine gelmişti bile. İçeriden onun boğuk hasta sesleri geliyordu.
-Kızım neredesin?
“Leyla doktoru yalınız bırakıp koşar adımlarla içeri girdi.”
“Buradayım anne buradayım, derken yerden kalkmaya çalışan annesi yeniden kızına seslendi.”
-Bana ne oldu böyle başım taş gibi olmuş çok ağrıyor, bana şuradan bir aspirin getirir’ misin?
Çabucak bir bardak su doldurdu geldi onu kendi elleri ile içirmeye çalıştı. Tekrar, tekrar başına gelenleri soruyor kızından olanları anlamaya çalıyordu, Leyla ise kaçamak cevaplar veriyor hiç bir şey olmamış gibi davranıyordu.
-Bir şey yok anneciğim, korkma bir şey yok sadece küçük bir sarsıntı geçirdin hepsi o kadar diyordu.
Bizi korkuttun derken, annesinin kollarından tutmuş oturtmaya çalışıyor koşarak, öbür odadan getirdiği sudan içiriyor masanın üzerinde duran kolonya ile elini yüzlerini ovuyordu.
Dışarıdaki doktoru gitmemiş hala otururken içeride olan biteni merak etmiş, açık kapıdan yavaşça süzülerek Hanife teyzenin yanına geldi onunla konuşmaya başladı.
-Geçmiş olsun Hanife kadın.
“Hanife teyze, yorgun gözlerini açmış, dikkatle karşısında ayakta duran doktoru süzerken, şaşkın bakışlarla onun burada ne işi var gibi bakıyordu.”
Doktor anlamıştı.
Seni bu eller iyileşti diyerek, ellerini gösterip şaka yaptı.
Leyla ve doktor birlikte gülümsediler. Sonra bir kenara Hanife teyzenin odasında oturan doktor onunla biraz daha sohbet edip konuştular birbirlerinin hal hatırını sordular ailelerinden bahsettiler dışarıdaki havanın güzelliğinden, doktor olmanın kendine verdiği yüklerden konuşup durdular.
Leyla onlar birbirleri ile iki eski dost gibi konuşurken, mutfaktan acele ile bir kahve yapmış gelmiş, ikram etmiş doktor da onu içmişti.
Başına gelenleri bir kez de doktordan dinleyen Hanife teyze doktorunun yanına geldiğine imdadına yetiştiğinden memnun sevinçli ve mutlu kalkmaya çalışıyor onu kapıdan uğurlamaya çalışıyordu.
Doktor görevini yapmış olmanın gururu içinde konuşurken yanından kapıya doğru giderken dönüş geride bırakacağı Nahife teyzeye, hastalığı konusunda sağlığı konusunda nasihatler veriyordu.
-Kendine iyi bak Hanife kadın.
“Hanife teyze doktorun kapısına kadar gelmiş olmasından onunla sohbet etmekten gururlu, onu kapıdan uğurlamaya çalışıyor doktor arabasına binerken arkasından el sallıyordu.
Güle, güle doktor hanımına benden selam söyle
Demişti.
Doktor arabasını çalıştırıp gittikten sonra, evde olan bitenden üç dört gün hiç birbirlerine bahsetmediler. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıp günlük işlerini yapmışlardı.
Leyla annesine emanet edeceği oğlu için evde kalacağı zamanı uzatmaya çalışıyor, oğlunun annesine daha çok alışmasını ona bağlanmasını onu sevmesini istiyordu. Yoksa onu bırakıp gitmesi çok zordu. Bunu annesine de söylediğinden. Annesi de olumlu karşılamış karşılıklı her ikisi de bunu sağlamaya çalışıyorlardı.
Öz çocuğunun kendisinden soğutup, anneannesini sevmesi hiçbir zaman olacak iş değildi amma, onlar bunu istemeyerek’ de olsalar yapmaya mecburdular.
Nefes ne zaman verilir ruh sahibine ne zaman teslim olacaktı, hiç belli değildi. İşte o son geldiğinde oğlunun yerinin sağlam olması gerekiyordu.
Anneannesinin ölümünden sonra, ne olurdu ne olmazdı Allah bilirdi yapacak bir şeyleri yoktu, emn azından oğlunun biraz büyümüş aklının başına gelmiş olabileceğini düşünen annenin çaresizliği hastalığını tahmininden daha öncelere çekmeye başlamıştı.
Bütün günlerini, annesi ve oğlu ile beraber geçiriyor, işte o malum kaçınılmaz gün geldiğinde, Kader ismini verdiği oğlunun kendi annesine alışmış, bir çocuk olmasını istiyordu.
Leyla küçük abisine bir yazmıştı. Abisine yazdığı mektup da bir gün oğlu büyümeden annesi ölmüş olursa, oğlunun mutlaka bir devlete ait bir yetiştirme yurduna verilerek devletin şefkatli ellerinde büyütülüp okutulması istiyordu. Bu yazdığı mektubu, başka bir zarfın içine koydu annesinin sırlarıyla dolu sandığın en bulunmaz yerine kendi elleri ile yerleştirdi.
Abilerine güveni yoktu Leyla’ın onun evlenecekleri kadına ve bu kadından muhtemelen olacak çocuklarının yanında yetim biri olarak büyümektense, oğlunun devletin şefkatli ellerinde büyümesinin daha iyi olacaktır diye düşünüyordu.
Aradan bir hayli zaman geçmiş tam istediği gibi oğlu Kader annesine sevmiş, yakınlaşmış biri olarak, vaktinin çoğunu onunla bahçelerinde çiçeklerin dibini çapalarken ya’ da yetiştirmeye çalıştığı sebzelerin suyunu gübresini vermeye çalışırken geçiriyordu.
Bazen onla birlikte, bahçelerindeki ağaçlardan, meyve portakal toplamanın, güzelliğini yaşıyordu.
Bunları yakından gören Leyla’ın, içi bir hayli rahatlamıştı. Artık gözüm arkada kalmaz diye düşünüyordu.
Tek bir düşüncesi kalmıştı, o da öldüğünde yanında olmasını istemiyordu. Öyle olursa oğlunun bundan etkileneceğini biliyor, küçük yaşında onun sarsılacağını ve bunu hayatı boyunca hiçbir zaman unutamayacağını düşünüyordu.
Ona göre onun, bir görevle yurt dışına gittiğini Amerika gibi uzak bir diyarda görev yaparken kaza ile kendisinin ölmesinin doğruluğunu ve cenazesinin bu olaydan sonra, buraya memleketine getirilip kendi memleketinde gömülmesinin doğruluğuna inanıyordu.
Gittikçe ağırlaşan hastalığından oğluna hiç hissettirmezken kendisinin çok iyi olduğunu söylüyor bütün günlerini oğlu ve annesi ile beraber geçiriyorlardı.
Evden dışarıya bile çıkmıyorlar, çarşı pazar nedir düşünmüyor bilmiyorlar üçü birlikte, bahçede evlerinde ya da bahçelerinde dolaşıp dururken onların ev ihtiyaçlarını abisi Hüseyin yerine getiriyordu.
Leyla abisi Hüseyin’e kızgındı. Bütün başına gelenlerden onu suçluyordu. Sebebinin kendi öz abisinin olduğunu düşünüyordu. Yıllar önce, çocuğunun gerçek babasını evinde vurup onu yaralamamış olsaydı, belki şimdi oğlunun gerçek babası ile evlenmiş, mutlu bir aile olarak yaşıyor olabilirdim diye düşünüyordu.
Olur’ muydu, olmaz’ mıydı bu bilinmezdi amma biraz’da gerçek payı vardı ve doğruydu. Adam öldürmek, hele kız kardeşinin sevdiği adamı öldürmeye çalışmak, bu devirde kabalık vahşilik değil’ de neydi. Namus belasına, bir aile daha kurulmadan yok olmuştu.
Bu geçip gitmiş olaydan kardeşini de vursa kardeşinin sevdiği adamı’ da oracıkta, iyileşemeyecek derece tabancasından arka, arkaya sıktığı kurşunlarla vurmuş olsaydı, budan çok daha iyiydi. Şimdi hiç değilse, adı Kader olan, küçücük çocuk bunları görmemiş hiç yaşamamış biri olacaktı.
Leyla oğlunun adını koyarken, işte bunu düşünerek Kader koymuştu. Başına gelenlere çünkü kader diyordu. Kader yapılacak bir şey yok, Kader Allah’ın kendi hakkındaki başına getirmek istediği doğmadan önceki bir yazgısı olarak düşünüyordu.
Kaderim diye hitap ederek konuştuğu oğlu, bulundukları yerde iyiden iyiye alışmış, kendini evdeki anneannesine sevdirmiş hatta bununla’ da kalmamış, dayılarına bile güler yüzle sevimliliği ile kendisini sevdirmeyi başarmıştı.
Leyla bundan mutluydu, yüreğindeki acıya boş veriyor oğlundan ayrılacağı için, artık üzülmez olmuştu.
Devamı gelecek sayıda.
Aşka ihanet romanımdan
-bölüm – 23-
Kaderime
(Anla beni)
Kaderimin meyvesi benim
Oğlum.
Can oğlum, kadersiz civan oğlum
Aşkımın meyvesi oğlum
Anla beni
Af et beni
Kaderim, çok düşündüm.
Düşünceler içinde teslim ettim seni
Aşkımın meyvesi oğlum
Anla beni.
Beni suçlama
Ben kendimi değil, seni düşündüm.
Oğul!
Aklına gelirsem ağlama
Seni çok, çok ama çok sevdim.
Aşkımın meyvesi oğlum
Anla beni.
Oğlu kaderi, annesine gönül rahatlığı ile bırakacak’ da olsa yine de, Leyla’n içinde hep bir kuşku doluydu. Öleceğine artık iyice inanmış, kendi dünyasından tamamen vaz geçmiş biri olarak, oğlunun dünyasının gelecekte nasıl olacağını düşünüyor, onun geleceğinde yanında olamamanın, acısını yüreğinde hissediyordu.
Ayrılma zamanı gelmişti. Annesi kızından ayrılmadan önce hala onun gibi düşünmüyor, kızının bir gün iyileşeceğinde umudunu kesmemiş, doktorların onu iyileştirebileceğini sanıyordu. Durmadan kızı için dua ederken ona moral vermekten çekinmiyor, kızına tedavi olması için yalvarıyordu, son gündü, kızını karşına aldı, yalvardı.
Kızım bu böyle olmaz yavrum beni dinle, istersen ben de seninle gelirim, sana gittiğin yerde yardım ederim, oğluna orada bakarım ben oğluna bakarken sen, hastanede yatar iyileşirsin olmaz’ mı yavrum
-Olmaz’ mı?
-Dedi.
“Kızı hala bunu istemiyor, itiraz ediyordu”
-Olmaz anne olmaz, oğlumun yanında ölmek istemiyorum
-Diyordu.
“ konuşmalar, ikisi arasındaki bitmek bilmez tartışmalar, aile içinde sürüp gidiyor, zaman dersen daralıyor, son aylarını belki de son günlerini yaşayan Leyla’da ağrılar çekilmez dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Sonunda Leyla pes etti, çalıştığı hastanede tedavi olmak için mutlaka uğraşacağını annesine söyleyerek, yine de onun sonuçtan emin olmadığını her duruma hazırlıklı olmasını istedi.
Bunu söyleyerek, annesini bir nebze olsun moral vermiş oluyor, onun dileğini kabul ederek rahatlatmış oluyordu.”
Annesi yine şüpheyle bakıyordu.
- Aman kızım aman ihmal etme
- Dedi.
“Tamam, anne tamam dedi Leyla.
“Leyla oğlunu sonra kendi kucağına aldı, ona sarıldı öptü, öptü sevdi. Ne olduğunu anlamayan oğlu Kader, bunu her zamanki gibi bir oyun kabul ediyor, çok sevdiği ve alışmış olduğu anneannesi ile kendi sevincini, kucakta paylaşıyordu.
Biraz sonra, bir payton karşılarındaki sokağın başında görüldü, Leyla elinde valizi ona doğru giderken, onun oğlu anneannesinin kucağından bir daha dönemeyeceğinden bilgisi yok, çeşitli bahaneler ile kandırılmış bir çocuk olarak, arkasından annesine bakıyordu.
Gelen paytona binen Leyla, bindiği paytona bağlı atların toprak yolda çıkardığı nal sesleri içinde, şehirde onu bekleyen otobüse doğru yol alırken, onun annesi gözyaşları içinde, arkasından kucağındaki oğlu ile beraber su döküyordu.
Güya anne Leyla, görevli olarak bir gün Amerika’ ya gidecekti, oğluna öyle densin, çocuğu gerçeği asla bilmesin istenmişti. Oysa o, Amerika’ya değil, oğlunun olmadığı bir yerde ölmeye gidiyordu.
Ne olacaktı Leyla, Amerika’da iken ölmüş olacaktı, sonra onun cenazesi oradan getirilmiş, yaşadıkları yerde bir aşkın son bulduğu bu yerde sevdiği adamın bilgisinden uzak, belki yıllar sonra ölmüş olduğunu öğreneceği bir yerde defin edilmiş olacaktı.
Annesi ile konuşurken, ona ısrarla bunu söylemişti, annesinden tek istediği buydu ve böyle densin böyle yapılsın demişti.
“bir insan, kendini bile, bile ölmeye nasıl götürürdü. Nasıl bir canın bedeninden çıkıp gitmesini bekleyebilirdi, anlamış değildim.
Bir zamanlar ben bir sinemada, bir filimde izlemiştim, yaşlanmış artık yemekten içmekten kesilmiş Filler, öleceklerini hissedip anlayınca, giderler gözlerden uzak kimsenin gidip uğramadığı, sakin, sessiz bir köşede, kendi ölümlerinin geleceği günü beklerlermiş’ de bunu izlerken ben nasıl etkilenmiştim.
Yaşlı fil boynu yerde, sarkık hortumunu kaldıramaz bir halde, gözlerinden boncuk gibi yaşlar dökerek gidiyordu ölmek için beklediği yere yalınız ve arkadaşsız yavaş, yavaş ailesinden yavrularından ayrılmış öleceği en son yere doğru giderken görseniz nasıl gözlerinden yaşlar döküyordu. Yüreği burkuluyordu insanın.
Ölüm kolay kabul edilen bir şey değildir, insana bir nefes kadar yakındır ölüm amma, onu kabullenmek oldukça zordur. Yaşamak ister insan, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak ister. Bilmez’ ki insanlar için, hazır bekleyen başka dünyalar vardır, oralarda hesap vermek vardır cennet vardır, cehennem vardır. Ateşler içinde yanmak, ölmeden acılarla yaşamak vardır. Hazır olmak o gidip ‘de dönülemeyen dönüşü olmayan hayatı kabullenmek lazımdır.
Zavallı insanlar, asla düşünmez bunları düşünmezler.
İnsanoğlu şu fani garipliklerle dolu dünyasını yaşarken, aklını kullanmış olsaydı, düşünseydi, acaba onlar bilerek günah işler’ miydi?
Kendi hayatını, kendi elleri ile cehenneme çevirirler’ miydi?
Bence çevirmezlerdi bu dünyanın bir sonu, bir de sonunun sonunda başka bir dünyası vardı, yaşarken hem güzellikleri yaşamak, hem sonunu düşünüp, ona göre davranmak gerekirdi.
Peki, bizler bunu yapıyor’ muyuz asla, bizler çiğ süt emmişiz yerine göre günah yerine göre sevap işleriz. Çokca’ da şeytana uyar onların dediklerini yaparız. C.Allah, bizleri dünyada kötülükler saçan Şeytanın şerrinden korusun.( Âmin )
“Leyla kadın yaşlı biri değildi amma, gençliğinde düşünmeden çok günahlar işlemiş geleceğini düşünmemiş sonunda yakalandığı devası olmayan, bulunamayan bir ölümün hastasıydı. Tıpkı ölümünü anlayan o yaşlanmış filler gibi öleceğini seziyor, bunu kendi içinde yüreğinde acılar içinde hissediyordu. Amma ne zaman ölürdü o ölüm ona ne zaman gelirdi bunu sadece bir tek Allah bilirdi. Ve Leyla bunu acılar içinde, bekleyip görecekti.
Sonu acılarla beklenmeyen şekliyle biten, gelmiş geçmiş nice birçok aşklar böyle başlardı, nice âşıklar sevdiklerine kavuşamamış olmanın sonundaki hüsranı yaşamışlardı. Bunlardan kimi derdinden ölürken, bunların çokları’ da yaşadığı aşklarının kendilerine verdiği unutulamazlığın acısı ile ölmüşlerdir.
Kara sevdanın sonunda yakalanırlar, şizofrendik hastalıklara, ya da yalınız ölünceye kadar, bir köşeye çekilmiş yaşamaya geçmişinin karanlık günlerinden, onlardır aydınlığa bir türlü çıkamadıkları girdaplı yollardan ölümü tadan, hayatta daha henüz ölmeden.
Kimse bilmez onların dertlerini, onunla beraber yaşayanlar onun geçmişine yaşantısına başına gelenlere tanıklık edenler anca bilirdir. Ya da, bazıları öğrenmiş bilir’de bilemezlikten gelirdir.
-Ahmet bunları düşünürken, kendi kendine soruyordu.
-Aklındaki kişi için, onun yaşantısı da mı öyleydi acaba?
-Dedi düşündü.
“Neden olmasın, hayatının her safhasında ben onun yanında değildim amma, yine’de pek çok olaylarında yanındaydım dedi.
Ümitsizliğe kapılmak ne acı bir şeydir, Her an ölecekmiş gibi yapayalnız beklemek, kahreder ölmekten beter ederdir insanı. Her gün yatarken, uykuya dalmadan düşündürür’ de düşünür, uykusunu kaçırır, acaba bu sabah ben uyanacak’ mıyım demek, güneşin yeniden doğup doğmayacağını uykusuz gözlerle beklemek zor gelirdir hastaya. Allah bu gibi hastalara, son nefesinde salâvat getirmek nasip etsin.
Leyla çalıştığı yere gidince, Tıpkı annesinin kendisine ısrarla söylediği gibi çalıştığı yerdeki doktorlar’ da kendisin mutlaka tedavi olmasını istiyordu, Leyla gel, Allah’tan hiçbir zaman ümit kesilmez diyerek, onu kendi çalıştığı bu hastanelerinde tedavi etmeye ikna etmeye çalışıyorlardı.
Sonunda baktı olmayacak, kendi kendine karar verdi. Bunu yaparsam, ben ne kaybederim diyen Leyla, onların isteği kabul etti ve kendi çalıştığı yerde tedavisini yaptırmaya başlandı.
Hastanesinde her gün yapılan tedavilerde, aslında doktorları’ da ümitsizdi amma, yine de, onun moral içinde son günlerini yaşamasını istiyorlar ve ailesinin onun yanında olmasını istiyorlardı.
Bunu kabul etmeyen kendini ölümün kucağına bırakmış Leyla, çok fazla geçmeden, kendisini her gün biraz daha kemiren hastalığı ağırlaşmış olduğunu hissediyor, yanına çağırttığı onun hastanedeki çalışma arkadaşları son günlerinde yanında onlarla vedalaştığı bir zamanda hastane odasında, son nefesini Allah’a teslim etmişti.
Ölmek onun için bu kadar kolaydı, kolaydı amma, ölümünden sonra arkasında kalanlar onsuz ağlayanlar öksüz yavrular ne olacaktı. Nasıl büyüyeceklerdi onlar, bunu’ da bir düşünen olmalıydı. Bunu zaman gösterecekti.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm -24-
Bir çocuk büyüyordu, anadan yoksun babadan yoksun, toz toprak pisliklerle dolu bir şehrin tozlu sokaklarında, boynunu eğmiş, acımayla bakan, acımasız gözlerin önünde.
-Kaderdi adı, Kader.
Hayat onu çocuk yaşında öksüz bırakmış acımamıştı. Onu güldürmemiş, deryalarda bilinmezlere yelken açmış gibi büyüyordu.
Geleceği karanlık, büyüdüğü kucaklar insafsız, ninniden masallardan kucaklardan sarılmalardan yoksun, oynadığı sokaklar insafsız, aşağılayan gülüp geçen insanları insafsız, bir dünyanın içinde büyüyordu bir çocuk.
İtilip kakılan bir çocuktu bu çocuk. Yoktu onu okşayacak şefkatli eller, yoktu onu bağrına basacak yürekler, bu çocuk öyle büyüyordu.
Büyüdüğü evde ona her ne kadar anne özlemini hissettirmemeye çalışsalar’ da bu çocuk annesini özlüyor, geceleri yatağında kimseye göstermeden ağlıyor, geceleri yatağında altına işeyen bir çocuk olmuştu.
Dayıları annelerinin korkusundan sever gibi görünseler’ de sevmiyor, kendi çocuklarının gözleri önünde onu dışlıyorlardı.
-Eziliyordu.
Yedi yaşına geldiğinde okula yazdırmış, ikinci sınıfına geçtiğinde onun sevdiği anneannesi, artık iyicene yaşlanmış haldeydi.
Anneanne her gün gece gündüz demeden onu düşünüyor, onun için dualar ediyor, kendi ölümünden sonra bu torunu garibe, her gün her gece ne olacağının hesaplarını yapıyordu.
Bir gün Cuma namazından sonra, kızının yattığı mezarlığa torununu sokakta başka çocuklarla oynarken bırakmış onun mezarı başında dua etmeye gitmişti.
Kızının mezarı başında oturmuş dualar ettikten sonra elindeki su dolu testisinden mezarın üstündeki çiçeklere su dökerken, değmişti omzuna torunun küçücük elleri.
Çocuk ağlıyordu, mezar taşının üzerinde annesin ismini görmüş, onun öldüğünü yıllarca kendisini yalanları ile kendisini kandıran bir de mezar başında oturmuş dua eden annesine kızgın, annesinin isminin yazıldığı mezar taşının üstüne, üstüne bakarken, gözlerinden boncuk gibi yaşlar dökülüyordu.
“Annem ölmüş dedi, ölmüş, kapanmıştı onun mezarının üstüne yığılıp kalmıştı küçücük bir çocuk toprağa sımsıkı annesinin mezarı başında sarılmış küçük yürekli bir öksüz ağladı, durmadan ağlamıştı.
Zor kaldırmıştı anneannesi onu yerinden, daha olan biteni anlayamayacak yaşında ikna etmeye çalışıyordu neden öldüğünü annesinin başına gelenleri anlatırken küçücük çocuğa bunu anlatmak hiç kolay değildi.
Mecbur kalmıştı, beklemediği bir anda gelmişti o kızının başında dua ederken onun arkasından,
Oysa onun, hafızasını yıllardır kendisine Amerika da görevde ha bu gün ya yarın gelecek diye, hep yalan hikâyelerle doldurmuşlardı.
Gerçeği dinledi kader o gün, öğleden sonra, annesinin mezarın başında anneannesinden yerinden kalkmadan, gerçekleri öğrendi çocuk yaşında ondan ve hıçkıra, hıçkıra ağladı bir iç çekerek burnumdan sümükler dökülürken ağladı.
İlk defa annesinin kendinden habersiz bırakıp gittiği bir şehirdeki hastanede neden öldüğünü, yurt dışına gitmiş olmasının hepsinin bir yalan olduğunu öğrenmişti.
Bu olayın arkasından okuldan ayrılmak istedi okula çoğu günler gitmemeye sokaklarda yatıp kalkmaya başlamıştı. Öğretmenleri çok zeki biri olan Kader için, endişeleniyor, onun okula neden gelmediğini araştırıyorlardı.
Her gün evinden kaçan, kadir evdekilerin sözlerini dinlemiyor küçücük bir çocukken geceleri bile dışarıda kalmaya başlamıştı.
“Anneannesi çaresiz bu duruma okulundaki öğretmenler ile birlik olmuş bu konuyu konuşup, çare ararlarken, onun öksüz çocukların kaldığı bir çocuk yuvasında kalmasının ve oradaki kendi gibi yatılı olan kader birliği yapabileceği anlaşabileceği çocuklarla bir olup, okumasının doğru olacağını düşünmüşlerdi.
Bu kararı alırken, kendinin de yaşlanmış son yıllarını yaşadığını düşünüyor, evdeki anlayıştan şımarık büyümüş oğullarının, yetim kalmış yeğenlerine bakmayacaklarının hesabını yapmıştı.
Evet, onlar’ da babasızdı amma, onlar akılları başında iken kaybetmişlerdi babalarını, Hatta varlık içinde şımarık birer çocuk olarak büyümüşlerdi büyürlerken.”
Oğullarının insafsız ellerine torununu teslim etmek istemeyen Yaşlanış gelecekten umudunu kesmiş Hanife teyze verdiği karla onu yetiştirme yurduna kendi elleri ile teslim etmişti.
Haftada bir torununun yanına gidiyor, yurtta onun gibi kalan diğer çocuklarla buna, evinden çarşıdan aldığı çeşitli hediyeler çeşitli meyveler alıp götürür olmuştu.
“Kader memnundu yerinden. Burada onu mahallesindeki gibi sokaklardaki dalga geçen, onunla durmadan alay eden, onun öksüzlüğünü yüzüne vuran çocuklar yoktu”
Hepsi kader arkadaşıydı.
Kısa sürede beraber kaldıkları yurdun arkadaşları arasında, zekâsı göstermiş sevilmişti. Öğretmenleri yurdun diğer çalışanları hepsi onu çok seviyordu.
O yetiştirme yurdunda iken, kaybetmişti annesinden sonra çok sevdiği anneannesi Hanife teyzeyi. Artık onu ne arayan vardı ne soran vardı. Ne’ de her hafta sonunda, kendine ve yanındaki diğer arkadaşlarına yiyecek içecek oyuncak getiren vardı.
Dayılarından evdeki küçük olan Hüseyin’ de evlenmiş, çoluk çocukları olmuş, bunu unutmuşlar kendi âlemlerinde Kader’in varlığından haberleri yokmuş gibi, ölen babadan anneden kalan malları mülkleri kendi aralarında bölüşmüşler, çocuk yuvasında büyüyen Kader’i çoktan unutmuşlar, böyle biri yok saymışlar zevk sefa içinde onsuz yaşıyorlardı.
Aileye Verasetten kalan mal mülk para varsa onu almak kullanmak helal diyen kardeşler ölen bir kız kardeşlerinin ve onun bir çocuğunun olduğunu unutmuşlar kendilerini gönül rahatlığı içinde görmüş bulmuş gibi, düşüncesizce yaşıyorlardı.
Onun ölümünü öğrenmiş olmanın üzüntüsü, içinde bir kez daha yanmış kavrulmuştu Kader’in yüreği. Herkes bahçeye çıktığında güler oynarken bu, bir köşeye çekip iç çekerek ağlayan biri olmuştu.
Kendini durumunu bilmeyen, arkadaşları arasında dışlanmış biri gibi hissetmeye başlamıştı.
“ Yurttaki öğretmenleri ona, ölmenin ne olduğunu bir gün her canlının mutlaka öleceğini, başka bir dünyanın olduğunu ona cenneti cehennemi öğretip, yardım ediyor onu, ölenlerin geri gelemeyecek olan sevdiği kişilerin gölgesinde yaşamaya alıştırmaya çalışıyorlardı.”
Kader ortaokul derken arkasından liseyi yurtta kaldığı yıllarda bitirmiş üniversite imtihanlarına hazırlanıyordu. Bir taraftan da şehirde, gitmek istediği üniversite için, çalışarak para kazanmanın yollarını arıyordu.
Bağlarda bahçelerde günlükçü olarak çalışıyor, kazandığı paraları varlık bolluk içinde yaşayan dayılarından habersiz, kendinin gitmek istediği okulu için biriktiriyordu.
Son bahar mevsimi gelmiş, tarlarda bahçelerdeki sebzelerin meyvelerin hasat edildiği bir zamandı.
Bunu tanıyan işçi başı, topladığı çevreden köylerden bulabildiği işçiler içinde, bunu elma bahçesinden elma toplamaya götürmüştü.
Bahçenin büyük olduğunu söylüyor, kış gelmeden elmaların dalından toplanması gerektiğini bahçedeki elmaları sahibinden dalında toptan alan tüccarın, bahçede çalışan işçilere, iyi yevmiye vereceğini anlatıyordu. Kader elma toplamaya gitmeyi kabul etmiş, bir hafta on gün artık bu toplama işi ne kadar sürerse, bu işten ne kadar para kazanacağının hesabını yapıyordu.
Kazanacağım para benim için, üniversiteye giriş masraflarıma bana yeter diyordu. Girdikten sonra gece çalışır gündüz okurum nasıl olsa diye düşünerek, geleceği düşünmek istemiyordu.
Her gün diğer işçilerle birlikte gittiği elma bahçesindeki elma toplama işinden bir hayli para biriktirmiş seviniyordu. Amma yine de bu para ona yetmeyebilirdi.
Düşünemediği ek masraflar çıkabilirdi.
Daha çok çalışmalıydı daha çok para kazanmalıydı’ ki önünde engel çıkmasın, cebinde kimseye muhtaç olmayacak parası olsun bu da daha çok çalışmakla mümkündü.
Bir gün bir başka iş çıktı karşısına, bu defa portakal toplama işi çıkmıştı bahçelerden portakallar toplanacak, portakallar onun işçi çavuşundan başka, kim olduğunu bilmediği ithalat ihracatla uğraşan, tüccarlara teslim edilecekti.
Portakallar ağaçlara yaslanan merdivenlere çıkılarak, sepetlere teker, teker makaslarla kesiliyor, sonra yerlerdeki kasalara dolduruluyordu ara da bir kime ait olduğunu bilmediği kamyonlar geliyor toplanan portakal kasalarını, kamyonlara kamyonlarda gelen diğer işçiler vasıtası ile yükletip götürüyorlardı.
İş bitmiş artık sıra, toplama işinde çalışan günlükçü işçilerin, yevmi yelerinin ödenmesine gelmişti.
Altında bir ticari araba içinde zayıf sıska bir adamla bahçeye geldi. Bahçe sahibinin kendi evinden getirip, bir kenara koyduğu masanın başında sandalyeye oturdu.
Elindeki çantası para doluydu, yanında bir defter kalem onlara para verdiği kişilerin ismini yazarken diğer taraftan’ da yanında gelen yardımcısı ile para dağıtıyordu.
Tam buna sıra geleceği zaman siyah uzun bir araba göründü bahçedeki yolun başında, geldi para dağıtılan masanın yanında durdu ve takım elbiseli şişman biri indi içinden para dağıtan adamlarla konuşmaya çalışırken onlar el pençe olmuş, gelen adamın yanında ayaklarında duruyordu. Bir fısıltı dolaştı işçilerin içinde onlar konuşurlarken, herkes bilir bilmez bir şeyler diyordu.
Patron geldi, patron diyorlar başka bir şey demiyorlardı.
Kader bahçeye siyah arabası içinde geleni tanımıştı. Bu patron dedikleri adam, kendisinin küçüklüğünde annesinin evinde tanıdığı yüzünü yurda yerleştikten sonra, bir daha hiç göremediği görmediği annesinin abisi olan bir zamanlar’ ki annesinin sevdiği gerçek basını yaralayan, ceza evinde bir müddet adam yaralamaktan yattıktan sonra çıkan, annesinin dediğine göre anne evindeki dayısı olduğunu bildiği kendini sevmeyen adamdı.
Kader gençti gururluydu, kimseye muhtaç olmadan yaşamak isteyen biriydi önce biraz düşündü sonra geri çekildi kendisine verilecek paraları almak istemişti amma paraya ihtiyacı olduğundan para dağıtılan masaya yaklaştı sorulan sorgu üzerine adını soyadını söylerken patron ona baktı.
Tanıyordu aslında tanıyordu amma yıllar geçmişti görmeyeli aradan onu büyümüş üniversiteye gitme çağına gelmiş, karşısında kendi soylarından yakışıklı kendine benzeyen biri olarak gördüğünden onun yanına yaklaştı sordu.
Senin adın ne?
“Önce ona cevap vermek istemedi, fakat patron ısrar edince, Kader adını ona söylemek mecburiyetinde kalmıştı.”
Kader dedi.
Arkasından onun hangi köyden, nereden geldiğini kendisinin kimlerden olduğunu, arka arkaya sormaya başladı.
Her defasında karşısındaki işçilerin patron dedikleri para dağıtanların karşısında esas duruşta durdukları adama, cevap vermekten kaçınan Kader kekeliyor adamın karşısında ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
Diren oğlum, biraz daha diren diyordu kendi kendine. Kanadı kırık bir kuş gibi, hissediyordu kendini ona doğruyu söylemekten, doğru cevap vermekten çekiniyordu.
Patrondu bu adam, oradaki köylüsü kentlisi kadını kızı kızanı onun karşısında el açmış gibi çevresini sarmışlar, sessizce onun ağzından çıkacak bir tek söze bakıp duruyorlardı. Kader kendi kendine içinden konuşuyordu.
“Vay be, meğer patron olmak ne güzelmiş diyordu etrafındaki el pençe durmuş diğerlerine bakarken. Doğru dürüst okul okumamış yarım yamalak öğrendiği okuma yazma ile zengin olmuş insanların başına patron olmuş ne güzel iş diyordu.”
Sonra okumak için kendinin çırpındığını düşündü ve bir ona baktı, bir okumak için çırpınan duran okul masraflarını el emeği göz nuru ile çıkarmaya çalışan kendine baktı.
Dayısı onun orada işçi olarak çalıştığını onun kendi öz yeğeni olduğunu öğrenmiş olduğundan kendinden utanmıştı amma içinden gelerek mi utanıyordu, yoksa onu orada görüp de acıdığından mı utanıyordu bu bilinmeyecek bunu zaman gösterecekti.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm – 25 –
Kader annesinin kardeşler arasında yok sayıp onu kadın olduğu için dışlayıp miras paylaşımında, mal hakkını erkek kardeşler olarak paylaşıp kendi servetlerine kattıkları ve yetiştirme yurdunda büyüyen kendisini düşünmedikleri için kızgındı.
Onun okumak dayılarından öç almak annesinin hakkını savunmak için okuma isteği artmış avukat olmak hem kendi hakkını savunmak hem de kendi gibi haksızlığa uğrayan mağdurların haklarını savunmak için adeta can atıyordu.
Hüseyin dayısı ertesi gün gelmiş kendini bulmuş onu zorla büro olarak kullandığı binaya götürerek, odasındaki koltuğa oturttu onunla konuşmaya başladı.
Dayısı annesinden kalan mallara yeni mallar katmış zengin biri olmuş devasa bir binan içinde çalışan yüzlerce kişinin patronu olarak çalışıyordu.
Bahçelerden topladığı meyve sebze ne bulursa bunları toplatıp, kendi paketleme fabrikasında ihracata hazır hale getirdikten sonra bunları ihraç ediyor parasına paralar katıyordu.
Yanına getirdiği ölen kız kardeşinden kalma yetimhanede büyüyen yeğenine, ihtiyaçlarını soruyor, içecekler getirtiyor hatta fabrikasında, iş yerinde çalışması için kendine işler teklif ediyordu.
Kader onun tekliflerini kabul etmemekte direniyor kendi kafasındaki aklına koyduğu okulu, kendi imkânları ile okuyup avukat olmak istiyordu. Bunu düşündüğünden, dayısının kendisine olan tekliflerini geriye çevirerek, içinden gelmeyen sırf mecbur kaldığı için söylediği sade kuru bir teşekkürle yerinden kalktı odasından çıktı.
Artık çalıştığı yerlerde ona ait olan bahçelerde iş yerlerinde çalışmıyor, kendisine başka patronlara ait olduğunu sorup öğrendiğini bildiğini işlerde, devam ederek yeterince para kazanmış olarak üniversite imtihanlarına girmiş sonuçta kendi istediği gibi, iyi bir üniversitenin hukuk bölümünü kazanmıştı.
Burayı istemiş olmasının bir nedeni’ de, burada okurken hem çalışmak harçlığını çıkartmak, hem de okumak olarak düşündüğü için daha çok bu bölümü istemişti.
Gitti kaydoldu okumaya başladı kendi gibi birkaç arkadaşı ile ev tutmuş orada kalıyorlar yemeklerini kendileri yapıyorlar bazen okulda bazen çarşıda pazarda buldukları çeşitli işlerde çalışarak kazandıkları paralarla okuyup duruyorlardı.
Ne iş olursa yapıyorlardı, geceleri kafeteryalarda garsonluk hatta bulaşık yıkamak gibi işlerde, gündüzleri dersen okulda, okul hayatları bu şekilde devam edip gidiyordu.
Talebeler arasında siyasetin başladığı, sokak kavgalarının, sağ, sol çatışmalarının kesintisiz yaşandığı bir zamandaydı, onun tahsil yaptığı okumaya çalıştığı zamanlar. Öyle bir zamana denk gelmişti.
Neredeyse gün geçmeden her gün, her gece, talebe yurtları bilinen talebe evleri basılıyordu.
“Kader severek gittiği okulunda böyle bir acımasız ortamda bulmuştu kendini”
Kader okuduğu hukuk okulunda, taraflı olmaya kendini mecbur hissetmiş, olaylarda kendince zarar görmemek için taraf olarak, sağcıların olduğu tarafı seçmişti.
Okulunun sekteye uğramasını istemiyordu, çünkü en çok onlar kalabalıktı ve en çok onlardan mezun çıkıyordu.
Solcu öğrenciler, okuldan ya ayrılıp evlerine ailelerine dönüyorlardı, ya’ da onların çoğu işledikleri gösteri suçları yüzünden, ceza evlerine düşüyorlardı.
Aynı durum okullardaki sağcı öğrenciler için’ de geçerliydi amma solcu öğrenciler için, bu gerçekler daha fazlaydı.
Kaderin bulunduğu sağcı gurup, günlerden bir gün içinde solcu öğrencilerin yaşadığı bir yurdu, basma kararı almış mecbur kaldığı için gurup içinde bu eylemde o’ da bulunmuştu.
Talebeler arasında karşılıklı çıkan bu bıçaklı sopalı acımasız kavgadan, kurtulmak isterken, mecburiyet karşısında bir talebenin bıçak darbesi ile yaralanmasına sebep olmuştu.
İhbar üzerine polisler gelmiş kavgaların yaşandığı yurt binasına baskın yapmışlardı. Polisler bu baskında, olaylara karışan Kader’in ellerini kelepçelemiş karakola çekmişlerdi.
Sonra’ da adam yaralamaktan, mahkemeye sevk edilip, zanlı olarak cezaevine kondu. Aslında Kader suçlu değildi amma arkadaşlarından biri suçu onun üzerine atmış olduğundan mecburen suç onun üzerinde kalmış ondan hapse girmişti.
Zanlı olarak çıkarıldığı mahkemelerde, her defasında işlenmiş bu suçlar kendi üzerinde kalıyor, suçsuz olduğunu duruşmadaki hâkimleri bir türlü ikna edemiyordu.
Üç beş ay ceza evinde yattıktan sonra, girdiği mahkemedeki duruşmada, delil yetersizliğinden çıkmıştı amma, ceza evinde yatmak onu çok yıpratmıştı.
Ceza evinde yatarken kendi dava arkadaşlarından çok, bu olayda solcuların avukatlığına soyunan, bir siyaset adamını suçlamıştı.
Çünkü bu siyaset adamı, onun bir suçlu öğrenci olduğunu söylüyor, solcu öğrencilere yapılan bu baskında bıçağı onun çekip solcu bir öğrenciyi yaraladığına dışarıda görüştüğü duruşmayı yapan hâkimleri ikna etmişti.
Öyle olmasa bile Kader böyle düşünüyor, ceza evinden çıktıktan sonra bu kişiden fırsatını bulduğu bir zamanda öç almanın yollarını arar olmuştu.
Onun kendi düşüncesine göre solcu öğrenciler kavga sırasındaki garkaşa arasında kendi arkadaşlarını yaralamıştı.
Kader adam yaralama suçundan mahkûm olduğu ceza evinden çıktıktan sonra, tekrar eski ev arkadaşlarının yanına yerleşmiş, okula gidemediği günlerdeki geri kalmış olduğu derslerden geçebilmek için, çalışmaya başlamıştı.
Fakat haksız yere ceza evinde yatmak, ona çok ağır gelmişti, hele idamlıkların katillerin, kendisi horlayan bakışları içinde yatmak ona büyük bir ders olmuştu.
İçi kendini ceza evinde yatıranlara olan kendini suçlayan insana karşı kin ve düşmanlıkla dopdoluydu. Kader değişmiş bambaşka biri olup çıkmıştı. Öfkeliydi, kinliydi, bakışları ölüm kusar gibiydi.
Olaylara karıştığı ve ceza evinde yattığı için kendisine kredi yurtlar kurumunca verilen krediler de kesilmiş olduğundan artık okulu geç bitirmek uğruna, para kazanmak için, şehirdeki bulabildiği işlerde daha çok çalışmasının gerektiğini düşünüyor, iş olarak ne bulursa yapıyor, çoğu zaman kalabalık köşelerde ayakkabı boyacılığı yaparak günlük masraflarını çıkarmaya çalışıyordu.
Bir ara okulunu bırakmayı, dayısının kendine yapılan tekliflerini kabul edip, onun yanında çalışmayı bile düşündü. Fakat Kader bunu gururuna yediremedi.
Kimseye el açmak istemiyor, Kader çalışıp kazanıp kendi yağı ile kavrulup okumak istiyordu. Onun için sokaklarda ne ayakkabı boyacılığı yapmak, ne de bir lokantada garsonluk ve bulaşıkçılık yapıp kap kacak yıkamak, gururunu incitmeyen işlerdi.
Öksüz ve yetim büyümüş, onun bunun yurda verilen yardımları ile büyümüş biri olarak, şimdi büyük bir adam olabilme yolunda, hayalleri peşinde koşan kendisi için, bunlar sadece ona olsa, olsa bir hayat dersi olabilirdi.
İstiyordu avukat olmayı, istiyordu mahkeme kapılarına düşmüş mazlumların suçsuzların hakkını savunmayı istiyordu. Yaşadığı geçmişi içinde zaman, zaman hissettiği, yaralı bir yüreğin acısını unutmamıştı.
Hiçbir zaman haksızın suçlunun yanında değil, mağdur olmuş haklının hakkını savunmak istiyordu. Onun için hayatta zengin olmak, çok paralar kazanmak, onun en son düşündüğü bir şeydi.
Yardım sever biri olacaktı, garibin hayatındaki ezilmişin fakirin fukaranın ellerinden tutacaktı. Böyle olmak istiyordu. En çok da kendi memleketinde çalışmak, memleketinin halkına hizmet etmek onun en çok istediği şeylerdendi.
Zaman ne getir ne götürür bilinmezdi amma, onun için ne politika ne siyaset yapmak, ne de insanlar arasında dil, ırk, din, mezhep siyaset ayrılığı gözetmek onun düşünceleri içinde yoktu.
Bu düşünceler içinde yokluğu yendi ve okuduğu okuldan iyi bir derece ile mezun olmayı başarmış hayata atılmaya hazırdı.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm – 26 –
Mezun olmak yetmezdi, önünde yapması gereken daha nice yorucu işler aşması gereken engeller vardı. Bir de önünde içindeki kuşkuları giderebilecek, onu gerçek babasına götürecek bulup bulamayacağını bilemediği uzun bir süreç vardı. Bir ikincisi’ de, neden annesinin, kendisine ölmeden önce yalan söylediği, sırlarını kendiyle birlikte mezara götürdüğünün sorularına yanıt bulmak vardı.
Kafasını karıştıran bu duygularla başlamıştı mesleğe ilk olarak annesin mallarının mülklerinin, annesini ve kendisini düşünmeden paylaşan dayılarından başlamak istiyordu. Öce onları verdi mahkemeye çok geçmeden kazandı ve kaybettiği malları geriye alarak gitti babadan kalma bahçeli evin içine oturdu.
Çünkü dayılarının, bu eve bu bahçeye ihtiyaçları kalmamıştı bu yüzden birazda dayılarının oluru ile kabul edip annesinin doğup büyüdüğü bahçeli eve yerleşmişti. Onun da istediği saten fazla bir şey değildi oturacak bir ev, iş yapacağı yaşadığı bu şehirde, biraz bağ bahçe onun için yeter de artardı bile bu yüzden anlaşmalı olarak, davayı kazanmış baba evine geçmiş oturmuştu.
Yaşadığı kente, kısa sürede ün yapmış tanınan aranan bir avukat olmuştu. Özellikle haksızlığa uğrayan mazlumun, yanında olduğu için fazla bir ücret istemediği için, çevrede avukat olarak arananların en başında o geliyordu.
Bir akşam yorgun düşmüş evde uzanmış yalnızlığını kaldığı ev ile paylaşırken, geçmişten hatıra kalan kimsenin götürmeye bile ihtiyaç duymadığı bir kenarda kendi haline duran ahşap sandığı gördü.
Merak etmişti sandığın içinde olanları kalktı kilidi bulunmayan sandığın kilitli kısmını kırdı ve açtı içine baktı.
İçinde bir sürü anneannesinden ve kendi annesinden kaldığını düşündüğü elbiseler, işleme tülbentler ve daha pek çok bunun gibi atılmamış yerinde koklamayı bekleyen veya bir ihtiyacı olana verilmeyi bekleyen çamaşır türleri vardı.
Karıştırdı kokladı, annesinin kokusunu duyar gibi kokladı sonundan bu kokladığı elbiselerin altında bir zarfı gördü heyecanla o zarfı açtı içindeki mektubu gördü ve mektup’ta yazılanları hızlı, hızlı nefes almadan okumaya başladı.
Mektup kendisine yazılmıştı. Tarihine baktı, tarihinde annesinin ölümünden, birkaç ay önce yazıldığını anladı.
Annesi mektubunda, zamanın birinde babasını sevdiğini onunla tam evlenecekken, dayısın onu öldürmeye kalktığını anlatıyordu.
Sonra bu yüzden’ de, babasının kendisi daha doğmadan, terk ettiğini, gidip başka biriyle evlendiğini öğrendiğini duyunca, kendinin mecburen başka bir erkekle, sevmediği halde evlenmek zorunda kaldığını anlatıyor, fakat babasını başkası ile evlenmesine rağmen, unutamadığından bahsediyor, sonra bir’de anlaşmazlıklar olunca, ondan boşanıp kendisi ile yaşamayı tercih ettiğini yazıyordu.
Ayrıca kendisini çok sevdiğini, ölümünde gerçeği kendisinden bilerek sakladığını, bu mektubu okuyunca büyümüş olabileceğinden bahsedip kendisinden yaşananlar için af diliyordu.
Kader, talihsiz kaderine bir kez daha kahretmişti, gerçek sandığı annesinin boşadığı babasının, gerçek babası olmadığını öğrenmiş, onu nerede ve bulabileceğini düşünmeye başlamıştı.
Bir avukat olarak her yerden sorup araştırabilirdi ama ilk önce kimden başlayacağım diye düşünürken servetine servet katmış babası yaralayan onu öldürmeye çalışan Hüseyin dayısı aklına geldi.
Bir gün onun yanına boş bir vaktinde gidip, geçmişte olan bitenleri ondan öğrenmeye çalıştı amma, onun dayısı ne geçmişte yaraladığının ismini bile hatırlamadığını söylüyordu.
Kader yerinden kalkmış yanından tam çıkıp giderken dayısı ona, onun adı Kadir olabilir dedi. Öyle duymuştum diye bildiklerinden ne varsa anlatmıştı amma, ne yerini biliyordu, ne’ de onun varlığından yaşadığı yerden haberi vardı. Yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordu.
Olacakları aramaları zamanı bırakmış, avukat Kader kendiişleri ile meşgulken babasının arkadaşı Ahmet, kendisini zaman tünelinin içinde hissediyor, geçmişle gelecek arasında gelip gidiyordu.
Yalnızlıktan bıkmış usanmış, sevmekten nefret etmiş, kaderine küsmüş biri olarak, yaz aylarında kara kışları yaşar olmuştu.
Ne sevmek istiyordu, ne’ de biri tarafından sevilmek doyasıya istiyordu. Küskündü, yaralıydı, onun kışları yaşan yüreği, düşündükçe içinden çıkamadığı yaşamın kahrettiren onu her akşam içirten üstüne yuvarlanmış dağlar gibi, yığınlar altında bocalayıp çırpınıp kendisine uzanacak bir yardım eli beklerken. Nerede şu benim, nerede şu mutlu olacağım günlerim geleceğim, nerede deyip yorgun mutsuz gecelerini uykusuz ve düşünceli geçiriyordu.
Onun aklında olanlar, belki bir ceviz kabuğunu bile doldurmazdı amma, gel bir de bunu ona sor, onun sırtındaki o ceviz kabuğunu doldurmayanlar onun bir için kurşun yığını en ağır, kaldırılması güç olan, dağlardan farksız gibiydi.
Onun için bahçeler, ilkbaharında, yaz aylarında susuzluktan daha yeşilken kuruyan, içinde koklanmadan susamış çiçeklerin olduğu bir yerdi.
Gönül bahçesinde hazan vardı. Koparılacak, dalında koklanacak tek bir gül kalmamıştı. Kendisini susuz çöllere vermiş kervanlarla dolaşan, ağalardan kaçan beylerin var git işine dediği, mecnun gibi hissediyordu.
Dilim, dilim dilinmişti, acıtılmıştı yüreği, işte bu yüzden kaçmış, kendini kervanlara katıp çöllere düşmüştü.
“Guruna yedirememişti seven bir yüreğin dilim, dilim dilinmesini sonra’ kalkıp bunu ite atar gibi, çöplüğe atılmasını, çünkü o, bir gönüldü, gururlu, kibirli seven, sevmesi bilen, sevdiğini el üstünde tutabilen bir gönüldü.”
-Satılacak atılacak bir matah değildi.
Amma atılmıştı. Kıymet bilmeyenlerin parayla pula zenginliğe hatta şöhrete tapanlar tarafından.
Sonra döndü geldi, kışa aldırmadı, soğuğa yağmura buzlara aldırmadı, karlı dağlarda buldu kendini, o yer senin bu yerim benim oradan oraya dolaşırken.
Yüreğini buzların üzerine serdi, buzlar eridi onun içindeki sönmek bilmeyen yangından, ardıç kuşları korktu uçtu gitti, konduğu telefon telgraf tellerinden. Uzanacak bir yardım eline muhtaç oldu.
Geceler onun için suskundu. Geceler uzundu ve şu malum yalnızlık, uzak yerlerden yola düşmüş, onu yalınız gecelerinde, tekrar, tekrar elleri ile boğmaya geliyordu.
Mola vermişti o, Anadolu’n tam ortasında, öğütleri ve yaptıkları dilden dillerde dolaşan, müritlerin enbiyaların evliyaların kucağında, Hacı Beştaş Veli, ların, somuncu babanın, Pir Ali lerinin daha nice, nice, nice ün yapmış özüyle sözüyle ün tanınmış, mollaların, Anadolu ermişlerinin olduğu yerlerde mola vermişti.
Bir başkaydı Anadolu, Alevi’ si, Sünni’si ve sonra Maliki’si Kürdiyle, Türk’ ü Çerkez’i ve çeşit, çeşit ırklardan Anadolu’ya koşmuş gelmiş, birçok ırktan göçmenleriyle, yan yanan kucak kucağa birbirlerini anlayan, hal ve hatır sormaktan, komşular arasında yardımlaşmaktan komşuluk içinde kardeşçe yaşan insanlarla doluydu.
Bir taraftan minarelerden ezanlar okunurken, diğer tarafta cem evlerinde yapılıyordu kiminin ibadetleri ayinleri. Kimsenin kimseye karışmadığı Anadolu, insanlarının aynı köyde, aynı kasabada, şehirde dostça kardeşçe, bir güzel komşuluğun yaşadığı yerdi.
Gün ışığı, sevginin ışığı ile parlardır diyen, Abdal Musa, Bizi bilen bilir, bilmeyen’ de kendisi gibi bilir diyen Mevlana hepsi bizim Anadolu topraklarında Alevi Sünni, beraber yan yana yaşayanlardı.
Öykülerle doluydu Anadolu, her şehirde her yöreden dilden dile nesilden, nesile aktarılmış dolaşmış gelmiş hikâyeleri vardı.
“Bunlardan birini dinlemişti Ahmet köylere bir işi için gittiğinde, ihtiyar bir köylü anlatıyordu. Geçmiş yıllarda köyünde neler olduğunu nelere şahit olduğunu köyde bir yemek sırasında şöyle anlatmıştı. Bir yemek sonrasında anlattığı, bu köy odasında Ahmet yemeğini yemiş arkasından kahvesini içerken, Ahmet pür dikkat kesilmiş, bu yaşlı köylünün kendine ve çevresine toplanmış diğer köylü halkına anlattığını merakla dinliyordu.”
-Dedi ki!
Ben köyümüzde daha henüz çocuktum, amma yine de ben, çevremde olan bitenleri, anlatılanları anlayacak bilecek ve anlayacak bir yaştaydım. Köyümüzde bizim çocukluğumuzun olduğu yıllarda aramızda yaşayan, Ermeniler de vardı, mal, mülk toprak sahibi Rum’lar da yaşardı. Köyümüzdeki halkımız, sadece Türkler değildi, çeşitli ırklardan çeşitli milletten, oluşan insanların birlikte huzur içinde yaşadıkları yerdi.
Onlarla biz Türkler beraber olduğumuz yıllarda, iyi geçinen birer kardeş gibiydik, çocukluğumuzda onların çocukları ile bizler kavga bile etmeden beraber oynardık. Türkçe bilirlerdi, onlarla aramızda, hiçbir ayrım gayrım olmazdı, ekip biçtiğimiz tarlalarımız bahçelerimiz iç içe girmiş haldeyken tarlalarda, bağlarda bahçedeki yapılması gereken ne kadar tarım işi varsa, bütün tarım işlerinde hepimiz zamanı gelince bir olur, yapılacak işleri birlikte yardımlaşarak yapardık diyordu.
“Bunları uzun, uzun başını bekleyenlere anlattıktan sonra, esas anlatacağı, bizim’ de çoktan anlatsın yeter artık deyip beklediğimiz bir ara konuşurken bizlere gerçeğe dayalı bir hikâye olduğunu söylediği, hikâyenin, artık anlatılmasına sıra gelmişti.”
Yaşlı adam, bunları bizlere ve başımıza toplanmış onlarca genç, yaşlı köylülere o gün yemek sonrasında şöyle anlatmaya başlamıştı.
Bunları anlatırken hane halkından kadınlar çaylarımızı, bardaklar boşaldıkça arkası arkasına doldurup getiriyorlardı. Yaşlanmış geçmişin acı, tatlı günlerini dolu, dolu yaşamış bu yaşlı başında saç kalmamış beyaz sakalları birbiri içine girmiş dolaşmış amcanın, ağzından kelimeler bal dökülür gibi dökülüyordu.
O kelimeler o dökülen cümleler, onun kocaman ağzından dolu, dolu döküldükçe, onu dinleyenlerin ağzı açılıyor, daha bir merakla, onun ağzından çıkacak, her bir cümleyi her bir kelimeyi, pür dikkat kesilmiş özlemle bekliyor gibiydiler.
Yaşlı aksakallı adam, bizlere, uzun, uzun doğru dürüst nefes bile almadan, onun çocukluğunda geçmiş yıllarda, çocukluğunun geçmiş olduğu zamanlarda, köylerinde yaşayan, Ermenilerle ve sonra Rumlar ile olan, komşuluk ilişkilerinin boyutunu onlarla beraber uzun zaman beraber yaşamışlığın, güzelliğinden onların halkından insanlarından ahlaklarından, evlerinde iş yapan kadınlarına varıncaya kadar, onların kadınından erkeğinden bahsetmiş anlattıkça anlatmıştı.”
Onlarla olan komşuluklarını öve, öve bitirememişti.
Güya ne derece doğruydu, ne kadarı yalandı ne kadarı gerçekti bu anlatırken bilinmezdi amma, çocukluğunu yaşadığı zamanlar içinde köylerindeki köy muhtarının, köy ağası olduğunu söylüyor, köyde en çok onun malının, mülkünün ve toprağın olduğunu anlatıyordu.
Bu ağanın genç yakışıklı bir oğlu olduğunu ve bu ağanın oğlunun köylerinde yaşayan, bu köydeki en güzel kızlardan biri olan, güzelliği ile namı, çevrede yayılmış, gençlerin onu gördüklerinde, kıptayla hayranlıkla baktıkları ağanın oğlunun bu Rum kızına deli gibi âşık olduğunu anlatırken anlata, anlata bitiremiyordu.
Sanki bu aşkı kendisi yaşamış gibi, onların aşkının dilden dile dolaşan bir aşk olduğunu ballandıra, ballandıra anlatıyordu.
Genç adamın hem muhtar hem köy ağası olan babasının, bu aşka karşı geldiğini, oğlunun bir güzel’ de olsa, Müslüman olmayan, Rum kızıyla evlenmesini istemediğini, onun yerine Müslüman olan kendilerine uygun, zengin çevre köylerdeki toprak ağalarından, birinin kızını ona almak istediğini anlatıyordu.
Fakat her defasında oğlu buna karşı çıkmış, başkasını istemediğini söyleyerek, sevdiği Rum kızı ile gizli, gizli çeşitli yerlerde gözlerden uzak, babasından habersiz onunla buluşup, birbirlerine olan aşklarını geleceklerini anlatıyordu.
Bu Rum kızı ile ağanın oğlu bilinmedik yerlerde köy halkından ve babasından habersiz, buluşup evlenme hayalleri kurarken halklar arasında çıkarılan bir kanunla mübadele olacağının köylerindeki Rumların memleketlerine gönderileceğinin, onların arazileri üzerine yine Rum diyarından gelen Türk asıllı göçmenlerin yerleştirileceğinin, söylentilerinin yayılmış olduğunu söyledi.
Doğruydu.
Bir zamanlar ülkedeki işgaller Atatürk ve onun silah arkadaşlarının hatta destek veren halkın, özellikle’ de milli mücadelede Misak_ı milli hareketinin kurulmasında büyük önem taşımız olan büyük hizmetleri olan, Telefon telgraf gibi işlerde görev almıştı.
Vatansever kişilerin sayelerinde, ülkemiz yeniden bağımsızlığına kavuşmuş ve laik Türkiye cumhuriyetinin kurulduğu sıralarda halklar arasında mübadele olayları başlamıştı.
Adam bu mübadele zamanından bahsediyordu. Sonra dedi’ ki, köyümüzdeki Rumlar emir gereğince, toplanıp çoluk çocuk koymadan kim varsa köyümüzü terk edip, kendi memleketlerine döndüler.
Köy muhtarının oğlunun sevdiği Rum kızı da sevdiği erkekle evlenemeden bu Rum kafilesi içinde, ailesi ile beraber gitmek zorunda kalmış öyle anlatıyordu.
Oturanlardan bir kaçı onu dilerken, sonrasını merak etmiş sormaya başlamışlardı.
-Peki, sonra ne olmuş?
-Dedi biri
-Ağanın oğlu sevdiğini kaçırmamış mı?
-Hayır kaçıramamış,
-Dedi ihtiyar.
Fakat dedi, tekrar hikâyenin sonunu anlatmaya başlamıştı. Anlattığına göre, bunlar memleketine gittikten sonra ağanın oğlu mecburen babasının isteği üzerine, bir Müslüman Türk kızıyla evlenir ondan çocukları olur ve onlar babaların kendilerine zaman, zaman geçmişini anlattığı hikâyelerle büyürken, bir gün babaları ince hastalık diye tanınan hastalıktan, kurtulamaz ve babaları ölür.
Yıllar geçmiş aradan bir gün bu köyün ağasının oğlu köylerine muhtar olarak seçilir. Köyünde o zamana kadar olmayan, çeşitli işler yaptırır, köye yol su elektrik gelmesini sağlar. Sonunda babası gibi değil amma, çevrede ve köyünde çok sevilen eli açık misafir perver bir muhtar olarak tanınmaya başlar.
Bir gün köye bir Rum kafilesi gelmiş, muhtar bunları karşılamış onların istekleri üzerine köyünün güzel yerlerini gezdirmiş sonunda bu köylerine gelen turist kafilesine unutamayacakları güzel bir yemek vermeye karar vermiş. Köyde komşular toplanmış koyunlar kesilmiş pilavlar etler pişmiş sofralar kurulmuş millet iştahla onları yerken içlerinden yaşlı bir Rum bayan, muhtarı bir kenara çeker ve onunla konuşmaya başlar.
Muhtar der muhtar merakla ne diyeceğini beklerken bayan kekeleyerek bu köydeki bir zamanlar ki Rum halkının yerleri olduğunu, birinin büyük bir aşk yaşadığını öğrendiğini bunu bilip bilmediğini biliyorsa bu aşktan kendisine biraz anlatmasını ister.
Muhtar şaşırır, çünkü kendinden anlatmasını istediği aşkın konusu olan adam kendi öz babasıdır.
Ben onun oğluyum.
Der.
Kadın olduğu yerde donar kalır muhtarı tepeden aşağıya dikkatle süzmeye başlar karşısındaki kişinin babasına benzediğini görünce, der’ ki muhtara, yavaşça kimseler duymadan
Sen aynen babana benziyorsun. Baban da senin gibi yakışıklı ince yürekli biriydi deyince bu defa muhtar şaşırır sorar.
-Siz benim babamı nereden tanıyorsunuz?
-Der kadın ona cevap verir.
-Babanın sevdiği o kadın var’ ya, işte o kadın bendim, buraya ben sadece onu hala yaşıyor’ mu yaşamıyor’ mu öğrenmeye, onu bulmaya onunla birlik olup tıpkı eski günlerdeki gibi konuşmaya gelmiştim der.
Sora amma şimdi sen, onun bana ince hastalıktan öldüğünü söylüyorsun diyerek, sevdiği adamın ölmüş olmasından üzgün onunla buluşup köyünde konuşamamış olmanın şansızlığını yaşarken, yüreğinin acısını içinde derinliklerinde hissederek, geldiği ata yurdu olarak bildiği, bu köyden ayrılıp geldikleri gibi geri giderler.
Devamı gelecek sayımızda
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm – 27-
İşte bunun gibi daha nice hikâyeler destanlar romanlara konu olabilecek daha nice hikâyeler vardı.
Her köyde, her şehirde hatta her yaz günleri kalınan mezralarda insanlardan duyabileceğin geçmişten yaşanan yıllara, geleceğe doğru iletilmeye çalışılan daha nice, nice, destanları olan bir yerlerdi medeniyetler beşiği olan Anadolu.
Anadolu her milletten her dinden her mezhepten oluşmuş halkı ile köylerinde şehirlerinde, hatta mezralarında bile, birlikte kardeş, kardeş yaşadığı işlerini birlikte kardeşlik içinde yaptığı bir yerdi.
İşte böyle birliğin olduğu bir zamandayken başlamıştı, insanlar arasında sen sağcısın, sen solcusun, ya’ da din mezhep ayrımı yapıp sen alevisin, yok sen sünnisin diye, insanların ayrıldığı düşmanlıkların halkın arasına nifakların sokulduğu düşmanlığın sokulduğu zamanlar.
Nedendi, nedendi bu yapılanlar, Anadolu kıskanılacak gözler önündeydi, bereketliydi toprakları, tarih doluydu kucakları dağları ve bunların hikâyelerini anlatan, destanlarını ortaya çıkaran kalıntılarıyla doluydu. Her yeri bir destandı, her yeri her parçası, imrelinecek bizim olsun denecek yerlerdendi.
Gözlere gül bahçesindeki hoş kokan güllerin dikenleri batar gibi batıyordu. Yabancılarının gözlerinde insanları böl yönet kuralı ile bölmeye kendini dünyanın hâkimi gibi gören, devletleri sömürmeye alışmış, onların yer altı ve yer üstü kaynaklarını kendi ülkesinin çıkarlarına kullanmaya çalışan, kendini büyük gören emperyalist devletlerin göz diktiği bulunmaz bir yerdi.
Kürt’ünü, Türk’ünün iç içe yaşadığı, yaşayan her milletten insanını birliğinden beraberliğinden kopartıp, kendisine bağımlı, sömürebileceği yer altı ve yer üstü kaynaklarını kullanabileceği yeni devletlerin kurulmaya çalışıldığı bir yerdi. Anadolu işte böyle bir yerdi.
Rahmetli Mustafa Kemal Atatürk ve onun yanındaki onunla beraber ülkesini düşünen onun silah arkadaşları bu ülkede laik cumhuriyeti kurduklarında onlar sadece bir asker değillerdi.
Aynı zamanda onlar, Anadolu’n geleceğini çok iyi görebilmiş bir siyasetçilerdi.
Onlar halkını milletini düşünen insanlar olarak, halklarının ayrı din ve mezhepteki kişilerin hepsi birlikte, Anadolu topraklarında kardeş kardeşe yan yana hür ve bağımsız bir millet olarak yaşamanın, yollarını arayan siyaset adalarıydı.
“Cumhuriyet benim Türk ulusuna bırakacağım, en büyük eserimdir” dediği için ilerisini görebilmiş biri olarak, ülkesinde laik Cumhuriyeti kurmuştu.
Biliyordu çünkü biliyordu, Anadolu halkının içinde, onlarca çeşit ırklardan gelmiş, halklardan oluştuğunu biliyordu. Yaşanlardaki din mezhep ayrılıklarının çeşitliliğini, bir gün bunların arasına nifak sokabilecekleri biliyordu.
Farklılıklarını biliyordu bunların aynı topraklar üzerinde kardeşçe yaşamasının yalınız, Laik cumhuriyeti kurmakla mümkün olduğunu biliyordu.
Çünkü o, çünkü Atatürk sadece bir asker değildi, Büyük bir siyaset adamı olan öderdi. Atatürk, vatanının geleceği için okuyan inceleten, araştırtan, uygulatan. Düşünendi. Geleceği bilendi.
Anadolu’ da yaşayan böyle bir millet karışık yapısı ile böl yönet onlardan faydalan diye düşünen, emperyalist devletlerce, zamanla kolayca bölmeye çalışacaklarını biliyordu.
Ne oldu sağ sol dediler, Alevi, Sünni dediler, pek bölebildiler’ mi hayır bölemediler. Çünkü Atatürk’ n düşman işgalinden kurtardığı Türk gençliğine emanet ettiği Anadolu’m dediği ülkesinde, bizlerin geleceğini düşünerek kurduğu, laik ünü ter bir devlet yapısı hâkimdi. İşte bunun sayesinde bölememişlerdi.
İşte Ahmet, böyle bir zaman içindeydi karış, karış farklı, farklı insanların yaşadığı medeniyetlerin beşiği olan, Anadolu topraklarını dolaşıp köylerde kasabalarda işi gereği gezerken bunları görmüştü.
O aşkmış sevdaymış bunu düşünmüyordu. Onun tek bir sevdiği düşüncesi vardı o da halkıyla halkının yapılarıyla örf ve adetleriyle çok sevdiği tarihlere sahne olmuş Anadolu’ydu.
Sevdalara kapalıydı onun yangın yerinden çıkmış yüreği, acımıştı onun canı geçmişte birkaç defa çünkü Ahmet, içinde yeniden bir ateşin yanmasını, yeniden can acılarının oluşmasını istemiyordu.
Onun için her gittiği, her yaşadığı yerlerde edineceği yeni dostlar yeni arkadaşlarla hoşça vakit geçirmek, onların dertlerine tasalarına ortak olmak yardımlaşmak, onun ruhuna huzur veren onu acıtmayan yaşanması gereken en güzel şeylerdendi.
Bir aşığın içli, içli çaldığı sazını, içini yakan, düşündüren sözünü dinlemek, sofrasını paylaşmak, dertlerini sorunlarını dinlemek, varsa ve olabilecekse çare olmak en çok istediği şeylerdendi.
Bunlardan biri’ de büyük usta, bir sonbahar gününde tanıştığı Âşık Veysel Şatıroğlu idi. Bir sonbahar gününde tanımıştı onu, evinde misafir olmuş, yemeğini yedikten çayını içtiği sırada dinlemişti. Asılı dururken misafirlerini ağırladığı odasının duvarından, yığılı minderleri üzerindeki yerinden indirdiği sazını, “benim sadık yârim kara topraktır” dediği ilk günlerinde onu dinlemişti Ahmet.
Sonra bahçesine gitmişlerdi, önde Veysel gözleri görür gibi yol gösterirken onlara hep beraber, cevizlerin meyvelerin olgunlaşmaya başladığı elmaların kızarmış dallarını kırmaya çalıştığı bir zamandı.
Nur içinde yatsın büyük usta, bu olaydan bu ziyaretten sonra, çok geçmeden Hak’ n rahmetine kavuşması onu sevenlerini ne kadar çok üzmüştü. Yaşanmış gelmiş geçmiş olan bu güzel günler, Ahmet için’ de hiçbir zaman unutulamazdı.
Onun için artık yaşanacak yeni bir aşk yoktu. Birkaç kez denemiş, ruhunun kızgın demirden yanar gibi, bir daha acıtması için hiç sebep olmuştu. Bir daha aşk yaşayarak, ruhunu acıtmak istemiyordu.
Bekârlık sultanlıktır anlayışı ile yaşıyor, boş geçen günlerini çevresinden yeni, yeni edindiği arkadaşlarıyla geçiriyordu.
Bir arkadaşı ile yeni tanışmış, onu sevmeye başladığı için onunla zaman, zaman buluşup boş zamanlarında onunla vakit geçirmeye başlamışlardı.
Yeni tanıştığı Servet Hüseyin hoşsohbet sohbetlerinde kendisini dinleten biri olarak tanınmış biriydi. Kendisinden büyük olduğu için evlenmiş çoluk çocuğa karışmış biriydi.
Bir oğlu vardı ki, görseniz can tatlısıydı. Böyle olmasına rağmen babası her defasında Ahmet ile buluşup konuştuklarında kendi ailesinden dert yanar mutlu olmadığından söz eder, yeni mutluluk arama yollarında kendisini mutlu edebilecek arayışlar içinde olduğunu anlatır dururdu.
Onun mutsuz yaşayışı, Ahmet’ çok etkilemişti. Hele arkadaşının, her akşam evinden ailesinden o sevimli çocuğundan uzakta kendi başına lokantalarda içki içtiğini gördükçe bir gün kendisinin de böyle olabileceğini düşünüyordu.
Bir gün onun eşini yanında oğlan çocuğu ile beraber giderken görmüş eşinin güzelliği onun dikkatini çekmişti.
Güzel yüzlerde güzel huylar olmayabilirmiş diye düşünmeye başlayan Ahmet’in, geçmişte yaşadığı güzelliklerine aldandığı sırf gördüğü güzellikler karşısında birilerine âşık olduğunu hatırlayınca, ben kendimi boşuna onlara kaptırmışım diyordu. Canının kendi elleri ile boş yere acıttığına yanıyordu.
Arkadaşı Servet Hüseyin, parası pulu hatta elde ettiği bir de kariyeri olmasına rağmen, bir de bunların yanında, böyle bir eşe böyle güzel bir çocuğunun olmasına rağmen mutluluğu evde bulamamış olmasının demek’ ki eşinin çirkinliğinden değil, huysuzluğundan onun içinin ruhunun çirkinliğinden olduğuna onu görünce arkadaşına hak vermeden edemiyordu.
Gerçi Ahmet’ de, geçmişte canını yakan sevdiği kadını yakından, tanıma imkânı bulmuş olsa’ da onun mutaassıp aile yapılarına rağmen zaman, zaman onunla konuşmuştu amma, yine de yeterince tanıma imkânı bulamamıştı. Belki sonuç istediği gibi olmaz, arkadaşının ki gibi olabilirdi.
Nedeni ise, eski zamanların aile yapıları ve halklar arasındaki görgü kuralları böyleydi. Çünkü aşklar bir zamanlar insanları öyle ulu orta ulaşabilecekleri bir şey değildi.
Bir aşkı yaşamak ona tutunmak, ona sahip olabilmek için, güçlü olmak, aynı ayarda bir ailenin çocuğu olmak her şeyden önemliydi.
Hiçbir çocuk yâda rüştünü ısbat etmiş yetişmiş bir genç, ailesinin annesinin, babasının sözünden çıkamazdı. Ailesi ne derse ne söylerse onu yaparlardı. Ahlak bunu gerektiriyordu.
Derinlemesine daha neler vardı neler yoktu bu tam olarak bilinmezdi amma, onun arkadaşı onunla her buluşmada, evindeki huzursuz yaşamını her yönüyle anlatmaktan çekinmiyor, eşinden bir çocuğu olmasına rağmen, boşanmak istediğini anlatıyor, kendine yepyeni bir aile hayatı kurmaya çalıştığını söylüyordu.
Sanki bunları anlatırken, yanındaki oturan onu sonu nasıl gelecek diye dinleyen, bekâr olan arkadaşı Ahmet’ n kulağına küpe olsun diye söylüyor gibiydi.
Ahmet onların aile yaşamından etkileniyor, evlenmek yerine hayatını yaşamayı, bekâr kalmayı tercih ediyordu.
Bir de onun geçmişinde, bir zamanlardaki iş yerinden mesai arkadaşı Kadir beyin, Leyla ile yaşadığı ve sonra arkasından yaşanmış olan acı olaylar aklına geldikçe, daha da soğumaya başlamıştı.
Bunlar oluşurken Ahmet bir başka konu içinde üzülmeye başlamıştı günün birinde ailesi saydığı birilerinden bir mektup almıştı.
Mektup da sakın sen bir hata yapıp’ da, oralardan biriyle bizim haberimiz olmadan evlenme diye yazıyordu.
Şaşırmış kalmıştı bunu yazan, da geçmişinde hata’mıydı değil’ miydi bu bilinmezdi ama bilinen bir şey varsa onun geçmişinde büyük bir aşk yaşamışlığıydı.
Onun okul çağlarında iken yaşadığı aşk büyüktü yıllarca beraber olmuşlar beraber okul sıralarındaki hayatı yaşamışlar, birbirlerini sevmişler ayrı kaldıkları zamanlarda mektuplaşmışlar mektuplarında ayrılığın acısını tatmış olanlardan biriydi.
Böyle bir beraberlik, mutlu bir günle bitmesi gerekir iken, okul daha biter bitmez, gittiği baba evinde, kızın ailesinin isteği üzerine bir subayla evlendirilmesi, başka birine âşık genç kızın buna itiraz edememesi karşı gelememesi, sevdiğini çılgına döndermişti.
Aradan aylar sonra, evliliğinin başında ona gelen bir mektupla ondan geçmişte gönderilmiş ne kadar mektup ne kadar resim varsa geriye istenmiş kendisinde olanlar’ da paketlenmiş bir halde iade edilmişti.
Bunu Ahmet biliyordu, çünkü olayların şahidi idi tıpkı, Kadir ile Leyla arasında olup bitenler gibi, her ne kadar arada farklı yaşamalar farklı olaylar yaşanmış olsa’ da, her ikisinde’ de aşka ihanet vardı.
İş işten geçmiş, dört yıl sürmüş yaşanmış unutulmaz bir aşk, bir babanın bir annenin ihtirasına kurban gitmişti.
Belki’ de ondan mektubunda evlenme demişti bunu kim bilir. Bilen biri varsa, o da bir kendiydi bir’ de aşkları yaşatan sonra sonucunu hazırlayan her şeyi bilen ve gören yüce Allah idi.
Belki onların arasında denenecek sabırlar vardı, belki acıtılması gereken günahkâr ruhlar vardı, bunları hiç kimse bilemezdi.
Her ne kadar bazı günahlarına şahit olanlar varsa’ da yaptıkları günah’ mıydı, değil’ miydi bu bilinmezdi. Onlar gelip geçen bir hevesin yine aileler arasındaki engellerin eseri meyveleriydi.
Devamı gelecek sayımızda.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm – 28 -
Güzel Anadolu’ n güzel yaylalarını dolaşmak gezmek varken oradaki göçerlerle yaşamak onların örf ve adetlerine tanıklık etmek varken eve kapanmak ne derecede doğrudur bilinmezdi.
Ahmet’in insanlarla teması sadece gittiği köylerde kasabalarda değil, onların yaylalarındaki göçerler arasında’ da oluyordu. İşte böyle bir günde gittiği bir yayla evinde misafir olduğu bir akşamda otlaktan dönen keçilerin, koyunların akşam olunca köye yavrularına dönüşünü izlemişti.
Sürüler halinde otlaklardan köylerindeki ağırlara gelen anaçlarla, yavrularının köy meydanında kavuşma sahnesinden çok etkilenmişti.
Onların yavrularına kavuşma sahnesi, koşarak kalabalık hayvan sürüleri içinden kendi yavrularını bulma çabaları, karşılıklı melemeleri görmeye değerdi.
Her anne kendi yavrusunu arar, her yavru annesini arardı’ da Kadir beyin varlığından bile haberdar olmadığı rahmetli olmuş Leyla kızın biricik öksüz büyümüş yetimhanelerde büyümüş oğlu kader, var olduğunu yetişkin biriyken tesadüfen öğrendiği kayıp babasını neden aramasın, mutlaka onun da araması gerekirdi.
Babası nasıl biriydi, nasıl bir babaydı bulması ona kavuşmanın tadını tatması kokusunu almasını her şeyden çok istiyordu.
Göçerler Anadolu’ n gerçek öz Türklerinden orta Asya’ an at sırtında yalın kılıç elinde sürüleriyle kadını kızanı ile koşturmuş gelmiş öz insanlarıydı. Baharda bunlar katar, katar develerle çıktıkları yıllardan hatta asırlardan beri gittikleri yaylaklarda kara kıl çadırlar kurup, yaz günlerinde kar yağıncaya kadar yaşadıkları yerlerdi.
Öyle öğrenmişlerdi kendi atalarından, yaylar onlarsız olmazdı onlarsız yaylalar olmazdı. Hele Toroslar, başı dumanlı Ala dağlar onlarsız hiç olmazdı.
Ahmet bir gün gittiği, bir yaylada, göçerlerin silahlı mera kavgasının ortasında kalmış, kaza kurşunları ile ölümden döndüğünü anlatmıştı.
Göçerler arasındaki mera kavgasında yaralanan uzun namlulu silahlardan çıkan kurşunlardan ölen insanları görmüştü.
Kendilerinin de böyle atalarından kalma olduğunu söylediği bir yaylaları vardı, atalarına padişahlık döneminden kendilerine savaş sonrasında ödül olarak verilmiş bir yerdi diye söylüyordu. Bir hayli geniş olan bu arazide, her yıl nohut ve arpa dikerler ve hasat mevsimi gelince kaldırırlarmış, Ahmet bu yeri bu yerde, bir hasat mevsiminde arpa yolduğu günleri hiç unutmadığını söylemişti.
Meğer onun yayla sevgisi buradan geliyormuş. Yayları sevmiş biri olarak, Anadolu içlerinde fırsat buldukça yaz günlerinde yaylarda gezmeyi, oralarda yaşayan göçerlerin başlarından geçen, nesilden nesile aktarılan hikâyeleri dinlemeyi seviyorum diyordu.
Bir keresinde bir akşam yemeği sohbetinde gittiği bir yaylada duyduğu kendilerine anlatılan geçmişte kalmış bir olayı anlatırken sanki kendi yaşamış gibi anlatıyor, anlatırken etrafında onu can kulağı ile dinleyenlerin mutluluğunu yüzlerindeki gülümsemelerden yüz çizgilerinin konuşmanın her safhasında değişik şekil almasından anlattığından memnun biri oluyordu.
Onlardan esinlendiği bir körüklü çizmesi ve dilerde genişleyen giydiği kıldan yapılma bir de şalvarı vardı, kış günleri bunları giyer gideceği yerlere öyle giderdi.
Görenler ona çok yerde Yörük Ahmet geldi demeye başladığını anlatmıştı. Bu lakap onun da hoşuna gittiğinden bunu kendisine söyleyenlere, aldırış etmiyor gülüp geçiyor ben Yörüklüğümle gurur duyuyorum diyordu. Onlara Atatürk’ bir Yörüklerle ilgili bir sözünü hatırlatıyordu. “Arkadaşlar gidin Toros dağlarına bakın, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda, hala duman tütüyorsa, iyi bilin’ ki Dünya’da hiçbir güç bizi asla yenemez demiştir”
Sözleri Türk’lerin atalarının Yörük olduğunu, bildiğinden bunu anlatan Ahmet arkadaşlarının bazı şaka yollu konuşmaları sırasında kendisine, “Yörük Ahmet” denmesinden gurur duyduğunu söylemişti.
-Şöyle anlatıyordu bir gün bir sohbet sırasında arkadaşlarına.
“Bir gün bir yaylaya gitmiştim, oba beyi elinde meşin kırbacı ayaklarında körüklü çizmesi ve giydiği siyah kıl şalvarını kırbaçlayarak yanıma geldi. Oradan buradan biraz benimle konuştuktan sonra, beni kıl çadırların birinin önüne götürdü. Serilen yün minderlerin üstüne oturttu ve adamlarına verdiği bir emirle bize bir sofra kur duttu.
Sofrada yayıktan taze çekilmiş tereyağı, çiçekleri bol yerlerdeki taşların başında kondurulmuş arı kovanlardan sıcak, sıcak yeni kesilmiş altın rengindeki çiçek balları, kaymakları ve etli pilavları ile sofra tam bir Yörük sofrası olmuştu.
Bizler bize ikram edilen bu yemekleri yerken, her çadırın önünde bağlı olan, yağız bakımlı çayırını almış atlar, birbirlerine karşı kişniyorlar buradaki atların kişnemesi kayalıklardan yankılanıyordu.
Sonra her obanın yanında, kafeste besledikleri kınalı keklikler vardı. Onlar’ da kişneyen atlardan geri kalmıyor, uzun, uzun öten kendi güzel seslerini obanın halkının kıl çadırlar ile yerleştiği koyağın etrafındaki kayalıklardan duymaya çalışıyorlardı.
Anlatıldığına göre bu obada, bir hafta önce, obada düğün olmuş, birbirlerine çoktandır âşık olan, iki sevgiliyi yaylada evlendirmişler, baş göz etmişler, onları dünya evine girdirmişlerdi.
Damadın ailesi, fakir bir aile olduğundan, obanın halkı birleşmiş, bu iki âşık gencin, bekârlığına son verip bunları evlendirirler.
Sonra bir gün bu gencin bir gün işi çıkar, yanına aldığı birkaç arkadaşı ile beraber altlarında atlarlar, bindikleri atlarda işini yapacakları şehre inerler.
Olur’ ya bunların şehre gittiği zamanlar, Yörük Ahmet’in orada bulunduğu zamana denk gelirdir.
Geceyi orada geçiren Yörük Ahmet bunu anlattığında bizlere şöyle diyordu.
Gece olmuştu, yatmam ertesi sabah erken kalkmam gerekiyordu. Bana oba beyinin emri ile bir çadır ayarladılar ve gündüz çok yorgun olduğum ve sabah erkenden kalkacağım için, çadırın içine uzandım yattım. Çadırın kapı kısmı açıktı ve buradaki boşluktan gökyüzü görünüyordu.
Gökyüzünde yıldızlar o kadar çoktu’ ki sanırsın, gökyüzünden yıldız yağmuru yağıyordu. Oradan oraya koşan kuyruğunu sallayan irili ufaklı pek çok sayısı belirsiz yıldız kümeleri gökyüzünden yeryüzüne akın, akın ışık gönderiyorlardı.
Ben uyumak yerine bunlara bakmayı tercih etmiş biri olarak gökyüzündeki bu yıldızların güzelliklerden çok etkilenmiş gözümü onlardan ayırmadan onlara bakarken, bir anda karşıki kayalıklardan gelen nal sesleriyle irkildim. Çadırdan bu defa gökyüzüne değil, gelen atlıyı izlemeye başladım.
Atlar kişniyorlardı. Meğer nal sesleri içinde obaya gelen atın kokusunu almışlardı. Köpek havlamaları ile ve her çadırın önündeki atların sesleri ile gecenin boşluğu dolmuştu.
Merak etmiştim kimdi bu gelen derken kalktım çadırdan dışarıya bakmaya başladım. Ağıtlar o kadar çoktu ki, kayalar dağlar ağlıyor, gökyüzüne doğru yükselmeye başlamıştı.
Obanın içinden, kadın kız oradaki obalarda o gece kim varsa, çadırlarından çıkmış, toplanmışlar dizlerini dövüyorlardı çadırların önündeki vasinin içinde gelene olaya ağıt yakarken yer gök ağıt sesinden ağlar gibiydi.
Beni o gece merak iyicene sarmıştı. Nedenini yattığım yerden kalkıp öğrenmem lazımdı. Kalktım giyindim kalabalığın olduğu yere geldim. Kimsenin benimle ilgilenecek durumu yoktu. Herkes bir araya toplanmış ağlıyordu. Herkes bir olmuş tek ağızdan çıkar gibi ağıtlar yakıyorlardı.
Ben o geceye kadar, gittiğim yerlerde köylerde mezralarda hiçbir olayda, bu kadar çok ağıt yakanı bir arada görmemiştim. Bu bir ağıt değildi yastı.
Bu ağıtlarda, bir başka hüzün vardı, bir başka dövünmenin yürek burkan acıları vardı. İnsan onları ağıt yakanları sonra çoluk çocuk bir olmuş ağlayanları dinlerken, o kadar kötü oluyordu’ ki bunun tarifi imkânsız diyordu Ahmet başından geçeni anlatırken, bu olaydan duygulandığı çok belliydi.
Sabaha kadar durmak bilmeden süren kayalıklardan dağlardan yankılanan bu ağıt, sonunda öğrendiğime göre oba halkının bir olup birkaç hafta önce birlik olup evlendirdikleri gencin bir tren kazasına uğramış tren onu altına almış sürüklemiş, onu canından etmişti.
-Ne acı değil’ mi?
-Dedi içinden sonra derin bir iç çekti.
“Bir aşkın, geleceğe böyle bir sonla iletilmesi, yeni nesillerin geçmişteki atalarından belki’ de, sevgilisi Güllü kızın, karnında olabilecek bir çocuğun, yıllar sonra babasının aşkını ve hazin sonunu öğrenmesi kim bilirdi ne acı olacaktı.
Yörük yaylaları bunun gibi daha nice olaylar, daha nice öykülerle doluydu. Hangi yaylaya gitsen sana farklı, farklı öyküler anlatılırdı. Anlatılmakla kalmaz genç kızları bunları, nakış, nakış dokudukları kilimlerine işlerlerdi.
Onların kıl çadırlarının önlerinde dokudukları her bir kilimde, bir ayrı desen vardı. Her desende, geçmişte obalarında soylarında olmuş yaşanmış aşkların öykülerin izleri vardı.
En güzel develeri besler büyütürler, bunları zamanı gelince meydan, meydan gezdirip yöre, yöre dolaştırıp dövüştürürlerdi.
Adetti onlarda deve beslemek, yoksa her bahar dağlık taşlık keçi yollarında, onlar olmasa yaylalara nasıl göçeceklerdi.
Develer onlar için, aranıp’ da bulunmayan zor bulunan sütünden kıllarından etlerinden sonra sırtında yük taşımasında kullanılan faydalanan uzun yolculuklara dayanıklı hayvanlardı.
Çocukluğumda bizim yaylara göç eden Yörükleri görür onların develerinin arkasından koşar tüylerini en öndeki eşek üzerinde giden sahibi görmeden, yolar kaçardık. Bunlardan yünleri toplar yapar, okuldaki arkadaşlarla karşılıklı yakar top oynardık derken, gözleri doluyordu bunları arkadaşlarına anlatan Yörük Ahmet’in.
Hayatı bu şekilde yaşayan, Ahmet bir gün kendi masasında duran bir telefonun sesiyle sarsıldı.
Telefon sanki acı bir haberi verir gibiydi beklemediği dalmış düşünceler içinde olduğu bir zamana denk gelmişti.
Açtı.
Alo buyurun kimsiniz?
Karşısındaki ses unutulmaya başlanmış birinin sesiydi. Hiç aklına gelmeyen birinin sesiydi biri aklına gelmişti ama tam olarak çıkaramadığından şüpheyle sordu.
-Kimsiniz kardeşim çıkaramadım kendinizi tanıtır’ mısınız?
Dedi.
“Ben Kadir dedi karşıdan gelen ses, bu ses yıllar önce Amerika’ya ailece göç edip giden, onunla arkadaşlık yaptığı günlerde beraberce birçok olaylara karışmış olan, arkadaşının sesiydi.
Hiç beklemediği bir anda gelen bu sesle, geçmişteki yaşanmış günleri hatırladı her biri gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmeye başlamıştı. Onun eski çalıştığı ilçede sevgilisi ile buluşması sırasında, yaralanması, sonra onu yaralı bir halde, gecenin karanlığında yoldan çevirdiği bir kamyonet arkasında hastaneye götürülmesini hatırladı.
Bunlar gözünün önünden filim şeridi gibi geçerken Kadirle konuşuyor birbirlerinin hal hatırını sorup birbirlerinin nerde olduğunu kendilerinden öğrenmeye çalışıyordu.
Kadir gittiği yerde tanınan bir iş adamı olmuş zenginleşmiş, ev almış yerleşmiş eşinden olan üç kızı ile beraber mutlu bir hayat sürdüğünü anlatırken, Ahmet’in aklına onun bir oğlunun olduğunu bunu söylemenin doğru olacağının düşüncesi gelmişti.
Bir ara söyler gibi oldu sonra vaz geçti, karşısındaki kişi yaşadığı hayatla mutlu olduğunu söylüyordu, şimdi bunu söylese şaşıracak, inanmayacak kim bilir onun aile hayatında neler olacaktı.
Bunu düşündüğü için söyleyemedi, bunu zamana bıraktı. Karşılıklı geçmişteki iyi günlerden beraber geçirdiği günlerden bahsettikten sonra karşındaki Kadir Bey, bunun evli olup olmadığını sormaya başlamıştı.
Dedi ki!
Seni çoluk çocuğunla birlik ol onlarla konuş, sizleri beraber Amerika’ya davet ediyorum, bütün masraflarınız benden olacak kendi cebinden tek kuruş harcamayacaksın, yeter’ ki sen kendini ayarla ne zaman geleceğini bana bildir diyerek, ona gelen bu telefonda adresini yazdırmaya çalışıyordu.
Ahmet ne diyeceğini bilemedi çünkü bekârdı, ne eşi vardı ne de çocukları vardı bir an düşündü sonra cevap verdi.
-Ben henüz evlenmedim, bende ne eş var, ne de bir çocuk var dedi amma, kelimeler Ahmet bunu karşısındaki mutluluktan uçar gibi konuşan arkadaşına söylerken boğazında düğümlenip kalmıştı”
Kadir bey, ben daha senin eskiden bıraktığın gördüğün Ahmet gibi duruyorum, bende ne bir eş var, nede çoluk çocuk var hala bekârım dedi.
-Telefonun karşısından Kadir buna gülüyordu.
-Ne diyorsun sen, kazık kadar adam olmuş olman lazım daha bıkmadın mı bekârlıktan?
-Dedi.
-Bu defa telefonda Ahmet gülmeye başlamıştı, sultanlığın tadını ağız tadı ile çıkartmak varken, neden evleneyim başıma iş’ mi açayım diyordu amma bunu söylerken, onun içindeki evlenme korkusu bir başkaydı ve bunu kimseye söylemediği gibi, ona’ da söylememişti.
“Aralarında geçen uzun bir konuşmanın arkasından artık onların vedalaşma zamanı gelmişti.”
“Karşıdaki ses davetini her şeye rağmen yeniden yenilerken sır vermediği Ahmet’in buruk sesleri içinde veda etmeye başlamıştı”
Hoşça kal, bir iş için gelmiştim burada olan işlerim bitti, yarın beş uçağıyla, Türkiye’den ayrılıyorum sesleriyle karşılıklı konuşma bitmiş telefon kapanmıştı.
Devamı gelecek sayıda.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm - 29 -
.
Ahmet düşünüyordu, gözleri dalmış gitmişti. Kendini kurduğu hayaller âleminde, okyanuslar aşmış kıtalar dolaşmış dünyanın dört bir yanında savaşlara girmiş çıkmış biri gibi hissediyordu.
Aklından çıkmıyordu geçmişi, yaşadıkları ihanetler başkasının yaşadıklarına şahit olmaları aklından çıkmıyordu.
Hüsranı yaşamıştı, ihanetlere tanık olmuştu yalanların yok ettiği ailelere tanık olmuştu. Sevdaların belki de en acımasızına en can yakıcısına tanık olmuştu.
Daha genç yaşında öğrenmişti, hayatın kısalığını acımazsızlığını aşkın tutkunluğun bir hiç olduğunu yüreğin nasıl dilim, dilim dildiğini sonra zamanı geçmiş ömrünü tüketmiş kullanma zamanı geçmiş bir mal gibi çöpe atıldığını öğrenmişti.
İnsan şu kısacık Dünya’ da yaşayacaksa, aşk değil, huzur içinde yaşasın, ruhunun rahatlığını yüreğinde hissederek yaşasın, yokluğu, varlığı kimseye muhtaç olmadan, sabır içinde kolayca göğüsleyerek, metanet göstererek yaşasın diyordu.
Aşkı yüreğinden silmiş atmıştı. Onun gençliğin bahar çiçekleri olduğunu düşünüyor, baharda taze açmış bir gül koncasına benzetiyordu. Gül fazla dayanmazdı, açar bir müddet sonra solardı. Ama gövdesi beslendikçe bahçeyi süsleyen bir ağaç olarak devam ederdi. Ne meyvesi vardı, ne insanların beslenmesine yarayan açlığa susuzluğa faydası olan bir tarafı vardı.
Gül bir süs ağacıydı.
Aşkı yaşamak ‘da, gülden farklı bir yaşam olamazdı. Bazen biraz uzun bazen biraz kısa ömrüyle, miadını doldurur solar o senin kokladığın gül yaprakları bir bakmışsın dökmüş gitmiş olurdu.
Aşk da işte böyle bir şeydi. Asıl olan sana Allah tarafından tanınan ömrü doğru yaşamak olan hayattı. Hayatı dolu, dolu gereği gibi hem uhrevi Dünya hem içinde bulunduğun fani Dünyayı dışlamadan yaşamak, huzuru ve mutluluğu belirli bir düzen içinde beleyerek varlığa ve yokluğa sabır göstererek, ezmeden ezilmeden, yoğrularak kendini kıvama getirmek ve pişerek sonuca ulaşmaktır.
Her canlı bir gün ölecektir her canlı bir gün dirilecektir, aşk canlı olmasa’da bir gün yok olmaya mahkûmdur. Sen ne kadar ileri yaşlarda olmana rağmen enin için son zamanları yaşadığın zamanında hayır ben hala aşk yaşıyorum desen de yalandır. Bu aşk kendi nefsini aldatmaktan başka bir şey değildir.
Gerçek aşk Allah aşkıdır, onu yaşayabiliyorsan işte bu aşk seninle sonsuza kadar giderdir, ne mutlu böyle aşkları her iki cihan için, yaşayabilenlere hayatının döngüsünde döne, döne yana, yana yıkıla, yıkıla kalka, kalka giderken, işte aşk dediğin böyle olmalıdır.
Hangi ünlünün yerli yabancı aşkı bir gün zamanı gelince bitmedi ki, örneğin aşkları dilden dile dolaşan, bu gün bile konuşulan Kerem ile aslı, Ferhat ile Şirin Arzu ile Kamber, Leyla ile Mecnun ve daha bunun gibi daha bunlar gibi nicelerinin bittiği bir gerçektir.
Dünya tarihinde mitolojide, Anadolu dışında yaşandığı söylenen, dünyada efsaneleşmiş olduğu Afrodit ile çoban Venüs gibi, mitolojik aşklar hangisi gelip geçmedi ki bu dünyadan hani nerede aşk yaşayıp kavuşup mutlu olanlar hiç birinde mutlu bir sonuç yok, hepsi yaşandığı acılarla kalmıştır.
Şimdi nerede o eski âşıklar nerede, var’ mı onlar gibi bu devirde aşkı yaşayanlar, ya üç gün ya beş gün yaşanıyor sonra sen onlara bir bakmışsın aşkları bitmiş oluyor. Bunların çoğunda’ da tamiri çok zor olan acı sonuçlar yaşanıyor.
Kimi gerçek kimi yalan pek çoğununda’ da kavuşmanın hayal olduğu ya da yaşamadan bittiği söylenirken seni sonuca götürmeyen, hayal kırıklığına uğratan bir aşkın varlığı değil’ midir insanın canını yakan. Öyleyse aşk işte gül tomurcuğuna benzerdir.
Ünlü şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’ ustanın, Çoban çeşmesinin son kıtasında dediği gibi, devrin âşıklarına aşkı anlatırken bu gün yaşandığı sanılan aşklar, çabucak yaşanıp çabucak geçen bir anda
Buhar olup biten, insan yaşamından kaybolabilen yerine gerçeklerin yaşanmaya başladığı sadece geçici bir tutkudur.
“Ne şair yaş döker ne âşık ağlar
Tarihe karıştı eski sevdalar
Beyhude seslenir beyhude çağlar
Bir sola bir sağa çoban çeşmesi “
Kadir beyle Leyla! n belki yaşadığı adına aşk dendiği yaşam tarzı ‘da belki böyleydi bunu bilemeyiz amma, sevildiğini düşünen Leyla bunu yaşarken hiç bilememişti. Kendi kendisini aldatmış, karşısındaki sevdiği adam diye bildiği böyle bir gözle baktığı Kadir ise, böyle bir aşkı içinde hiç hissetmeden çok farklı sadece kendi içgüdüsel duyguları içinde yaşamış biri olmalıdır.
İyi tanımak lazımdır aşkı, onu sen şayet iyi tanıyamazsan, sana yaşamında katlanamayacağın pişmanlıklar içinde yaşayacağın bir hayatın unutulmayacak acılarını sunacaktır.
-Hayatı aşkı İyi tanımak lazımdır.
Tıpkı okul hayatı boyunca birbirlerini seven okul bittikten sonra ailesinin isteklerine boyun eğip sevdiğini unutmak mecburiyetinde kalan, ondan ayrılmak mecburiyetinde kalan Ülkü gibi olmayacaksın.
Sevdiysen birini, sevdiğin kişinin sırf seni sevdiği için, bir daha evlenmem emek üzere, çıldırmasına, delirmesine bekâr kalmasına ve hatta aylarca akıl hastanelerinde yatmasına neden, okul arkadaşına sevdiğine okul bitince ve daha zengin daha çok kariyer yaptığını düşündüğün biri için sırtını dönen Ülkü gibi olmayacaksın.
Ülkü’ öyle yapmıştı, dört koca yıl birini sevmiş beraber okullar okumuş, sonunda okul biter bitmez bilerek ya da bilmeyerek ailesinin isteği üzerine sevdiğinden başka biriyle görücü usulle evlenmişti.
Paraya tamah etmiş, Kariyer üstünlüğünü rahat yaşamı ön ilanda tutmuş koca bir dört yılın aşkını, mektuplarımı ve resimlerimi neyim varsa sende geri gönder diyerek yazdığı mektupla acımaması gereken bir ruhu açılar içine atmıştı.
Şimdi bu Ülkü, onsuz yaşadığı hayatında mutlu’ mudur, değil’ midir bu hiç bilinemez amma, Zaman, zaman geçmişini düşünüp vicdan azabı çekmiş olacağı kesindir. Bu aşk çünkü bir başkasının ömrünün dertler içinde geçmesine çürümesine neden olmuştur.
Azap ister Dünya’da ister Ahrette çok zor çekilen bir şeydir, o bunların hangisini yaşıyordur ya’ da yaşayacaktır, bu bilinmez amma Ülkü, mutlaka birinden birini yaşıyordur.
Hiç kimseye annesinden doğmadan, kendisine aile seçme şansı verilmez. Onu Allah belirlemiştir, öyle doğmuşsundur böyle olduğu için’ de aileler kınanmaz insanlar arasında sen zenginsin, sen fakirsin ya’ da sen benden aşağıdasın, sen benden yukarıdasın diye düşünüp insanlar ayrımı yapılıp hor görülmezdir.
Kim bilirdir kasası parayla dolu, zengin birinin, yarın olduğunda bir gün onun her şeyini kaybedip fakirleşmeyeceğini, tepetaklak gitmeyeceğini, namını makamını, kendinde gördüğü şöhretini, Allah’ n kendine verdiği aklı kullanmayıp, şeytanın gösterdiği yoldan gidip, kendini kaybetmeyeceğini bunu hiç kimse bilemezdir.
-Değer’ midir şan şöhret, para pul mal mülk için, bir insanın hayatını karartmaya değer’ midir?
-Bunlar insanların hayatında, şu fani Dünyasında yaşarlarken bir varmış, bir yokmuş denen, şeyler değil’ midir?
-Değmezdir.
“Birinin hayatını karartmadan önce bunu çok iyi düşünmek lazımdır. Onun hayatında onun istemediği acılar çekmesine, geçmişinde yaptıklarını hata gibi yaşatmaya, müsaade etmemek lazımdır. Çünkü can Allah’ n ona verdiği emanet bir candır, senin ona verdiği bu canı, hiçbir zaman acıtmaya hakkın’ da yoktur.
Anadolu bunun örnekleriyle doludur, nice aşklar yaşanmıştır bu topraklar nice sevdalara sahne olmuştur amma, ananeler gelenekler görenekler hep öne çıkmış, sevdalar bir anlamsız gelenekler uğruna kanla ölümle sonuçlanmıştır.
Biri anlatmıştı
Okul çağlarında bir gençle bir kız birbirlerine âşık olmuşlar tam okul bitmiş kız ailesi tarafından hali vakti yerinde biriyle evlendirilmiş bu evlilikten bir çocukları olmuş çocuk büyümüş tam beş altı yaşlarına gelince kadının yıllardır, sevdiği evlenemediği gençle gizli, gizli görüştüğü ortaya çıkmış.
Sonra bu yuva yıkılmış amma kızın ailesi kendi elleriyle evlendirdikleri kızlarını evlerine kabul etmemişler ve töre gereği dışlamışlar.
Kadın sonunda küçücük çocuğu ile beraber ortalıkta kalmış geçimini kötü yollardan sağlamaya başlamış, onlar için bu şekilde yaşamak, ne acı bir hayat bu değil’ mi?
Sonra onun bu hali etrafta işitilince, aile meclisi toplanmış töreleri gereği öldürülmesine karar verilmiş ve bir gün bu kadın öz çocuğunun yanında başkası ile fuhuş yarken öldürülmüş çocuğu da çocuk esirgemeye gönderilmiş. Orada büyümesi gerektiğine karar vermişler.
-o küçücük çocuğun ne kabahati vardı?
Her çocuk gibi onun, mutlu bir yuvada, analı babalı büyümesi hakkı değil’ miydi?
Yazık değil’ miydi ona, hayatı boyunca alnında başkasının işlediği suçun lekesini taşıyarak çevredeki insanlar arasında horlana, horlana yaşamak, çok yazıktı.
Aşk yok değildir vardır var olmasını amma, benim var dediğim aşk sonsuza kadar süren aşktır. Nedir bunlar mesela bir insan doğaya tutkundur, onun bu tutkunluğu ölünceye kadar sürer, Doğada dolaşmaktan bir kenarda oturup ya da şöyle çimenlerin üzerine yan gelip masmavi gökyüzün altından doğaya bakması bence bir aşktır.
Bir yeri öğrenmiştim çok güzel bir yerdi, yorgun olduğum, canımın sıkkın olduğu zamanlarda sık, sık oraya giderdim. Otururdum bir tepeye bir taşın üstüne, tepeden karşımdaki yeşil doğayı ve bunun iç içe girmiş masmavi denizi seyrederdim.
Orada huzur bulurdu ruhum. Hele vakit akşamüzeriyse deniz, bütün mavisi ile sokulduğu koyun yeşilliği üzerinde yorgan gibi serilir, yakamozları ile kucak kucağa dans ederdi. Ben bu doğa aşkını hala içimde taşıyan biriyim. Ne zaman bir yerde doğayı görsem, dağları ormanları ve denizi görsem, onun güzelliğini içime çekmeden oradan ayrılıp gidemem Ta ki, ayrılmam gerekmiş mecburen ayrılırım bu güzellikten.
Benim güzellikten anladığım doğadır, aşktan anladığım da doğadır benim aşk işte budur.
Dağcıları düşünün onlarda dağlara çıkmak çıkılmaz denen dağların zirvelerine her tehlikeyi hatta ölümü bile göze alıp ulaşmaya çalışmak bir tutku bir aşk değil’ midir?
Bence bunlarda da aşk vardır. Aşk deyince insanların sadece birbirlerini karşılıklı ya da karşılıksız sevmiş olmaları âşık olmaları akla gelmemeli.
Bir de başka aşk vardır, insanlar bazen yatıkları meslek edindikleri altın bilezik dedikleri işlerine âşık olurlar.
Tahsin usta da bunlardan biriydi, kendisi insanlara elbise diken bir terziydi.” Allah rahmet eylesin ”çok severdim kendisini öyle güzel elbiseler yapardı ki, insanın üzerine giydirdiği zaman karşısından baktığında beğenmezse vermez yeni modellerlerden dikerdi.” İnce eler sık dokurdu ”amma onun bu alışkanlığı, mesleğine olan aşkı onu bitirmişti.
İnce fikirliğinden olsa gerek, kendisi akıl hastanesine düştü ve yıllarca orada kaldıktan sonra rahmetli oldu.
Aşk dediğin böyle bir şey olmalıdır işte, aşk dediğin sonsuza kadar sürer, içindeki aşk onu ya onu bitirir, ya şöhrete ulaşmış biri ederdir.
Hele sen Allah’a âşıksan, seni böyle bir aşk halinden koparır ve dünyadan eder, Sabah akşam yatar kalkar dua ettirir, insanlar ona secde eder. Böyle bir aşkı yaşayanlara ne mutlu, ne mutlu onlara’ ki Hak’a âşık olmuşlar. Hem dünyayı hem öbür dünyayı düşünüp ruhlarını aşkla besleyip, doğru aşkı bulmuşlar.
Ben aşk diye bunlara derim, insanlardaki gibi birbirini sevdiklerini söyleyip karşılıklı aşklarını ilan ettikten sonra, zaman geçince kaybolan sanki hiç yaşanmamış gibi davranılan aşklara ben aşk demem.
Neyleyim bitecek olan bir aşkı
Sonunda bıkıp’ da ayrılmak varsa
Kullanmak lazımdır verilen aklı
Beyninde az kalmış bir akıl varsa.
Kullanmayanların halini gördük işte, kendini ya akıl hastanesinde buluyorlar ya ömür boyu yalnızlıkta buluyorlar.
Devamı gelecek sayıda
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm - 30 -
Aşk insanı deli’de eder, şaşkında, fakat deli olmuşsan, ihya olamazsın iyileşemezsin takıntılarına sürer gidersin ta’ ki ömrünün sonuna kadar, sürer gider gayrı ihya olamazsın.
Kimse bilmez senin içindeki yarayı, seni delirtecek kadar çektiğin acıların nedenini, kimi sana şizofreni olmuş der, kimi senin soyuna bakar, onun aile yapısına geçmişine bakar, saten bunların soyunda vardır der geçer.
Seni akıl hastanesine yatırırlar, dört tarafı demirle çevrilmiş bir kafese koyarlar, sen kendini tuzağa düşmüş aslanlar gibi görür bir ileri bir geri çıkmaya çalışır durursun, amma bu çırpınmaktan sana fayda olmaz, ilaçla uyuturlar dururlar.
Görmüştüm akıl hastanesinde yatıyordu, Demir kafesler içinde çırpınırken o da beni görmüş uzaktan yalvarıyordu çıkart beni buradan diyor hayvanat bahçesindeki demir kafesleri içinde, seyircilerin görenlerin çoluk çocuk büyük küçük toplanmış gelmiş, meraklı bakışları önünde kükreyen aslanlar gibi bağırıyordu.
Bunda buna neden olanın, sadece kendini çıkarını düşünüp bunu düşünmeyenin, gideceği yer cehennem olması gerekirdir.
Onu orada çırpınırken görünce, kimin yüreği dayanır. Hele onu oraya kapatıp da, iyileşmeden onu şizofreni hastası haline gelmiş haliyle, sokağa bırakmak ne derece doğrudur.
Bu da ona layık görülen bir başka acı değil’ midir?
Hayatın kucağına yarı iyileşmiş haliyle salıvermek, insanların vurdumduymaz alaycı bakışlarına teslim etmek işsiz güçsüz aç sefil yaşantısında yaşamasına sebep olmak ne kadar doğrudur.
Hayatı boyunca toplumdaki damgalı insanlar içinde yaşamak, başkaları tarafından hor görülmek kolay bir iş değildir.
Bizler tolum olarak bu gibileri ve vücutca engelli olanları insan olarak görmeyen, onlara bulaşıcı hastalık taşıyan biriymiş gibi bakan bir toplum olmuşuz.
Oysa onlar’ da toplumun bir parçasıdır, onlara toplum olarak yardım etmek, kendimizi yarın bir bakmışsın onlar gibi olmuş oluruz diye düşünüp, onların yaşadığımız her toplum içindeki yaşantılarını kolaylaştırmak en doğrusu değil’ midir?
-Bence öyle olması lazımdır.
“Fakat bunu yaşadığımız toplum içinde düşünenler’ de var, bunu kendince bana ne diyerek, düşünmeyenler’ de var, ya da görevli olduğu halde düşünmek istemeyenler de var. En çok’ da yaşadığımız toplumda düşünmeyenleri görmekteyiz.”
Eli bastonla gezen birinin, caddelerdeki kaldırımlardan karşıdan karşıya geçerken kaldırımların bile tam olarak, onlara göre yapılmamış olması, yapılanların’ da aman bana ne der gibi, üstün körü yapılması duyarsızlığın birer parçası değil’ midir?
-Elbette bu bir duyarsızlık örneğidir.
Kimse kimsenin yarın ne hale geleceğini bilemez yaşayan her insan bir potansiyel hasta ya da sakat olabilecek hayatının sonuna kadar böyle yaşayacak biridir.
Bu akıl hastası olmayan, ben kendimi korurum bana bir şey olmaz hastalığına tutulmam ben diyenler için de geçerlidir.
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Derken Kanuni Sultan Süleyman sağlığın ne kadar önemli olduğunu insanlara bu konuda yardım etmenin ne derece önemli ne derece gerekli olduğunu anlatmak istemiştir sanırım.
Devlet; devlet olmayı başarabilmişse vatandaşlarını böyle düşünecektir, onların toplumdaki bu şekildeki yaşantılarını kolaylaştıracak, yaptığını’ da doğru yapacaktır.
Deliye bu adam deli diyerek, onu sokağa salmak, sahip çıkmamak, iyileştirmemek bu insanlığa sığar bir şey değildir.
Anne baba bir yere kadar onlara sahip çıkabilir, önemli olan onların yokluğundan sonra ona sahip çıkabilmektir. Bu’ da, sosyal adalete inanmış, kendi halkını düşünen devletlere yakışırdır.
İnsan bir defa ölürdür. Öldün’ mü arkandan bir gün ağlarlar iki gün ağlarlar sonra ağlamak biter, normal hayatlarını yaşamaya başlarladır.
Fakat aile içinde delisi olan kişiler her gün ağlardır. Onun halini gördükçe, onun geçmişteki güzel sağlıklı günlerdeki halini bildikçe, bunu her hatırlayışta, her güzel günlerini aklına getirdiğinde, onun için tüyleri ürperir içindeki canın yandığını hisseder, yüreği kabarır ve dayanamaz gözleri yaşarırdır.
Hiç kimse durduk yerde deli olmaz, belki irsiyetten gelme olabilir amma insanı deli eden yaşadığı hayatıdır.
Yaşandığı hayatta aldatılmışsa, gururu incinmişe hayatta başına gelenlerden kahrolmuşsa, içindeki çıkılmaz durumunu silip atamayı gece gündüz takıntı halinde bunu düşünmüş ise insanlarda delilik kaçınılmazdır.
“Bazen kendinde olanlara boş vermeyi bilecektir insan, paraya pula kıymet vermemeyi, onu bu gün var, yarın yok olarak görmeyi aşkın değil, insanlarda huyun güzelliğini iç dünyasının güzelliğini bilmelidir, insanoğlu hayatını yaşarken.”
-Yoksa hayatı kendine zehir olurdur.
-Amma her insan bunu yapamıyor, kimi insan doğuştan güçlü olurken kimileri’ de doğuştan gelen yaradılışla yaşarken, dertlere düşebiliyor.
“Buna bir de, bu çekilmez dertleri yaşayanın kendi aile yapısı onların yaşantıları, durumlarının karşısındaki insanlara göre, kötülüğü eklenirse, insanlar daha çok karanlık düşünceler içinde kaybolup gidiyor.”
-İçinden çıkılmaz, bir döngü içinde kıvranıp duruyordur.
“Allah’ın kendi ailesini öyle yaratması gerektiğine kaderine inanmayıp ben neden böyleyim, ben neden onlar gibi zengin değilim ya’ da ben neden, böyle bir hayatı yaşayan ailenin evladıyım diye düşündükçe, kendi aklından oluyordur.”
C.Allah’ n,beli de insanlara yüklediği dertler bu dünyada çekeceği fakat son nefesinde verirken yapığı bir salâvat bir dua ile onun geçmişte işlediği suçları af edecek fakat bu dünyada günahının bedelini bu şekilde ödetmiş daha gerçek uhrevi dünyasına gitmeden çektirmiş olacaktır.”
-Kim bilir.
Böyle olanlarının çoğunda mutlaka geçmişinde işlemiş olduğu günahları vardır. Bilerek ya’ da bilmeyerek, kendince güzel bir iş yaptığını sandığı bir hata yapmış da olabilir.
Belki mutluluğa giden hayat yolunda birini sevmiştir, Öyle ya böyle bu mutluluk birileri tarafından engellenmişse, onun mutluluğuna birileri set çekilmişse, ister istemez çok zaman sonra bu yaşamadığı mutluğunun günahıdır bu Dünya’ da onun çektiği.
-Bunu kim bilir.
-Leyla kızın Kadir beye olan aşkı öyle olmadı’ mı, bir erkek çocuğunun, anasız babasız öksüz bir halde, yetimhanelerde yetişmesine sebep olmadı mı?
-Bir ihanetin sonucu olmadı’ mı?
“Neydi o yetim kalan Kader ismindeki çocuğun günahı, ana yok, baba yok onun bunun elinde büyüdü. Gerçek babasının kim olduğunu aklı başına gelinceye kadar bilmeden yaşamasının günahı kimindi.
Onun’ da annesi, Kadir ile anadan babadan habersiz yaşadığı yasak aşkın bedelini, sonunda kendisine gelen çaresi olmayan bir hastalıkla ödemedi’ mi?
-Ödedi çünkü c.Allah, her şeyi görendir ve bilendir.
Birine bir dert verdiyse mutlaka bir sebep vardır ve bu sebebin günahını insanlar bazen bu dünyasında bazen de öbür gerçek dünyasında çekerek ödeyeceklerdir.
“Bundan ona verilen ömür içinde c.Allah’ n hoşuna giden iyi işler yapmış’ da, tutulduğu hastalıktan kurtulmuş olanlar hariç, onlar af edilen kişilerdir. Bunlar kısmen ya da tamamen hayatının geri kalan günlerindeki günahından sorumlusu olacaklardır.”
-Yalnız bunu bir c.Allah bilirdir.
-Kısacası işlenen günahların cezası yalınız ebedi dünyada değil, bu fani dünyada’ da çekilebilirdir.
“Bir günah işlemeden önce insan yaşadığı Dünya’da her yaptığı işte, daha dikkatli olunması lazımdır. Geçici günlük hevesler düşünülmeden yaşanan ilişkiler aşklar, bedensel tutkular en dikkatli olunması gereken şeylerdendir.
Bu gibi işlerde sen hiç farkına varmadan, canlar yanar, nice ömürler karartılmış olurdur.”
Kadir geçmişte hiç düşünmeden yaşadığı Leyla ile olan aşk ilişkisinde, hayatının en büyük hatasını yapmış, bunun cezasını ise sonradan başkaları çekmiştir.
“Bunu kendisine kaç kez telefon veya yüz yüze söylemek istemiş isem’ de, söyleyemedim, çünkü ben onda mutlu yaşanan, benim bozulmasını istemediğim bir hayatı tanımıştım.”
-Hep vaz geçtim.
“Şahit olduğum sırları, yaşanmışları hiç yaşanmamış saydım, geçmişte ne kadar sır olacak yaşanmışlar varsa, bunları topladım hepsini tarihin kara sayfalarına kattım.”
-Kendime geleceğime ders yaptım.
Yine de ben, kadere yenik düştüm, onun gösterdiği, çizdiği bana durma arkamdan gel dediği yoldan gittim.
Bazen tökezledim, düştüm ağladım, bazen düştüğüm yerden kalktım koştum, ben bana sunulan hayatı yaşadım. Amma hep aklımı kullandım, düşünmeyi ön planda tuttum, mutlu yaşamayı düşünmekte buldum öyle yaşadım.
Amma bazen cezalandırıldım, çünkü ben, kadere karşı geldim isyan ettim kendim için böyle bir kader olmaz olsun dedim, hayatımdan nefret ettim, canıma kıymak istediğim günler oldu günahımdan utandım yapmaktan vaz geçtim.
Canın bende emanet olduğunu biliyordum, emanet bir canı kendi elimle yok etsem ruhum ne derdi sonra, bedenimden çıkıp c. Mevla’ ya vardığında ben bunu düşündüm.
Zorluklara katlandım, aşağılamalara beni hor görüp yeyip bitiren nice küçümsemelere katlandım ve var olan yaşadığım halime şükrettim içimdeki yokluklara dayandım yaşadım.
-Doğru dürüst gülmedim, güldüm dersem bu yalan olurdur.
-Kendimi dağlara bayırlara yaban otlarının bittiği çayırlara köylerdeki bahçelere tarlalara attım, köylü ile köylü oldum, şehirliyle şehirli, dertliyle dertli oldum öyle yaşadım.
Hep kendi önüme baktım, geleceğe mum değil, içinde ayın yıldızların olacağı ışık bir dünya olsun istedim.
“Çünkü ben geçmişimde, çocukluğumda ve ben hatta daha da fazlası var, gençliğimde çok ağlamıştım. Ben bey çocuğu değildim, ağa çocuğu hiç değildim, yüreği yaralı bir ceylandım.
Sevdayı ittim elimin tersiyle, onu başkasına bırakım’da kendi böğrüme ağır’ mı ağır, kara bir taş bastım.”
Kimse bilmedi, düşünmedi sormadı benim halimi kendim buldum kendim çektim derdimi, ben hep öyle yaşadım.
Amma yaşarken, ne geçmişi unuttum ne’ de yaşarken benim başıma gelecekleri düşünebildim.
Devamı gelecek sayıda.
Aşka ihanet romanımda
Bölüm – 31 –
Avukat Kader, kısa zamanda yaşadığı çevresinde tanınmış, annesinden kalan ve dayılarından mahkeme kanalı ile kurtardığı taşınmaz mallara, meyve sebze bahçelerine yeni, yeni arsalar yeni bahçeler eklemiş yaşadığı yörede zengin biri olmuştu. Ama hala bekârdı ve yetimhanede büyümüş olmanın ezikliğini üzerinden atamamıştı.
Bir gün karşısına davasına baktığı bir bayan çıktı. Karşısına çıkan, bu bayanın güzelliğine aldandı ve onunla aralarında gelişen arkadaşlığın aşkın sonunda evlendi kendi yuvasını kurdu.
Evlendiği bayan ondan daha zengindir İstanbul’da yaşayan babasından kalan mallarla, yaşadığı zengin hayatını arkadaşları ile paylaşıyor, kumar masalarından kalkmıyor günlerini zevk içinde böyle geçiriyordur.
Fakat bu şartlar altında bile kendisi ile evlenen avukat Kaderi çok seviyordu. Avukat onun kendisini çok sevdiğini bildiğinden arkadaşlarına gitmesinde hiçbir sakınca görmüyor, onu evlilikteki boş zamanlarında günübirlik gittiği arkadaş evlerinde hoşça vakit geçirmesine izin veriyordu.
Yıllar böyle akıp giderken bir’de adını Yusuf koydukları oğlan çocukları olmuş, onun sevinci ile evlilikteki mutluluklarına daha bir ahenk gelmişti.
Ailece bulundukları çevrede zengin ailelerle görüşüyorlar birbirlerinde yemekli davetlerde bulunuyorlar ve zaman, zaman yemeklerinde içkiler içmeye başlamışlardı.
Bu çevrelerindeki gidip geldikleri, aile toplantıları yaptıkları başka aileler arasındaki, samimi toplantılar zaman içinde gittikçe çoğalıyor, evlerde kumar partileri yapılıyor, bazen Avukat Kader’ n adı Hayat olan güzel hanımı eşi Kader olmadan yalnız bile gitmeye başlamıştı.
“Bu hayat hanımın eşsiz gittiği günlerden birinde, gittiği evin erkeği ile duygusal ilişkileri başlar. Hayat ondan hoşlanır, eşinin de tanımış olduğu ailecek birbirlerine gidip geldikleri samimi arkadaşları olan, Hasan beyle ilişkileri gün geçtikçe artardır.
Hayat hanımla ile Hasan Bey, gizli, gizli Hasan beye ait olan iş yerinin gizli odalarında eşlerinden habersiz buluşmaya başlarlar.
İlişkileri o kadar ileriye gider’ ki bu ikili gizli ilişkiden ne Hayat hanımın avukat eşi Kader’n, ne’ de onun gizlice ilişkide bulunduğu Hasan beyin eşinin haberi olurdur.”
-Hiç birinin haberi olmadan, gelir giderdir onları yaşadıkları gizli ilişkileri.
Hayat hanımın baş döndürecek kadar olan güzelliği, aile dostu olarak bildikleri zaman, zaman ailece görüştükleri Hasan beyi yuvasından edecek kadar olmuş birbirlerine sevdiklerini söylemeye başlamışlardır.
“Onların bu aşkları evlerindeki yaşantıyı değiştirmiş, aileler kendi içlerinde, birbirlerinden soğumuş, neredeyse onlar boşanmanın eşiğine gelmişlerdir.”
Bu olan bitenden ise avukat beyin hiç haberi yoktur.
Günlerden bir gün, Avukat beyin yan komşusu, bahçesinde ev ekmeği yapmıştır,
Yaptığı ev ekmeğinden, birkaçını komşu kadın bir bohçaya koyar iyilik olsun diye götürüp avukat beyin hanımı Hayat hanıma vermek isterdir.
Olacak ya bu, komşu kadın avukat beyin evine giderken yere düşer ve toz toprak içinde kalan bu komşu kadın, üzerini eve dönüp değiştirmek yerine, olduğu haliyle, toz torak olmuş elbisesi ile götürür avukatın eşine kapıyı çalar, elindeki toz toprak olmuş ekmek bohçasını uzatır akşam yemeğinin yanında yemelerine sağlık verir.
Avukatın hanımı oya hanım, gelen kadına küçümseyerek şöyle bir bakar, toz torak içindeki ekmekleri kendisine uzatınca saten ondan hoşlanmadığı bu kadına çıkışır ve ekmek torbasını önüne atar sen beni köpek mi sandın da toz toprak olmuş ekmekleri bana getiriyorsun der.
Sonra kapıyı yüzüne karşı sertçe kapatır, ekmek getiren komşu kadını evinden kovalar.
Akşam olur, ekmek yapan komşu kadının eşi ev gelir, kadın eve gelen eşine başına gelenleri anlatır. Sonra aradan biraz zaman geçer Avukatı görür ve ona olan biteni anlatır.
Avukat Kader komsuna ve ekmeğe yapılan eşinin yatığını hazmedemez eve varınca eşini azarlamaya başlar aralarındaki kavga o kadar büyür ki, mahalle onların seslerinden ayağa kalkar.
Kadın balkona çıkar gelip geçene çıldırmış gibi bağırarak gelen geçenden sevgilisini Hasan Bey çağırmalarını eşinin kendine şiddet uyguladığını söylemeye başlar.
Sonra onların bu birbirlerine olan bağırışları karşısında avukat Kader beyin eşinin Hasan Bey ile olan ilişkileri ortaya çıkar ve dilden dile halk arasında dolaşmaya başlar.
Avukat Kader içinde bulunduğu durumu dikkate alarak, bir zamanlar güzelliği karşısında dayanamayıp kendisine deli gibi âşık olduğu sevdiği, hatta dillere destan düğün yaparak evlendiği çocuğunun güzel annesi olan bu güzel kadından tamamen soğur ve ondan boşanmaya karar verirdir.
Avukat Kader akşamları eve gelmemeye, otellerde yatmaya başlarken kendini içtiği içkilerle avutmaya başlardır.
Her akşam gittiği lokantalarda bir köşeye yalınız başına çekilir, gecenin geç saatlerine kadar oturduğu masada içki içer, sarhoş olur. Sokaklarda sefil bir vaziyette gezmeye, kaldığı otel odalarında yalınız tek başına yaşamaya başlardır.
Kader böyle yaparken onun güzelliğine aldanarak severek evlendiği evdeki eşi, sevgilisinden yüz görememiş olmanın ezikliği içinde, pişmanlık içinde yaşarken annesinden gelen bir haberle, çocuğunu da alıp İstanbul’da yaşayan ailesinin yanına dönerdir.
Avukat Kader, sevdiği kadının kendisine yaptığı bu acı gerçeğin karşısında, yaptığı avukatlığı bırakır, kendisine ait malların geliri ile sefil bir hayata başlardır.
“Avukat böyle bir hayatı yaşarken, çocukluğunda yaşadığı yetimhaneleri hiçbir zaman ihmal etmez, zaman, zaman çevredeki yetimhanelerin olduğu yerlere gider, orada kendi çocukluğunda olduğu gibi yaşayan, öksüz kalmış kimsesiz çocuklara oyuncaklar alır götürür, onları dağıtır ve çocukların gönlünü alırdır.
Fakat yeniden evlenmeyi yeni bir yuva kurmayı düşünmez, hala eşi ile evli olduğu henüz ayrılmadıkları için, kadından ayrı olarak, yalınız olarak otel odasında yaşamayı sürdürmeye devam etmektedir.”
Kader’in, İçinde yanan iki ateş vardır. Bunlardan biri, hala tanıma fırsatı bulamadığı nasıl biri olduğunu bile bilmediği şu Amerika’ da yaşan onun gerçek babası, bir diğeri ‘de hasretini çektiği, eşinin giderken alıp götürdüğü hasretiyle yanıp tutuşluğu kucaklayıp öpemediği eşiyle birlikte İstanbul’a giden Yusuf adındaki oğludur.
“Bu iki hasret onu bitirmektedir. Çoğu zaman çocuğunun yanına gitmek ister amma onun gelmesine eşinin babası izin vermez her defasında onun isteğini geri çevirirdir.
Mahkeme kanalı ile görüşmek istese de, henüz eşinden boşanmadığı için, bir şey yapamayacağını düşünür ve bir gün arabasına biner bir gün İstanbul’a çocuğunun olduğu yere gider.”
Kapıyı çalar, açılan kapıdan çıkan eşinin babası içeriye almak istemez ama Kader içeri girmek çocuğunu görebilmek için sonunda içerdekilerin gönlünü alır ve içeri almaları için yalvarmaya başlar. Sonra dayanamazlar onu içeriye alırlar.
İçerde, daha hasretle çocuğuna doğru dürüst sarılmadan geçmişte olan bitenler için aile arasında kavgalar başlar, Kavgalar öyle bir hale gelir’ ki, ölümle yaralamayla sonuçlanır. Eşinin aksi babası, avukat kaderi elindeki silahla yaralar ve durum çevredekilerin ihbarı üzerine polise intikal eder,
Yaralan avukat Kader Bey, gelen ambulansla yaralı haliyle en yakın olan hastaneye kaldırılırken, onu yaralayan eşinin babası tutuklanır ve o, ceza evine konurdur.
Hastanede yaralı yatan avukat Kader, bacağındaki kurşundan ölümden kurtulur kurtulmasını amma, yattığı hastanede kendine geldiğinde, geride kalan yaşamını ayağından topal birisi olarak, sürdürmeye devam edeceğini öğrenir, Kader başına gelen bu hiç beklenmedik olaydan bir kez daha kahrolur.”
Keder avukat iyileşir çıkar memleketine avukatlık yaptığı yere geri döner ve yeniden avukatlık yapmaya başlar, fakat başına gelen olay onu çok üzmüş olduğundan hala istemediği bu olaydan kurtulamamış biri olarak yaşamaya başlardır.
Önceki zamanlarda olduğu gibi yine kendisini, içkiden kurtaramamış biri olarak her akşam içki içen halk arasında damgalanmış biri gibi görünen başına geçmişte gelen, eşi tarafından aldatılmış olaylardan dolayı halk arasında itibar kaybetmiş biri gibi yaşardır.
Artık o eski bir zamanlar halk tarafından sevilen eski avukat Kader değildir, malını mülkünü satıp yiyen çevresinde kendisine Topal Kader denen, böyle tanınmaya başlanan içkici sarhoş bir avukat olmuştur.
Topal Kader avukat bu defa, bekar kalmaktan otel odalarında yatıp kalkmaktan bıkmış, yeni bir evlilik yapmaya hazırlanır, Kendi çevresinde tanıştığı, bir köylü kızı, görüntüsü ile namuslu Müslümanlığı Müslüman gibi yaşayan haliyle, güzelliği ile onun dikkatini çekmiştir.
Gerçi ne çektiyse, eski eşinin güzel olmasından çekmiştir amma bu defaki onun gibi zengin olmadığı gibi namusunu her zaman ön planda tutacak şekilde görünen biridir.
Böyle biri için, ne sosyete meraklısı olduğu düşünülürdür ne de evinin yolunu bilmeyen kumardan, dost akraba arasında kumara koşan bir kadın olabilirdir.
Artık yaşadığı hayattan yorulmuştur ve sade kendi halinde yaşayan akşam olunca içki masalarından uzak kalabileceği sorhoş olup sokaklarda onun bunun maskarası olmayacağı, tıpkı eski günlerinde olduğu gibi bir saygın avukat olmak istemektedir.
-Temiz bir aile kurarsam, oğlumu da yanıma alır mutluluğu tadıyla yaşarım diye düşünmekte olduğundan eşinden boşanma davası açar ve ilk celsede boşanmak ister istemesini amma, karşısındaki eşi boşanmaya yanaşmaz her seferinde ona zorluk çıkarmaya başlardır.
Bu defa anlaşma yoluyla boşanmayı denemek ve nikâhlı eşini ikna etmek için kalkar onun ailesi ile yaşadığı yere gider ve eşini babasının evinde bulur.
Babası kendisini yaralamaktan yattığı hapishaneden cezasını çekmiş evinde kendi ailesi ve kızı Oya ile bir de torunu ile beraber yaşamaya başlamıştır.
İşte böyle bir zamanda Kader, çoktandır görmediği oğlunu görebilmenin heyecanı içinde, kapıyı çalar açılan kapıdan içeri girer onu kapıda karşılayan oğludur. Oğlu büyümüş arık konuşan koşup onayan bir çocuk olmuştur. Babası hasret içinde olduğundan ona sarılmak koklamak ister amma oğlunun hapisten çıkmış olan dedesi buna izin vermez bu senin baban değil diyerek, çocuğu kapıdan uzaklaştırmaya çalışır.
Avukat kader, neden geldiğini ayaküstü anlatmaya çalışırken söz verilmemesi üstüne üstlük bir de çocuğuna sarılaması dolayısı ile sinirleri bozulur, kendini sakat bırakan babanın boğazına sarılır onu elleri ile öldürmeye kalkar, onun zor durumda olduğunu gören kızı içeriden koşarak babasının beylik silahını alır ve avukat Kader’e arkadan silahını dayar, ondan boğmaya çalıştığı babasını bırakmasını ister amma, babası tam kurtulacakken kolları kızının silahına çarpar ve silah ateş alır Kader kalbinden aldığı kurşunla yere yığılır.
Derhal hastaneye kaldırılsa’ da Kader, yolda daha hastaneye varamadan ruhunu aslına teslim ederdir.
Zor şartlar altında, annesiz babasız öksüz büyümüş okumuş, babasını henüz bulup tanımamış avukat olmuş biri olarak, bu son onun için ne kadar acıdır.
Onların kaderlerinde, nesilden nesile devam edecek anasız babasız büyüyen, şimdi Yusuf gibi küçücük bir çocuğun’ da olacağı babasız büyüyeceği büyüdükçe hataları yanlışlıkları göreceği bir zaman tekrar devreye girecektir.
Amerika’ da olan bitenden habersiz yaşayan Kadir ise bir gün kendi öz oğlunu tanımadan öldüğünü öğrenip hayatını birilerinin kendine anlatacağı gün belki gelecek belki gelmeyecektir.
Devamı gelecek sayımızda.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm – 32 –
“Hayatını kaybeden avukat Kader’ in ölümünü duyan dayı akraba kim varsa onun ölümü ile yıkılır geçmişte yaptıkları haksızlığa ona çocukluğunda sahip çıkmadıklarına pişman olurlar ama iş işten geçmiş olur.”
Dayısı İsmail geçmişte yaptığı, fakına vardığı hatanın bedelini ödemek istercesine cenazesine sahip çıkıp öldüğü şehirden getirtip sade bir törenle kimsesizlerin mezarlığına gömer gibi annesinin mezarının bulunduğu mezarlığa getirir defin ederler.”
Yemekler verilir, kuranlar okutulur, taziyeler alınır ve ölümünden geçen zaman içinde sanki kendi evlerinde ölmüş gibi kırkı çıkıncaya kadar yaslar tutulur.
Oysa onların aklındaki, ölen kız kardeşim dedikleri annelerinden kalma mallarında mülklerindedir gözleri çünkü varis bıraktığı Yusuf henüz küçüktür ve dedesinin yanında kalmaktadır annesi de ceza evinde mahkûm yatmaktadır.
Mal hırsı insanlarda, hep ölümü unutturmuştur, şu insanlar öbür dünyaya götüremeyecekleri mallara mülklere hatta paralar neden bu kadar önem verirler, neden ellerindeki malların mülklerin, hatta hayatta iken edindiği zenginliğin, esas sahibinin Allah olduğunu bilmezler anlaşılır gibi değildir.
“Mal da yalan mülk de yalan, al biraz’ da sen oyalan” diyen ne güzel demiştir.
“ Ama ne derler, mal canın yongasıdır. ”Bu da doğru malın mülkün cebinde paran varsa bu dünyada rahatsın. Onlar olmadan yaşanan bir hayat, Bu dünyada sefaletle yaşamak demektir. Başkasına muhtaç olmak demektir.
Ak akçe kara gün içindir deyip çalışacaksın. Fazlasını bir kenara koyup, bunu kara günler için hazır edeceksin, Hiç kimsenin zenginliği parası malı mülkü bitmez tükenmez değildir.
İşte mal canın yongası bundandır.
Ben insanlar tanıdım geleceğini düşünmeyen günü birlik kazandığını arkası gelir’ mi gelmez’ mi deyip hiç bitmeyecek gelecekmiş gibi yemeyi kendisine huy edinen, Yalnız insanlarda değil, bunu ben, bazı milletlerin halkların geleneklerinde yaşam tarzında’ da gördüm ben bunları.
Bunların çoğu çok zaman, zor duruma düşmüştür borcu borçla ödemiş, bankalara oraya buraya hatta dost akrabaya bor alacak yüzünden kavgalı olmuş, nice insanları görmüşümdür. İşte bunlardır yarını düşünmeyen ak akçe kara gün içindir demeyen.
İnsan malından mülkünden zenginliğinden fakiri fukarayı düşünerek onlara yardım elini uzatabilir, fitresini verebilir.
Zorda kalanı yedirir içirir doyurur, giydirir amma hayatında müsrüflükten vaz geçmemiş, gün bulmuş gün yemiş, yırtık yamalı elbise giymemiş, bunlara alışmamış birine zorda kalınca fitre vermek, yardım etmek doğru mu değil’ mi bunu Allah bilir.
Mal da mülk de edindiğin kazandığın paralar da Allah’a aittir, Allah isterse onları senden alır, Seni namerde muhtaç ederdir.
Savurgan olmamak lazımdır. Savurganlık yapmak ise, Hak dininde haramdır.
İşte, Kader’in akrabalarının yaptıkları da bundandı, zengin olmalarına başkalarına muhtaç birileri olmamalarına rağmen mal hırsı bürümüştü gözlerini.
Ama Allah bilendi işitendi, onlara bu malları nasip etmemiş, öksüz kalan Yusuf ve Annesi, bir de onun yanında büyümeye başladığı ailesi sahip çıkmıştı küçük çocuğu ölen babasından kalan mallara,
Annesi eşini öldürmekten ağır bir ceza almış, hâkimler onun kaza olduğuna tam kanaat getirmedikleri için uzunca yatacağı temyize açık, bir mahkûmiyet kararı vermişlerdi.
Babası içeride olan kızı için uğraşıyor onu ceza evinden kurtarabilmek için, mal mülk neyi varsa satıp onların paraları ile bulabildiği en ünlü tanınmış avukatları tutuyordu.
Torunu Yusuf’u boynu bükük anasız babasız büyütmek istemiyordu. Çünkü o da biliyordu babasının, geçmişte nasıl büyüdüğünü ne zorluklar içinde okuduğunu avukat olduğunu bunları iyi bildiği için, biricik torununa torunun babadan kalma mallarına sahip çıkıyor onun en iyi okullarda sıkıntı yokluk çekmeden okumasını istiyordu.
Kendisi de çekmişti çocukluğunda gençlik zamanında, zor şartlar altında büyümüş, yokluklar görmüş, ezenleri ezilenleri görmüş biriydi.
Belki’ de bu yüzden istiyordu, torunun yaşadığı hayatta okul hayatında, normal hayatında, yokluk çekmemesini olamaz’ mı?
Çocukluk ve gençlik yıllarının geçmişinde yaşanmış acılarını eşine dostuna sohbetlerle anlatan biriydi.
Okul harçlığı bulamayıp’ da, bahçelerden yılanların olduğu eksik olmadığı harabeler içindeki, karadut ağaçlarından sepetlere dut toplayı onu pazara götürüp sattığını kazandığı para ile defter kalem aldığı günleri hiç unutmamıştı.
Üstü başı dut lekesi olur, bu leke, kolay, kolay çıkmaz olurdu çok zaman o zamanın fakirlik çeken evlerinde sabun olmadığı için, sumra adı verilen, bir bitki olan sarmaşıklarının yapraklarından dövülerek ezilerek çıkarılan, köpüklerle çıkarılmaya çalışılırdı, dut karasına boyanmış elbiseler.
Korkutmazdı onları yılanlar akrepler, çoğu zaman yollarda sarmaş dolaş olmuş yılanlar çıkardı karşılarına, beklerlerdi onlara birbirlerinden ayrılıp duvarlardaki taşların kovuklarına girince kadar öldüren olmazdı onları.
Akrepler de öyleydi, sarı, sarı pabuç gibi akrepler olurdu bağ evlerindeki bahçelerdeki duvarların taşların arasında, evlerdeki duvarların yüzünde gezinirken görürdü o zamanın çocuklardı.
Kimi hiç korkmazdı, çatal bir ağaçla yakalar kavak ağaçlarından soyduğu kabuğun üstüne koyarlar sonra onlara üstünden hafifçe bastırdın’ mı zavallı akrep kuyruğunu ders gönderir kendisine eziyet edeni sokmak istercesine, sapsarı zehrini boşaltırdı, altındaki kavak ağacının kabuğuna, çocuklar bunları yapmaktan çok zevk alırlardı. İşte onlar zamanında varlıkla yokluk arasında böyle, böyle büyümüşlerdi.
Varlığın’ da kıymetini bilirlerdi zor durumda kaldıklarında yokluğun’ da kıymetini bilirlerdi.
-Asla savurganlık etmezlerdi.
Yusuf’ n, annesinin yokluğunda kendine bakan yanındaki dedesi, böyle bir hayatı yaşayarak büyümüş, çok olmasa’ da onun için yeterli olan malı mülk edinmişti.
Ben gelecekte kimseye muhtaç olmamayım, kendi yağımla kendim kavrulayım fazla mala gerek yok bu bana gelecek yıllarım için yeter, diye düşünerek hayatını yaşamıştı.
Adaklar adamış adaklar kesmişti Allah için, bunlar ne içindi, sadece kendine şükredebileceği kadar bir mal mülk vermesi içindi, Allah’tan istediği çok fazla bir şey istemiyordu.
Gittiği yerlerde çalıştığı yörelerde fakiri’ de görüyor, zenginin savurganca yaşantısını’ da görüyordu.
Zengin olmuş fakire hor bakanları, hatta onu aşağılayanları kendi aralarına almak istemeyenleri, akranı eşit insan olarak saymayanlarını görmüştü o.
Ezenleri, ezmeye çalışanları, insanlıktan, varlıktan, yokluktan anlamayan, bunlardan nasip almamışları görmüştü. Böyle görmüş, çocukluğunda böyle büyümüş biriydi.
-Ezenlere düşmandı, ezilenlere dost biriydi. Yaşadığı hayatta kendisini kimseye ezdirmemişti.
-Hep şöyle derdi.
“Hayat okunan sırlarla dolu kalın çok sayfalı bir kitaba benzer, gezdiğin yerlerden, gördüğün yerlerden ve hatta senin yediğin içtiğinden insanları imtihan ederdir.,Okuyansa okuduğunu bilir, hayatın tamamını değil, kitaplarda yazılanları azını bilirdir.
Der.
Yaşayan yakınında çevrendeki var olan yaşlılardan, öğüt almanın senin kitaplarda okuduğun bilgiler kadar bunların’ da önemli olduğunun, doğruluğunu söylerdir.
Ben de inanırım buna bir insan okumuş bir meslek sahibi olmuş olabilir, mesleği ile ilgili bilgileri hafızasında uygulamaya hazır toplamış olabilir, olabilir amma insan olamazdır.
“Bir zamanlar haylaz mı haylaz bir çocuğa babası demiş’ ki oğlum sen bu gidişle adam olamazsın, biraz söz dinle, şunu yap bunu yapma diye öğüt vermeye kalkarlar.
Olacak’ ya, günün birinde, o zamanın Padişahı, Anadolu halkından, ilim irfan adına medreselerde yetiştirmek üzere bazı çocukları toplatırdır.
Sonra bula, bula babasının senden adam olmaz dediği bu çocuğu bulurlar, babasından bunu Padişah adına alıp götürmek sonra devlet için okutmak için izin isterler.
Babası saten onu başından savacak yer arıyordur, okutacak hali gücü parası malı mülkü’ de pek yoktur, hemen kabul eder, evinde tarlasında çalışmayan bir de işe güce yaramayan, kendi sözlerini dinlemeyen, kendi başına buyruk dolaşan öğüt nedir, ata nedir bilmeyen, bu yaramaz söz dinlemez oğlunu, onlara okutmak üzere gönderir.
Çok zaman geçer bu çocuk, padişahın emriyle medreselerde okur mezun olur ve daha sonra bunu kendi babasının bulunduğu memlekete vali olarak gönderir.
Vali koltuğuna oturur oturmaz, makamına babasını çağırtır, Jandarmalar babasının olduğu yere giderler, Jandarmalar onun valinin babası olduğunu bilmediklerinden, evinde ya da tarlasında çalışırken bulup, apar topar götürür valinin huzuruna çıkarırlar.
Babası makama çıkınca, önce babasını tanıyamaz, oğlunun okuyup onun bulunduğu yere, vali olduğundan haberi yoktur.
Vali yerinden yavaşça doğrulur baba benim, ben senin oğlun senin senden adam olmaz dediğin oğlun, bak işte okudum vali oldum gördün’ mü der.
Babası karşısındaki yıllardır görmediği oğlunu, yukardan aşağı bakarak şöyle bir süzer, oğlum sen vali olmuşsun amma yine’de sen adam olamamışsın der.
Babası oturmadan oğlunun bir çayını bir acı kahvesini bile içmeden kapıyı açar, yanından çıkar gider.”
-Her hikâyenin bir gerçek yanı, bir’ de bundan mutlaka bir ders çıkaracak tarafı’ da vardır.
Bazı konular kitapların cümleleri arasında yoktur, onlar toplumun kuralları örf ve gelenekleri arasında bulunur, saygın bir kişiliğe sahip olabilmek için, mutlaka onları’ da bilenlerden yaşlılarımızdan okumak öğrenmek gerekmektedir.
Aksi halde yarım olur insan, hayatını yaşarken bir tarafı hep eksik olarak yaşardır.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm – 33 -
Hepimizde böyle eksiklikler vardır. Çoğumuz yapacağımız bir işte, çok şeyleri kendimiz bildiğimizi sanır, büyüklerimize danışmak onların sözlerini dinlemek istemeyiz.
Hatta bazen o kadar çok ileri gidenimiz, olur’ ki yaşlılara, çocuklaşmış gözüyle bakar, onları evin bir köşesinde durması gereken, antika süs eşyasıymış gibi görmek isteriz.
Evet, onlar birer antika olabilir ama onlar çok şeyleri yaşamış görmüş insanlarımızdır.
Müzelerde sergilenen eserler bile, insanlara uzun yıllar önce yaşamış olanların geçmişinden, bizlere bilgiler veren onlara dalmış bakarken, insanlara ibret veren şeyler değil’ midir?
Öyleyse bizler, hemen yakınımızda bulunan insanlara sorup, onların hayat bilgilerinden neden ders almayalım.
Elbette yaşarken hayatımızın bir bölümünde öyle ya da böyle bir hata yapacağız,”hatasız kul olmaz” demişler atalarımız ama yaptığımız işte ne kadar çok araştırma yaparsak bunu yaparken iyi bilenlerden bu işin ustası olanlardan ne kadar çok faydalanırsak bunu yapan bizler için ne kadar iyidir değil’ mi?
Öğrenilerek, sorularak yapılan az hata sonradan bizlerin, az pişmanlığına sebep olur. Sorulmayan öğrenilmeyenlerde insan, sonradan “keşke der” yapmadığına sormadığına pişman olur.
Hele bir de alın lekesi denen bir şey vardır. Bu leke insanlardan ne yapsa çıkaramayacağı çıkarmanın çok zor olduğu bir lekedir ki bunu yapmadan önce çok düşünmek, düşündüğünü yapmak istediğini iyiden iyiye araştırmak ondan sonra yapmak lazımdır.
Ne demiş atalarımız “ bin düşün bin tart ondan sonra yap yapacağını” Son pişmanlık fayda etmez insanoğluna, Yaptığın yanlış yapışmaya görsün alnına, bir yapıştı’ mı zordur onu alnından çıkartmak temizlemek. İnsan bunu bilmelidir.
“Alın lekesi kadar kötü bir leke yoktur, gayrı onu senin kendi alnından temizleyebilmek için, yıllarca hayra doğruya güzel olan şeylere durmadan yılmadan çalışman gerekmektedir.
Belki de hiç temizleyemezsin, işte bu en kötüsüdür onu temizyebilmen artık gerçek uhrevi dünyaya kalır ve sen yaptığının cezasını verir, öyle temize çıkarsın.
Hiçbir cezasız kalmaz öyle ya da böyle mutlaka işlenen suçun cezası çekilir önemli olan suçu işlemeden önce çok düşünmek bilenlere danışmak bilgilerden faydalanmak ne yapacaksan sonra yapmaktır.”
-Her şeyi ben bilirim demek yanlıştır. Yaşlılar tecrübeliler bunlar için vardır. Bir kenarda antika süs eşyası gibi onu oturtmak yüzüne bakmak yanlıştır.
Ben her zaman oturup kara, kara düşündüğümde geride kalmış olan geçip gitmiş yıllarımda aklımda olanları, yapacağım işleri büyüklerime sormadığıma, onların fikirlerini almadığıma onların tecrübelerinden yararlanmadığıma yanmışımdır.
Bu yapılan işlerde’ de böyledir, insanların evliliğine giden yeni bir yuva kurulacak olan yollarında, da böyledir.
Sormadan, danışılmadan, düşünülmeden yapılan işler bir gün gelir, insanın başını ağrıtır.
Baş ağrısı cana değer, canı yakar aylarca yıllarca sana azap verir acı çektirir, doğduğuna doğacağına pişman ederdir.
Aşkında hüsranı yaşayan, ihaneti görmüş olan Leyla’n devası olmayan derde düşüp bir öksüzü arkasında bırakıp sonunda ölmüş olması bundan değil’ midir?
Bir insan bir insanı yeni tanıdığında, tanıdığı bu kişinin kendine söyledikleri, iyi veya kötü sözlere değil, o insanı kimdir bu insan neyin nesidir, amacı nedir, hatta karakteri nedir, önceden araştırılıp sorulmuş olması gereksiz bir iş’ midir?
Leyla Kadir ile ilişkiye girmeden önce onu daha yakından tanısaydı, onun kariyerine mesleğine, aldanan biri olmasaydı, acaba sonu yaşadığı gibi olurdu.
Bir insan mühendis, doktor hatta insanları yakışıklığı ile cazibesine çekecek pek çok güzel mesleği olanlar olabilirdir, amma bunların huyu, sonradan ortaya çıkar, seni mutlu etmeye bilir.
-Leyla ‘da işte bunlardan biridir.
Kadir’ n mesleğine kanmış, yakışıklılığına vurulmuş, kendisini aldatan, gönülden sevmeyen birini sevmiş, kendini ona kimseye sormadan onu soruşturmadan, teslim etmiş sonunda olan ona olmuştur.
Bir çocukla yaşadığı hayatta ortada kalakalmış, mutluluğu gitmiş başkası ile evlenmekte aramış, fakat bulamamış biri olarak yıllarca yaptığının acısı ile yaşamış ve sonunda hasta olmuştur.
Onun ölmeden önce çektikleri işte onun bu hatasındandır. Yalnız kendisi çekmemiş, oğluna annesine ve o kendi yakınlarına’ da çektirmiştir.
Hatalar bazen, yalnızca insanların kendisini etkilemez onunla beraber yakınlarını da etkiler onlarda onunla beraber çekerler’ de ölümleri bile ondan olabilir.
“Yakınımdı anamdı, çok çekmişti zavallı çok. Hatasından, düşüncesizliğinden kendisini yalnızlığa mahkûm eden birine sahip çıkmak için yaşamıştı. Yaşarken bitmez tükenmez geçmişte oluşan acıları yaşamıştı. O, dermansız bir derde yakalanmış onu doktorlar kurtaramamıştı. Son sözleriydi ben biliyorum artık öleceğim, hiç değilse beni sevdiklerimle görüştür helallik alayım demişti.
Onun bu son sözleri çok önemliydi, ölmezden önce araba ile kapı, kapı dolaşmış yakınları ile helalleşmişti.
Ne acı şeydir, bir insanın öleceği günü beklemek, ha şimdi ha birazdan Azrail gelir kapımı çalar zamanın geldi deyip, ruhumu benden ister diye, kapının çalınmasını beklemek, ne kadar acıdır.”
-Ne acıdır.
-Bunu ona yaşatmaya kimin hakkı vardır.
“Haydi diyelim, o geçmişinde bir hatadır yapmış, sormamış soruşturmamış, kimseye danışmamış bir cilveye bir gülümsemeye aldanmış, gitmiş yapacağını yapmış sonra onun bunun sözüne bakıp ortada bırakmış, kendine yapacağını yapmış, olan olmuş yalınız dertler içinde kalmış, onun çektiğinin yanında onunla beraber başkasının’ da çekmiş olması ne olmaz zor iştir.”
İşte bazen insanlar, bu fani dünyadaki yatığı kendi hatasını ya’ da kendine verilen hayat cezasını yalnız kendi çekmez, kendi ile birlikte yakınları’ da çekerdir.
c.Allah insanı böyle durumlara düşürmesin. Yolunu şaşıran başkasına’ da zarar veren, kullarından etmesin.( âmin )
Ben her zaman bir işi yaparken veya bir işe başlarken aklını düşünüp kullananlardan olan taraftayım. Doğru yaşamak, yaşadığı hayatı sürdürebilmek, doğru düşünmekten geçerdir.
Çok hata yapmak insanoğluna sonradan, son pişmanlık getirir amma, bunun telafisi için zaman çoktan geçmiş olunur.
Hele yaşlanmışsa o insan, yaptığı hatalar gözlerinin önünden hiçbir zaman gitmez olur, düştüğü çıkılmaz karanlık kuyuların içinde dolanır, delirir, tutunacak ona düştüğü yerden çıkmak için, yardım edecek bir el arar, dolanır dururdur.
Haplara ilaçlara çeşit, çeşit olmadık otlara sarılır insanlar, çünkü yaşlanmıştır, onlardan başkası çare olmazdır.”
-Çareyi onlarda ararlar, huzuru onlarda ararlar.
-Bu hep böyle olmuştur, yine öyle olacak, onu ayakta tutan ruhu, bedeninden çıkmadığı müdetce bu hep böyle olacaktır.
“Kötü bir şeydir yaşlanmak, kendine sen yaşlısın diyenlerce insafsızca bir köşeye bir eskimiş eşya gibi atılmak, Ya da yattığı huzur evlerinde itile kakıla yaşamak, her insan ister’ ki yaşlanınca evinde mutlu olsun. Evinde gönlü hoş olsun.”
-Kavgasız, gürültüsüz bir hayatı olsun ister insan, ömrünün son günlerini yaşarken.
“İnsanlarda ne verilen güzellik eser kalır, ne gençlikten eser kalırdır, yaşlandıkça belirir insanın yüzlerinde kıvrım, kıvrım dolan çizgiler, aynaya bakamaz olursun neydim ne oldum dersin.”
Varsa biraz iyi yaşamışlığın, onunla avunursun, yaşadığım günlere şükürler olsun dersin.
Bir de sen, bazen eski siyah beyaz resimlerine çıkarır bakar ağlarsın, sonra ağladığına pişman olursun, onları kaldırır tekrar sen yerlerine koyarsın.”
-Bu böyle sürer giderdir yaşlılığı yaşarken.
Seni bazen açan çiçekler avutur, yeşil çiçekli bahçeler, uçsuz bucaksız mavi engin denizler avutur.
“Gidersin bir deniz kenarına bir bankta oturur, denizin mavi sularında arar gibi geçmişini ararsın’ da bulamazsın. Ve sen içten, içten kimse görmeden yerinde ağlarsın.”
-İşte yaşlanan bir insan için yaşamak budur.
“bir de bunları bile yeterince, yaşayamayanlarınız vardır içinizde, Onlar oturduğu yelerinden kalkamazdır, kalksa gidip gezemezdir. Bu güzellikler içinde doya, doya geçmişini anıp, güzelliklerin karşısında ağlayamayanlarınız vardır.
Bir ceza evi mahkûmu suçlusu gibi, evinde kaldığı yerde öleceği günü beklerdir onlar’ de, onlar ölmeden öce yaşarken’ de kimsenin bunlardan ruhu bile duymazdır.”
-Yaşlılık hayatın, güzel geçerse tatlıdır.
“Kimsesiz yalınız yaşamak bunların en zor olanıdır. Ne mutlu onun gibilerine sahip çıkana, kollayana, yaşantısını kolay edene. Biz de bir gün bunlar gibi olabiliriz deyip, her gün onun kapısını çalıp ihtiyacını gideren hayırsever insanlara, ne mutludur”
-İşte onlar var ya onlar, gerçek hayırseverlerdir.
-Komşun açken, sen toksan ne olur, olmasan ne olurdur.
“Yaşlılar, yoksullar, yalınız yaşanlar hepsiz toplumun, birer parçasıdır, kimi büyüğümüzdür, kimi anamız babamızdır, yarın yaşlandıkça hepimiz aynı durumda olanlar olacağızdır yardım gerektir, onlara hal hatır sormak gerektir.”
-Ne mutlu bunu yapana!
Ahmet, bu konuda çok dertliydi, çünkü o, geçmişte anne babası hayatta iken bunu yapamamıştı ve şimdi onun ezikliği içinde yaşıyordu.
Her aklına onlar geldikçe, içinde yaşayan pişmanlıklara gözyaşı döküyor, ben düşüncesiz biriymişim diyordu.
Yaptığı hataları af edemiyor, yaptıkları yapmak istedikleri her gece yatıp uyuyunca rüyalarına giriyor, sabah olunca saatlerce gördüklerinin etkisinden kurtulamıyordu.
Günlerden bir cumartesi günüydü, uzak bir dağ köylerinden birinde kurulmuş olan Tarım kooperatifinin yaptığı işlerin konusu olan tarım arazilerine dekar başına verilen gübre ile ilgili çalışmalarını yerinde denetlemek için bir köye gitmişti.
Ahmet, gittiği bu uzak dağ köyünde, işlerini yapmış sıra arazi kontrollerine gelince akşam olmuştu. Ahmet gittiği köyde yatacak ertesi gün kalan işlerini yapacaktı. Akşam yemeğini köy odasında yerken yanına gelen yaşlılarla konuşuyor onlarla bilgi alış verişi yaptığı sırada dışarıdan yanlarına gelen, bir genç bayan, onları ertesi gün köylerindeki köy meydanında kurulacak olan dikiş nakış sergisine davet ederek, onun’ da gelmesini istedi.
Sonra karşılıklı birkaç konuşmayı yaptıktan ve Ahmet beyin teşekkürünü aldıktan sonra bayan çıktı gitti.
Ertesi gün olmuş, yarım kalan işlerini, köylüler ile birlikte tarlalarda öğleye kadar tamamlamış köylülere gerekli gübre ile ilgili bilgileri vermiş olmanın rahatlığı içinde, sergi alanına giderek diğer misafirler ile birlikte sergiyi izlemeye başladı.
“Ahmet kendine gezdiği sergiyi tanıtan, sergi sorumlusu genç kızın, kendine baktığını, gözlerinin devamlı olarak, kendinin üstünde olduğunu görmüş, onunla karşılıklı bakışırken, göz göze geldiklerinde, bu bayanın gözaltından kimseye belli etmeden kendine gülümsemesi, dikkatinden kaçmamıştı.
Sanırım bekâr olduğunu bir yerlerden duymuştu. Kendi’ de bekârdı ve bu genç bayan, ondan hoşlanmış olmalıydı.
Bayanın güzelliği’ de, sergiyi gezen Ahmet’ n, çok dikkatini çekmiş, zaman, zaman ona kayıtsız kalmadan, hiç kimseye bir şey belli etmeden, ona bakmaya başlar ve onu, alıcı gözle tepeden aşağıya süzer bu kimdir, kimin necisidir diye düşünüp, onu daha yakından tepeden aşağıya süzmeye başlamıştı.
Onun güzelliği, çekiciliği karşısında, kendinin de ondan çok etkilendiğini belli etmeye başlamıştı.
Genç kızın ilgisi daha çok, onun üzerine oluyor, neredeyse her dakika onun yanına bir bahaneyle gelip, onunla konuşabilmek için uğraşıyordu. Fakat diğer misafirlerden çekindiği için sadece gözlerine bakıp sonra birkaç gülümseme atıyor arkasından yanından ayrılıp başka misafirlerin yanına gidiyordu.”
“Her ikisi de bakışırken birbirlerinden, hoşlandıklarını belli etmeye çalışırken, bu genç bayan yine bir fırsat bulmuş, elinde bir kolonya şişesi, onun yanına gelmişti.”
-Elindeki kolonyadan ona dökerken, dikkatle başını kaldırıp gözlerine bakarak konuşmaya başladı.
-Kolanya alır’ mıydınız?
Ahmet avuçlarını açmış eline kolonya dökülürken genç kızın sıcacık elleri Ahmet’n ellerine değdi.
Ahmet titredi, terledi, birden içinde o zamana kadar hiç beklemediği bir duygunun sıcaklığının varlığını hissetti.
Belki aynı duyguyu o genç bayan da hissetmişti ama bu bilmezdi bunu zaman gösterecekti.
Ahmet genç kızın gözlerine bakarak ona kolanya için teşekkür ettikten sonra başkası bilmesin diye gözlerini onun bakışlarından ayırdı sergilerde olanlara bakmaya başladı.
Sonra sergi alanında, topluca yemekler yendi, yanında içkiler içildi çeşit, çeşit mezeler yendi ve gitme vakti geldi.
Gidecekleri yer uzaktı, akşam olmadan hava kararmadan yola çıkmaları gerekiyordu. Ahmet direksiyonda, gelirken yanında gelen arkadaşları yanında arabayı çalıştırdı sürdü.
Uzun bir zaman gittikten sonra, geldiği toprak köy yolundan asfalt yola çıkarken hava karamaya başlamış yoldan gelip geçen arabaların ışıkları yanıyor insanın gözünü alıyordu.
Ana yola çıkarken sağa baktı uzaktan gelen ışığı gördü, Gelen arabanın uzakta olduğunu düşünerek sarhoşluğunu unutmuş ana yola çıkarken geriden gelen otobüs yetişmişti.
Ahmet tehlikenin farkına varmış, çevik bir hareketle yolun sağına hızla geçmişti. Fakat hızla gelen otobüsle çarpışmamak için, onun altında kalmamak için, arabasını karşıya geçer geçmez yoldan çıkarmış, fakat direksiyona hâkim olamadığından arabasını devirmişti.
Otobüs giderken yerinde bir sağa bir sola yatmış sonra toparlanmış, içindeki yolcuların ayakta arkasına olan bitene neden baktıklarına bile aldırış etmeden, arkasına bakmadan durmadan akşamın alaca karanlığında, oradan uzaklaşırken arkada olanlara bile aldırış etmeden gideceği yönde tam gaz uzaklaşıp gitmişti.
Ahmet ve yanındakiler bereket kazadan fazla bir yara almamışlardı, sadece birkaç arkadaşında, bir’ de arabanın şoförlüğünü yaptığı kendinde ufak tefek yaralanmalar vardı.
Devrilmiş arabadan kendi gayretleri ile çıktılar, bir kenarda hepsi beraber otururken kurtulduklarına şükredip, devrilmiş arabaya bakıyorlardı.
Güçleri kesilmişti, titriyorlar bu kazayı nasıl yaptıklarını düşünüp durmadan tartışıp birbirlerini suçluyorlardı, oysa gerçek suç, onların aldığı alkoldaydı, alkol almasalar belki’ de böyle bir kaza yapmayacaklardı.
Onlar yolda beklerken, bir araba daha gelmiş içindekiler aşağıya inmişler şaşkın kazanın oluşuna bakıyorlar geçmiş olsun dileklerini iletiyorlardı.
Bu gelenlerin içinde, gittikleri köyde, sergiyi yapan onu gelen davetlilere gösteren, Ahmet ile göz göze gelip bakışan, Ahmet’n yüreğini titreten, Halk eğitim görevlisi bayan’ da vardı.
Sonra daha başkaları da geldi, hepsi beraber olup arabayı yerinden kaldırdılar hiçbir şey olmamış gibi yaralarını temizleyip arabalardan çıkardıkları ilk yardım malzemesinden çıkarılan ilaçları ve bezleri kullanarak kanları durdurulmuş olarak çalışırlarken, yine Ahmet’ bakışlarıyla etkileyen genç bayan ona yardım etmişti.
“Sonra onlar bindiler arabalarına, bindikleri kaza yapmış çok yerleri eğilmiş kırık dökük olmuş araba, neyse ‘ki çalışmıştı.
Onlar’ da çalışan bu kırık dökük arabalarına gecenin ortasında yaraları sarılmış olarak binerek, oradan uzaklaşıp gidecekleri yerlere doğru altında arabaları gitmişlerdi.
Gecenin geç saatlerinde geldikleri evlerinde Ahmet başından geçenleri düşünüyor bir de göz göze sergi sırasında bakıştığı genç kızı düşünmeden edemiyordu.
Çünkü güzeldi ve aşkı düşünmeyen, onun bir gün bitecek bir nesne olduğunu düşünen, Ahmet’n çok dikkatini çekmişti.”
-Kaderine yenik düşmek üzereydi.
Aşka ihanet romanından
Bölüm - 34 -
Aradan bir iki hafta geçmişti, Ahmet’in olduğu odanın kapsı çalındı.
-girin
“Kapı yavaşça açılırken Ahmet şaşkınlıklar içinde ayağa kalktı kapıya doğru bakarken içeri girenleri görünce şaşkına dönmüştü gelen sergi yerinde gördüğü bayandı, yanında kendi gibi bir arkadaşı, beraber olmuşlar onun yanına gelmişlerdi.
Ahmet hiç beklenmedik bir anda, karşısında bulan bu bayanları görünce şaşırmış eli ayağına dolaşmış, dizleri titremiş ne diyeceğini bilemeden zar zor kekeleyerek onlara doğru gitmiş ellerini sıkmıştı.
-Hoş geldiniz, benim için sizlerin gelişi sürpriz oldu diyebildi onlara yer gösterip, oturmalarını sağladı.
“Önce bir usul gereği hoş beş ettikten hal hatır sorduktan, sorulduktan sonra, onlara ne içeceklerini sordu.
-Ne içersiniz sizlere ne söyleyeyim, sıcak ya’da soğuk olarak ne alırdınız?
- Çay olsun lütfen.
- zile bastı.
“İçeriye pala bıyıklı, saçları dökülmüş yaşlı bir adam odanın kapısını çaldı, gir denmeden içeriye girdi. Demek’ ki, orada usul böyleymiş, misafirlerin geldiğini gören çaycı, onlara bir şeyler söyleneceğini usul gereği tahmin edebiliyormuş.
Sonra çaycıya ısmarladıkları çaylar’ da gelmiş, hep beraber konuşurlarken çaylarını içmeye başlamışlardı.
Ahmet kendini ve ne iş yaptığını nereli olduğunu onların soruları karşısında anlatıyor bunları anlatırken, karşısında sergide gördüğü bayandan gözlerini alamıyor, onun güzelliğinin içinde yüreğinin titrediğini kalbinin yerinden çıkacak gibi olduğunu hissediyordu.”
Hiç beklemediği bir anda aşk onun kapısını çalmış onların kim olduğunu kimin nesi huyu nedir suyu nedir sopu sülalesi kimdendir araştırmadan, soruşturmadan birden kendini bir sevda ateşinin içine düşmüş gibi hissetti.
Terliyor, Kalbi yerinden çıkacak gibi çırpınıyor, fakat bunları karşısındakilere belli etmemeye çalışıyordu.
Oysa Ahmet’in yanına gelenlerde ne heyecan vardı ne’ de konuşurlarken içinde bulundukları ortamdan sıkılıyorlardı. Sanki karşılarındakini kırk yıldır tanıyormuşlarcasına, rahat bir şekilde konuşuyorlardı.
“Bunların buradaki tanışmaları gerçek bir tanışma olmuştu bayanlar aybaşı itibarı ile bankadaki işleri için geldiklerini söylüyorlar, gelmişken sergiye geldikleri için teşekkür etmek için uğradıklarını söylemişlerdi, fakat Ahmet onlar bunu söylerken, onlara inanmamıştı, Ahmet kendini daha yakından tanımak için geldiklerine inanmıştı. Onlarla konuşurken, kendi içinden onlar fark etmeden öyle düşünüyordu.
Bunların bu ilk buluşmaları çok fazla sürmemiş, konuşmalar bittikten sonra, tekrar görüşmek üzere birbirlerinin ellerini sıkarak, binadan ayrılıp gittiler.
Hiç beklenmedik bir zamanda yapılan bu ziyaretten oldukça memnun ayrılan Ahmet, onlar yanından gittikten sonra, hep onları düşünmeye başladı. Kimdi bunlar araştırmak sormak onların kim olduğunu nerede yaşadıklarını, onların ailesinin kimler olduğunu, kendi ailesine denk’ midir değil’ midir hepsini araştırıp öğrenmek bilmek istiyordu”
-Çünkü bir kez daha yanılıp, geçmişte olduğu gibi, yüreğinin hırpalanmasını, içinin acımasını istemiyordu.
“Kaderinin kendini istemediği bir yola doğru götürdüğünün farkındaydı. Alın yazına inanıyor, kendi kendine içindeki ateşlerde yanmanın terlemelerinin bundan olduğunu söylüyordu.”
-Bir yol ayrımında olduğunu düşünüyordu.
-iki yoldan birini seçecekti.
Ya kalbinin dediği yoldan gidecekti, ya’ da aklının gösterdiği yoldan gidecekti. Kalbi ile aklı arasında, bir ileri bir geri durmadan gidip, gidip geliyordu. Sonunda boş verip bunu zamana bıraktı,
-Zaman kendine, gitmesi gereken doğru yolu gösterebilir diye düşünmüştü, öyle de oldu.,zamana bıraktı.
Akşamlar onun için kâbus olmaya başlamıştı, bu işin nereye varacağını düşünüyor kalbi ile aklının dediği arasında gidip geliyordu amma kalbinin dediği ağır basıyordu.
Çünkü onun tam mutlu olabileceğini düşündüğü, gösteren bir konuşması hareketleri vardı ve bunların yanı sıra güzel olması da onun için fazlalıktı.
Gerçi ne yüz güzelleri görmüştü içinde güzellik olmayan birbirlerini severmiş gibi yapıp sonradan bıkınca ayrılanları görmüştü ama bunda kendini içinde yanıp duran bir ateşe atar gibi atmaktan da vaz geçmek istemiyordu.
Ne arkadaşı Kadir gibi olmak istiyordu, ne de onu seven hayatta olmayan Leyla gibi olmak istiyordu.
-Ne’ de yalancı bir sevda uğruna eşini öldüren Oya gibi olmak istiyordu.
“O gerçek bir aşkı gerçek bir sevgiyi bulmak istiyordu, onun için, yanlışa düşünmeliydi ve kalbinin dediğine değil hem kalbinin hem aklının dediğini dinlemek istediğini düşünüyordu.”
-Yalnız başına aşk hiçbir şey ifade etmez diyordu.
“Çünkü karşılıklı da olsa, insan aşkının gelip geçici olduğuna inanıyor, zaman içinde aralarında meydana gelmesi muhtemel bir olumsuzluğun aşkı içlerinden silip atacağını çok iyi biliyordu.”
-Kaderdir insanı peşine takmış, arkasından sürükleyip bilinmeze doğru sürükleyip götüren, Kader’in seni gittiğin yolun neresinde yalnız bırakacağı, neresinde sırtından atıp yarı yolda bırakacağı bilinmezdir.
-Yol uzundur, bu uzun yolda insana yoldaş gerektir. Yolda giderken düştüğünde seni kaldıracak biri gerektir.
Hepsini düşünmek lazım, yalnız kalbinin dediğine değil, aklın’ da sana ne dediğine bakmak lazımdır.
“Ahmet içinden çıkamadığı bu kuyunun içinde durmadan düşünüyor ama her düşünüşünde kalbini yerinden oynatan yüreğini bakışlarıyla çatlatan zeytin tanesi gibi gözlerin buğulu bakışlarından kurtulamaz olmuştur.”
-Çok etkilenmiştir.
İçindeki çıkmazı arkadaşlarıyla paylaşmaya karar verir ve akşam olunca, onunla buluşarak samimi olduğu bu arkadaşına buluştukları içkili bir yemekte, yemek yerken başından geçenleri birer, birer ne varsa hepsini anlatır. Nerede tanıştıklarını, nasıl buluşup konuştuklarını başlarına gelen kaza olayını, hepsini arkası, arkasına arkadaşına söyler.”
Arkadaşı bu konuda, ona göre daha bir tecrübelidir, Çünkü o, evlidir ve onun mutlu bir hayatı vardır.
O ‘da Ahmet ile yemekte buluşmuş konuşurlarken, kalbinin değil, aklının dediğini yapmasını söyler sonradan pişman olacağın bir şey yapma der.
Öyle’ der demesini arkadaşı amma yerinde duramayan bakışlarıyla yanmış yıkılmış çarpıntı içindeki bir kalp öyle demez, onunla korkma buluş, gez toz, onu daha yakından tanı, mutlaka onu sen’ de seveceksin der.
Bu duygulardan kurtulamayan Ahmet duygularının esiri olarak onula, gizli kapaklı kimsenin onları göremeyeceği yerlerde buluşmaya başlar.
Gözler konuşur, kalpler atar, eller tutuşur, yürekler çarpar sık, sık buluşmaya başlarlar. Ahmet’e göre artık ikisinin arasında duygusal bir bağ oluşmuştur ve bu bağın onları nereye götüreceği ise hala kendine göre meçhuldür.
Bu kafasını karıştıran içinden çıkamadığı sorular, onu oldukça çok etkilemekte olduğundan, bu sorunların ne olduğunu sevdiği hal ve hareketleri ile beğendiği kıza, buluştukları bir günde açmaya karar verirdir.
Çünkü Ahmet’in kafası kurcalayan hala bir türlü bunlar hakkında karar veremediği, cevapsız sorularla doludur.
Kendi ile ilgili ailesi ile ilgili ailesinin geçmişi ile ilgili bilimsel olarak onu bilinmezlerin içine götürecek, belki’ de bu birleşimden karşılıklı olduğunu düşündüğü aştan dolayı, yıllar sonrası başına gelebilecek, olumsuzlukların cevapsız soruları kendi kafasında düşündükçe kuşkular cevapsız soru gibi kalmaktadır.
Bir gün tenha bir pastanede buluşurlar. Pastanede bir şeyler yedikten sonra, Ahmet konuyu açmak ister, önce biraz açsam’ mı açmasam’ mı diye düşünür bu düşünce ikisi arasında sessiz geçen bir ara zamanı oluşturduktan sonra, Ahmet sevdiği kadın olan Ümmü’ ye bakar, yüzleri kızarır söylemekle söylememek arasında gider gelirken bunu fark eden karşısındaki kadın, onun duygularını anlar ve sorar.
Sen bir şey’ mi demek istiyorsun?
Der.
“Ahmet kekelemeye başlar önündeki bardaktan bir su içer
Ve bunun arkasından başı önünde düşünerek birkaç yudum da çaydan alır, amma hala söylemekle söylememek arasında şaşkın, şaşkın gidip gelirken artık ağzındaki baklayı çıkarmaya başlar.”
Evet, benim sana anlatacaklarım var, birlikteliğimizde benim hakkında senin, senin hakkında da benim her şeyi bilmemiz lazım çünkü bu benim için çok önelidir aramızda sır olmamalı, karşılıklı olarak neyimiz varsa bilelim ki sonradan pişman olmamalıyım derken Ümmü Ahmet’in sözünü birden keser. Beni neden sen, söylemek istediklerinle çok korkutuyorsun, ne söyleyeceksen çekinmeden söyle
Der.”
Ahmet konuşmaya başlar.
“Bak Ümmü, benimle senin aranda konuşulmadık gizli kapaklı hiçbir asla kalmamalı, evet ben seni çok seviyorum amma, benim hakkımda senin her şeyi bilmen lazım,.Benim de senin hakkında her şeyi bilmem lazımdır derken ortalığı birden yeniden bir sessizlik kaplar, ve arkasından ilk konuşan yine Ahmet’in konuştuğu bayan olur.Aralarında karşılıklı konuşmalar başlar.”
-Neyi ima etmek istiyorsun haydi söyle?
-Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum.
-Hatta söylesem’ mi, söylemesem’ mi onu bile bilemiyorum.
-Az önce sen demedin ‘mi aramızda gizli kapaklı bir şey kalmasın karşılıklı neyimiz varsa bilelim diyen.
- Evet, ben dedim, amma bu senin bildiğin gibi bir şey değil, çünkü seninle tanıştığımızdan bu yana benim kafamı karıştırdı durdu. Gece gündüz sen aklıma geldikçe ben hep bunu düşündüm, ben ne senden vaz geçebiliyorum, ne de düşündüğümü bir kenara atabiliyorum.
“Ümmü iyiden iyiye şaşırmıştır. Ahmet’in gözlerinin içine bakar onun ne demek istediğini yüzlerindeki korkunç ifadelerden anlamaya çalışır ve onu konuşmaya zorlar.
-Haydi, konuş beni daha fazla merak içinde bırakma!
-Tamam, tamam ne olursa söyleyeceğim amma sonunda bana kızmayacaksın
-Tamam, tamam seni üzen neyse, ben hepsini seninle paylaşmak istiyorum,.Birbirlerini seven insanlar arasında hem sır olmaz,hem’ de aşılamayacak dağlar engeller olmaz. Yeter’ ki iki gönül bir olsun, birlikte karşımıza çıkacak bütün engelleri aşar o dediğimiz mutluluk yolunda yolumuza devam eder, selamete çıkarız.
Der Ümmü.
Ahmet, sözü kendine bırakan bu konuşmaların sonunda yeniden bir bardak su içer ve garsonu çağırır, garson koşarak yanlarına gelir.
-Buyurun efendim!
-Oğlum, bize iki adet kahve getir.
-Nasıl olsun kahveniz?
- Benim ki sade, bayana’ da, orta şekerli getir o orta şekerli kahve içmekten hoşlanır.
-Baş üstüne efendim!
-Konuşma kısık seslerle kaldığı yerden devam ederken kahveler gelir, bir taraftan içilir bir taraftan konulur konuşan yine içini dökmeye çalışan Ahmet’tir.
-Bunları sana söylemek istemem amma, senin sözlerine göre, “iki gönül bir olursa, geçilmez dağları aşarız” demen karşısında senin sözlerinden güç alarak işte sana çoktandır içimdekini artık söylüyorum, beni şimdi iyi dinle. Söyleyeceğim sözler karşısında, ne düşündüğünü bana söylemeni istiyorum.
“Benim ailemde, bizlerin gelecek nesillerimizi etkileyebilecek bazı gerçek olan genler var diyerek başlayan, Ahmet, içindeki bütün korkularının konusunu karşısındaki bayana anlatır.”
Artık içindekileri ona, anlatmış olmanın kendisine verdiği rahatlıkla yaşarken, aralarında biraz sessizlik oluşur başlar öde düşünceli bir şekilde kahvelerini içerken Ümmü ne düşündüğünü Ahmet’ e söyler.
-Olsun olumsuz düşünmeye gerek yoktur, her şeyin mutlaka bir çaresi vardır. Bu senin korkularının, bir gün, bizim’ de başımıza geleceği anlamına gelmez, yeter’ ki biz ikimiz birlikte olalım ve birbirimizi sevelim, ben ve sen beraber olduktan sonra, her şeyin kolayca üstünden geliriz
Der.
Ahmet bu sözler karşısında rahatlamış, artık sevdiği kadının kendisine verdiği güven karşısında onu daha da çok sevmiş olmanın huzuru içinde onunla olan birlikteliklere devam etmeye başlamıştı.
“Bu konuyu buluştuklarında aralarında bir daha açmadan, başka konuları görüşüyorlar, onlar gelecekteki hayatları hakkında hayaller kuruyordu.”
İkisi ‘de çoğu zaman buluştuklarında birbirlerine sevdiklerini söylüyorlardı.
Bu sevda bir türlü sonuç vermez, devam eder gider ve bir gün bir haber duyulur, bu haber onu yerden yere vurur, sevip seveceğine bütün sırlarını ona anlattığına Ahmet pişman olur.
Sevdiği bu onun için geleceğe dair haller kurduğu kadını, bir başkasının, nasıl bir şey yaptıysa kandırıp kaçırdığını, kalabalık şehirlerden birine götürdüğünü sonra’da oradan kızın ailesinin rızası alınarak evlendiğini öğrenir.
“Ahmet başından vurulmuşa döner, gidip arasa bulsa, kızın babası onu tanımaz, babası Ahmet’i tanımazdır. Bir’ de bu ikisi acele nedense etmişler, üstüne üslük vakit geçirmeden yıldırım nikâhı bile kıyarak, gittikleri yerde evlenmiştir.”
-Bir kez daha ihaneti tanımıştır Ahmet, tanımıştır tanımasına amma bu hepsinden daha yamandır.
Seviyorum diyen, her zorlukları beraber olduktan sonra biz kolay aşarız diyen birinin, bunu bu ihaneti yapması kalbi kırılan, Ahmet’ i, deliye döndürmüştür.
Her gün her gece Ahmet, onu düşünüyor, bu ihanet aklından gitmiyor nasıl olduğunu, onun nasıl kandığını düşünüp, olan bitene bir türlü anlam verememektedir.
Ahmet’in gururu incinmiştir, yıkılmıştır, ne başka bir aşka, ne insanlar arasındaki yaşanan, yaşanmış olan sevgiye inanmıyor, ne de başka birine artık güveni kalmayan biri olmuş çıkmıştır.
Artık geceler, onun için çekilmez olmuştur. Gündüzlerdeki yaptığı veya yapacağı işlere bile yaparken kendini veremiyor, aklından çıkaramadığı bu hiç beklemediği kendine zor gelen bu beklenmedik ihanetin, altında yıkılıyordur.
Bu ihanete, ne akşam yemeklerinde içeceği içkiler dayanırdır, ne’de, ihanetle sarsılmış vücut dayanırdır. Kimsenin yüzüne bakamaz gördüğü ihaneti en yakın arkadaşına bile anlatamazdır.
Kendini kaybetmiş yolunu arar gibi, başını öne eğer, kimseye selam bile vermeden dolaşır dururdur.
Ondaki değişikleri gelip geçen sorar, derler ki aralarında ne oldu bu adama, birden bire değişti ne selam veriyor ne de eskisi gibi hal hatır soruyor her akşam lokantalarda, meyhanelerde içki masasından kalkmıyor diyorlardır.
Devamı gelecek sayımızda
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm - 35 –
Kendini kaybetmiş bir Ahmet vardır artık hayatına küsmüş kaderine kızmış meyhane, meyhane dolaşan içki masasından kalmayıp kafası iyileşmiş içtiği içkiden, sarhoş oluncaya kadar masada kalan bir insan vardır.
“Gelen giden sorardır ne oldu bu adama diye, amma kimse ona yanaşıp sana ne oldu böyle diye sormaya cesaret edemezdir. Kim böyle bir soruyu sormaya kalkışsa ona sinirlenir sizin işiniz yok mu diye yanından kovardır.”
-Bambaşka biri olmuş çıkmıştır.
Bir akşam her zaman olduğu gibi gittiği meyhanede içkisini içerken bir zamanlar derdini döktüğü arkadaşı Servet gelir müsaade bile istemeden bir sandalye çeker bunun yanına oturur onu konuşturmaya çalışır. Sorar.
-Bana da mı anlatmayacaksın içindeki derdini!
Ahmet şöyle sarhoş haliyle gözaltından arkadaşına bir bakar kızsa olmayacak kovsa olmayacaktır. Çünkü bir zamanlar derdini döktüğü sırlarını bile paylaştığı bulunduğu yerde ondan daha samimi olmadığı arkadaşı yanına gelmiştir. Ona bir bardak içki doldurur sonra garsona seslenir, yanına gelen garsona içkileri yenilemesini ve biraz da masaya meze getirmesini söyler sonra arkadaşı ile konuşmaya başlardır.
-Sorma arkadaş, sorma başıma gelenleri sorma
- Ne oldu ne geldi başına?
-Yine ihanete uğradım, bu ihanet denen, şey var ya, neden hep benim başıma gelir anlamış değilim.
- Ne ihaneti ne diyorsun sen?
-Bir insan neden içer, mutlaka bir derdi olur ondan içer, ya da neşesinden içer. Amma ben hiç neşeden içtiğimi hatırlamıyorum, benim şu yüzüm hiçbir zaman gülmeyecek arkadaş gülmeyecek, ben içmeyim de söyle kimler içsin?
“Arkadaşı, garsonun masaya getirip koyduğu mezeden biraz alır onu yudumladığı içkinin arkasından ağzına atar.
-Ben anladım anlayacağımı, sen yengeyle kavga etmişe benziyorsun, yoksa sen bu kadar çok içecek biri değilsin.
Der.
-Evet, ne kavga, hem öyle bir kavga, öyle bir kavga ettik’ ki, hazırmış gibi, birbirimizden ayrıldık, daha benden ayrılalı beş dakika olmadan gitti kendisine bir başkası buldu. Bulduğu ile de kalmadı, gitti yıldırım nikâhı ile evlendi, Ben’ de hiç beklemediğim bir anda, orta yerde kalakaldım.
-Sen neler diyorsun?
- Hani bana geçenlerde anlattığında, siz ikiniz birbirlerinizi sevdiğinizi söylüyordun, yok artık, bu kadarı da olmaz, dün bir bu gün iki, ne çabuk birbirlerinizden bıktınız da ayrıldınız.
-Asla inanmam!
“Ahmet arkadaşının inanmadığını anlamıştı, çünkü ona geçenlerde öyle bir anlatmıştı’ ki anlata, anlata sevdiği kızı, yere göğe sığdıramamıştı. Aralarında geçenleri konuşmaları nerede ise, kelimesi kelimesine anlatmıştı.”
-İnanmaması normaldı.
“İçki dolu kadehler sıkılan eller arasında tutulup karşılıklı tekrar kalkmış, onlar birer yudum aldıktan sonra, konuşma kaldığı yerden başlarken, Ahmet ikide bir derin, derin kendi haline of, çekiyor, içki içtiğinde her zaman olduğu gibi, gıcırdayan dişlerini sıkıyor, yumruğunu göğsüne vuruyordu.”
-Bunu ondan hiç beklemezdim, bana hep sevdiğini söylerdi, gerçi son konuşmamızda benim anlattıklarım onun kafasını biraz karıştırır gibi olmuştu amma, yine’ de beraber konuşurken biz birbirimizi sevip, beraber olduktan sonra karşılıklı sevgimiz var olduktan sonra bana, aşamayacağımız engel yok demişti.
“İçkiler arkası, arkasına içiliyor, kadehler dolup, dolup boşalıyor, olmuş geçmiş neler varsa, yerinde durmuyor, masada ortaya dökülmeye başlanmıştı.
Bir ara yan masaya doğru giden, tanıdık birileri bunların yanından geçerken, bunları selamladı.
Afiyet olsun beyler,
“Ahmet ve yanındaki onun arkadaşı, geçenlere, baş altından bir selam vermeyi tercih ederek, onlara nezaketen usulca cevap verdiler.
-Aleykümüs selam..
“Adamlar bunların aralarında özel konuştuklarını anlamış olduklarından daha fazla konuşmadan yanlarından geçip birkaç masa ötedeki kendileri için, önceden söylenmiş özel ayrılmış olduğu görülen masalarına oturdular.”
-Ahmet arkadaşına hala olan biteni anlatıyordu.
-İşte böyle arkadaş diye başladı.
“Elin oğlu benden evvel davrandı, ya’ da kızı kandırdı, daha ben kızın annesi babası ile bile tanışmadan, benim sevdiğim kızı aldı götürdü, vakit geçirmeden kendine eş yaptı.”
- Gel de, sen buna şaşma!
-Arkadaşı!
-Şaşılmayacak gibi bir şey değil’ ki arkadaş senin bana burada bu anlattıkların,. Ben bu senin burada anlattıklarını, bir başkasından duymuş olsaydım asla bu anlattıklarına, ben kesinlikle, inanmazdım. Üstelik bunu bana, anlatanları’ da, bir güzel azarlar, sen yalan söylüyorsun der onu yanımdan hemen kovardım. İyi ki, olan biteni sen bana anlattın’ da, başıma böyle yakışıksız bir olay meydana gelmedi. Diyerek arkadaşını teselli etmeye başladı.
Vakit nasıl geçmişti bilemeden her ikisi de sarhoş olmuş, meyhanede neredeyse kimse kalmamıştı. Meyhaneci meyhaneyi kapatacağından yanlarına gelmiş. Bunları ikaz ediyordu.
-Beyler kapatma vaktimiz geldi, şimdi polisler gelir, daha kapatmadın’ mı diyerek bana ceza yazarlar Geri kalanını yarın gece içersini haydin bakalım şimdi doğru evlerinize diyerek onları yerlerinden kaldırmaya çalışırken, Ahmet hala içmek istiyordu.
“Birkaç kadeh daha içelim, meyhaneci ondan sonra kalkarız diye kekeledi. Amma meyhaneci onları göndermekten vazgeçmek istemiyor ısrar ediyordu.”
-Yeter içtiğiniz olmaz meyhaneyi kapatacağım. Bu kadar içki çok fazla, bu günün yarını da var başka günleri de var, kalanını başka zaman içersiniz dedi.
Ahmet ve arkadaşı, daha fazla ısrar etmeyerek oturdukları yerden, sallana, sallana kalktılar kapıya yönelip giderken hesabı deftere yazmasını söylediler ve bulundukları yerden çıktılar.
Ahmet hala olayın etkisi altındaydı ve arkadaşının koluna girmiş köşedeki paytonların yanına doğru giderken yanlarına doğru sallana, sallana gelen bunları paytoncu görmüş atlarını onların olduğu tarafa doğru yönelmiş atların iplerine çekerek, yanlarında arabayı durdurdu..
Her ikisi’ de gelen paytona binerek, nereye gideceklerini soran, paytoncuya kendilerini gezdirmesini, şehir dışına doğru çıkıp, beş altı kilometre ilerideki bir şelalenin başında durup orada biraz hava alacaklarını söylediler.
-Paytoncu elindeki kırbacı atlara sertçe vurdu.
-Deh, deh.
Atlar yerinden bulunduğu yerden, kalkış yaparken, onların nal sesleri, gecenin karanlığında toprak ve taşlarla dolu yolda giderken etraftan yankılanıyordu. Çünkü vakit gecenin, neredeyse tam ortasıydı ve bulundukları şehir karanlığına gömülmüş, evlerin pencerelerinden, artık birkaç saat öncesine kadar yanan ışıklar, görünmez olmuştu.
Paytoncu durmadan atları kırbaçlıyor atlar kırbacı yedikçe, şaha kalkıyor sokaklardan geçerken evlerde uyuyanları uyandırıyordu.
Neyse’ ki çok geçmeden şehirden çıkmışlar, etrafı söğüt ağaçları ile ve çiçeklerle dolu, çimenliklerle dolu olan, bir gölün kenarına gelmişlerdi.
Gökyüzündeki mehtap, ay ve yıldızlar, gecenin ahengi olmuş ışıkları gölün üstünde yansıyor, sanki gökyüzünde güneş varmış gibi gölün üstünde ışıltılarla parlıyorlardı.
Paytoncuyu da o saatten sonra başka müşteri olamayacağını düşünerek göndermemişler gecenin ikinci vakti zamanlarının ortalarına kadar çimenlerin üzerine uzanarak, gökyüzünün güzellikleri içinde kendilerini kaybetmişlerdi.
“Ahmet bir an evvel başına gelenleri unutmak istiyor, normal haline dönüp hiçbir şey olmamış gibi hayatını yaşamak istiyordu amma, olanlar onun aklından bir türlü çıkmıyordu.
Bir taraftan’ da kara, kara düşündükçe kendisini suçluyor, son buluştuklarında sevdiği kadına söylediği ve kendince arada söylenmemiş bir şey olmasın dediği, söylenmesi gerektiği sözleri ile, keşke söylemeseydim diye kendi, kendine kızıyordu.”
-Pişman olmuştu anlattıklarına kızıyordu.
“Artık Ahmet eski Ahmet değildi, Ahmet kendi dünyasına uhrevi gözlerle bakan, duygusallıktan uzak, her davranışında her işinde akılcı düşünen biri olmuştu.”
-Asla, kalbinin çarptığına inanmıyordu.
Durmadan her fırsatta dağlar taşlar ormanlar geziyor yorgun ruhunu, doğayla paylaşıyordu.
“Bir defasında gittiği bir köyde, âşıklar etrafına toplanmış onan moral ve aşkın güzelliğinden dem vurup çaldıkları sazlarıyla söyledikleri sözleriyle onu ağlatmışlardı.”
--Ne kötü olmuştu o gün, başına toplanan, ozanların sazlarını sözlerini dinlerken.
Ahmet kendini koy vermiş işi gücü asmaya başlamış, Mecnun gibi dolaşan biri olmuştu. Onun bu durumu ilgililerin gözünden kaçmıyor, bazen ona acıyıp işinde idare ediyorlarsa’ da, gün geçtikçe idare edemeyecekleri hale geliyordu.
“Fakat Ahmet’n kendi hakkında kimin ne düşündüğü kimin ne yapmak istediği kendi yönünden, umurunda bile değildi, o kendini dağlara salmaktan, her gün her akşam, içmekten vaz geçmiyordu.”
-Kendisine yapılan ihaneti af edemiyordu.
“Arkadaşlarında, onların yaşamlarında tanıdığı yakınlarında, çok ihanetleri görmüştü amma, kendine yapılan ihaneti çünkü hiç beklemiyordu. Sevildiğini sanıyordu, sevdiği kadın ile gelecekte mutlu bir hayata hazırlanıyordu.”
Demek’ ki, hiç sevilmemişti.
Bu olaylar olurken, ailesinden gelen bir mektupta, onun yaban ellerden, evlenmesi istememişler, işte şimdi onların istekleri gerçek olmuştu.
“Neden kendine bir zamanlardaki aile fertlerinin birinden gelen mektupta, öyle yazmışlar öyle demişlerdi, neden evlenme demişlerdi bunu yıllarca düşündü amma, ne bunun nedenini ailesinden bunun nedenini öğrenebildi ne de ona yazılan bu mektubu unutabildi”.
-Sır olarak kaldı gitti, çünkü öğrenememişti.
“Gitmek kaybolmak istiyor, yurt dışında bir iş bulup kendine hiç gitmediği hiç bilmediği bir yerde yeni bir hayat kurmak istiyordu. Gitti gideceği yer için gidebilmek uğruna münacat etti, kendine gelen formu doldurdu istek için geri gönderdi. Gelen cevapta gidebileceğini vize verebileceklerini öğrendi, düşündü gittiği yerden hem geri gelmesi imkânsızdı, hem de oraya gidecek kadar parası yoktu ve onların diliyle konuşacak kadar yabancı dili yoktu,”
-Bir müddet bunu düşündü.
“Bir gün yanına gittiği bir arkadaşı onun bu fikrinin değişmesine sebep oldu. Arkadaşı, ona mesleğinin iyi olduğunu aldığı paranın ise diğer çalışanlara göre iyi olduğunu söylüyor, içindeki sıkıntının bir gün yok olacağını zamanın acılarını unutturacağını söylüyor, yurt dışına gitmekten vaz geç diyordu.
Yurt dışında çalışmanın zorluklarından anlatıp, kendinin gidip gördüğünü yaşadığını, sonra pişman olup geri vatanına döndüğünü anlatırken vatanın her yerden her ülkeden daha güzel bir yer olduğunu, anlata, anlata yere göğe sığdıramıyordu.
Aslında anlattıkları çok doğruydu Türkiye, Anadolu bir cennetti, doğup büyüdüğümüz toprakların güzelliği, var deseler’ de hiçbir ülkeden yoktu.”
-Başkasının ülkesinde akşama kadar çalışıp onlara köle olup çok para kazanacağına, kendi ülkende az çalış, az kazan, ülken için çalış bu daha iyi olur deniyordu.
-İnsanın vatanı insana anadır, yardır deniyordu. Bu yüzden ondan’ da, vaz geçmişti.
“Diyar, diyar memleket, memleket dolaşmaya orası senin burası benim der gibi, dolaşmaya başladı. Artık geçmişinin üstüne bir çizgi çekmiş, sevmeyi, sevilmeyi içinden çıkarmış atmış, başka diyarlar gezip görerek, içindeki unutamadığı, yaşadığı geçmiş olayları, zaman içinde unutmaya çalışıyordu.”
-Kendini gittiği yerlerdeki etrafında gördüğü tanıdık olduğu başkalarının başına gelmiş olan, yeni ihanetlerle avutuyordu.
Bir arkadaşı vardı, yeni edindiği güzel bir eşi bir de çocukları vardı. Onların mutlu yaşamları her zaman dikkatini çekiyor onları bir arada mutlu gördükçe kıskanıyordu.
Adam fakirdi, kazancı yeterli değildi amma, yine’ de bunlar kazandıkları, az kazançla mutlu olabilen insanlardı.
“Gözleri zenginlikte değil gibi görünüyorlardı, zenginliğe ellerindeki mutluluğa değişmiyorlardı, onların anlattıklarına göre onların mutluluğu sağlıkları paradan, kazanacakları fazla maldan mülkten’ de daha iyiydi. Eşi çalışmıyor ailece bunlar tek gelirle geçinip gidiyorlardı”
-Ne güzel ne mutlu bir hayat yaşantıları vardı, hayat işte aynen böyle olmalıydı.
-Onlara hep, kıskanarak bakmışımdır.
“Ben yanlış düşünmüştüm, az para ile mutluluk olmaz, güzel ve mutlu biri olarak yaşamak için, aşkın sevginin yanında, kimseye muhtaç olmamak için, hırsızlık yapmamak çalmama için, insanın fazla geliri olması diye düşünüyordum.
Demek’ ki, insan az kazançla da mutlu olmasını biliyormuş ve kendini mutlu edebiliyormuş diye düşünmeye başlamıştım.”
-Gördüklerim, bana bir ders olmuştu.
“Onlar gibi gezdiğim, gittiğim birçok yerlerde yaşayan, mutlu olan nice aileler gördüm, yaptığım, düşündüğüm hatayı anladım. “
-Birbirlerine sımsıkı sarılan, olumsuzlukları kendi geçim kaynakları içinde birbirleriyle paylaşan, üstünden gelmeye çalışan nice aileler insanlar gördüm.
“Kiminin önündeki çocuğu doğuştan, kiminin hasta çocuğu sonradan olmuş, yatalak yürüyemez olmuş, yaşlanmaya başlamış annesinin babasının yardımına muhtaç amma haline şükreden, dertlenmeyen ve asla isyan etmeyen nice insanlar gördüm.”
-Yine de mutluydu onlar.
“Benim çocukluğumda’ da kıskandığım tanıdık fakat babamla onun arasında geçen bir sınır kavgasından oluşmuş fazla samimi olmadığımız bir aile vardı, bağ komşumuzdu.
Bazen onları evlerinin balkonunda karı koca yan yana omuz omuza adam akşam olmuş işinden dönmüş evinde otururken kendi aralarında onlar gülüşüp konuşurlarken görürdüm.
Kendi kendime derdim’ ki ne mutlu bir aile ne güzel anlaşıyorlar, adam işinden dönmüş yorgunluğunu eşi ile kahve çay içip sohbet ederek paylaşıyor der onları kıskanırdım.”
-Çünkü ben kendi ailemde görmemiştim, onlarda gördüğüm bu mutlu tabloyu.
“Ahmet’in kendi geçmişini düşündükçe ve yıllar sonra kendi başına gelenleri düşündükçe içi yanıyordu.”
-Çünkü açtı, mutluluğa, sevilmeye, sevgiye açtı
“Kader onun yüzünü ne çocukluğunu yaşarken öldürmüştü, ne gençken güldürmüştü, o hep ezilen horlanan bir olmuştu.
Attığı atmak istediği son adımda’ da gülememiş, kader onu bir kez daha düştüğü karanlık kuyulardan çıkmak için bocalamaya mahkûm etmişti.”
-O küçümsenen, biriydi.
“Onun doğup büyüdüğü memleketinde, saraylarda oturan beyler vardı, konaklarda oturan, onu bunu kullanan, başkasının sırtından, mallar mülkler edinen ağalar vardı.
Ne olursan ol sen, bulunduğun ortamda, sen her hangi bir işi, yaparken, sadece onların sözleri geçerdi.”
-Mutlu olan da onlardı, sana yol gösterenler’ de onlardı.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm - 36 –
“Yıllar yılları kovalıyor, bizim sevmekten yorgun, ihanete uğramış Ahmet, oradan oraya, durmadan dur durak demeden dolaşıp duruyordu. Ahmet’in bir yerden başka bir yere atama sicil dosyası, yüksek makamlardaki atama mevkilerindeki kişilerin masasındaki siyah meşin sümenin altında duruyor, bu dosya arşive hiç bitmiyordu.”
-Bütün bunlar yetmiyormuş gibi dosyası bir de kırmızı renkle mimlenmiş işaretlenmişti.
Nereye biri gerekse, dosya yerinden hemen çıkıyor, kendine sormadan danışmadan hemen ataması yapılıyordu.
Aslında Ahmet için bu iyi oluyordu, yapılan bu atamalarla kafasındaki sorular kayboluyor, geçmişini unutmaya yaptığı hatalardan akılcı yollara doğru kendini götürmeye başlamıştı.
“Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” sözüyle, kendini avutuyor, gittiği yerlerde ezildiğinin kullanıldığının, kendine verdiği zararı hiç düşünmüyordu.
“Kasabalar, köyler en hücra yerlerdeki çiftçiler, onun dert ortağı olmuş halde, kendisini onların dertlerine adamış biri gibi davranıyor onların sorunlarını bilimsel yollarla paylaşıyor, yol gösteren birisi oluyordu.
Aşkı unutmuş sevmekten vaz geçmiş biri olarak yalnızlığına katlanıyor, soğuk Anadolu kışlarını teneke sobaların başlarında çalışarak, geleceğini düşünerek geçiriyordu.”
-Sevilmeye saygı duyulmaya başlanan biri olmuştu.
Kendisine siyasete atılması için teklifler geliyor, çalıştığı yerin belediye başkanı olması isteniyordu, Her defasında bunu ret ederek, köylerde köylülerin dertlerine derman olabilmenin kendindeki ağırlığı ile bunu kendine layık görmüyor, siyasetin yapılmasındaki, olması gereken, yalanları hırsızlıkları düşündükçe hiç sevmediği bunları yapmamak için, teklifleri geri çeviriyordu.
“Bir gün yeni atandığı yerde çalışırken, odasına giren bir köylünün işini yaptırdıktan sonra para vermeye kalkışması onu yaralamış neden bunu yapma ihtiyacını duydun diye kendine sorduğunda adamın ona senden öncekiler, burada bizim işlerimizi yaparken, böyle çalışıyordu demesi, onun kanını dondurmuştu.”
-O helalinden ekmek yemek isteyen biriydi.
-Anadan babadan öyle görmüş, öyle ekmek yemeye alışmıştı.
Ona göre, bunları düşünmek bile yanlıştı, günlerden bir gün parasal yönünden sıkıntı içinde olduğu bir günde kredi yönünden kendisine yardım edilmesi isteyen biri yanına gelmiş onun parasal sıkıntısını işini yaparsa giderebileceğini söylemişti. Bunu söylerken geceydi ve kimsenin onların oradaki yanlarında olmadığı konuşmalarını duymadığı bir saatti.
Ahmet bu teklif karşısında biraz düşündü, teklifi kabul eder, ister gibi yaptı amma, düşününce hatadan haramdan faz geçip sonradan kendine yediremedi vaz geçti olumsuz bir cevap verdi.
“Ertesi gün sabah olmuş, kaldığı evden çıkma vaktiydi, onun zamanında televizyon olmadığı için, radyolar vardı haberler arkası yarınlar, müzikler, şarkılar türküler hepsi onlardan dinlenirdi.
Radyo duvarın üzerinde, oturma üzerine uzanıp yattığı, içi pamuk dolu kanepesinin üzerindeki duvarın yüzüne yerleşmiş bir halde dururken, açıktı ve Ahmet onu kapatmak için, kanepenin üzerine doğru eğildi, işte bu sırada o, hiç farkına varamadan, ağzındaki ağızlıkta bulunan sigarayı kanepenin üzerine düşürdü.
Düşürdüğü sigaradan habersiz, kapsını kilitledi, işine sonra köylere giden Ahmet, akşam olunca evine döndüğünde, evinde yangın çıktığını, komşuların kilitli kapıyı baltayla, kazmayla kırarak, kovalarla su getirip, kendi yokluğunda çıkan bu yangını söndürmeye çalıştıklarını gördü.
Çünkü çalıştığı kasabada, ne itfaiye vardı, ne de bu iş için bir yerlerde kurulmuş teşkilatı vardı. Yangın kovalarla getirilen sularla söndürülürdü.
Neyse’ ki, komşular yangından ev daha fazla zarar görmeden kurtarılmıştı amma, bu olay Ahmet için kulağına bir küpe olmuş, bu olayın olmasını, akşamki bir an kendisine yapılan teklif sonrasında, parayı alacağının düşünmesine bağlamıştı.
Keşkem ben, bunu dün gece adam işini yatırması için, yanıma kendinde para karşılığı yardım etmem için en sıkıntılı zamanımda yalvardığında, hiç düşünmeseydim dedi., Bu olay bana, c.Allah tarafından gönderilen bir ikaz oldu diye düşünmeye başladı.”
-Ahmet bu olayda, doğruyu güzel olanı seçtiği için, az bir zararla yangından kurtulmanın büyük sevinci ile c. Allah’a şükretti kendisine verilen bu dersi ömrü boyunca unutmadı.
- İşte Ahmet bu yüzden siyasete atılmamıştı.
“Yine bir bahar günüydü, Soğuklar serinliğe dönüşmüş ağaçlar yeşermeye başlamış, bahçeler dağlar, ovalar yer gök her yerler yeşil örtüsüne bürünmüştü. Güneş parlıyordu mavi gökyüzünde, hele akşamın sonrası karanlık yaşadığı şehrin üstüne çöküp gece olduğunda, gökyüzü yıldızlarla kaynıyordu. Zaman işte böyle bir zamandı.”
Manyotalı masanın üzerinde sessiz, sessiz günlerdir duran siyah erikson marka telefon birden çalmaya başladı.
Ahmet kulaklığı kulağına dayadı.
Alo buyurun!
Derinden bir ses geliyor, kimin sesi ne dediği bir türlü anlaşılmıyordu bu yüzden dediğini defalarca tekrarladı.
“Ne olduysa karşıdan seslenen kendini Ahmet’e tanıtmasını becerebilmiş, konuşmaya başlamıştı.
Karşısındaki bu yabancı derinlerden gelen sesler, Ahmet’n, Amerika’ daki arkadaşı olan, kendini oraya davet eden, Kadir’in kendi sesiydi.
Telefondaki ses biraz olsun düzelince, Ahmet karşısındaki arkadaşının sesini hemen tanımıştı.”
-Oysa konuşmayalı aradan yıllar geçmişti.
Onlar telefonda hasret giderdiler uzun, uzun konuştular.
“Kadir artık Türkiye’ye döneceğini, ülkesini özlediğini, hasret çektiğini anlatıyordu. Dönmem için, birkaç ayım kaldı buradaki işlerimi tavsiye etmem gerek diyerek,, ülkeme geldiğimde, çok özlediğim, Ak deniz sahillerinin bir yerinde, kendimce fazla büyük olmayan, bir şirket kurup, bir iş yapmak istediğini, oraya yerleşmek ve Ahmet ile beraber çalışmak istediğini anlatıyordu.
Ahmet bu teklife telefonda, şimdilik olumsuz cevap verse’ de sonradan, belki bu olabilir diyerek, karşısındaki arkadaşına, hele sen bir gel, burada istediğin sevdiğin bir yere sen bir yerleş, o zaman senin bu teklifini ben’ de düşünürüm beraber oluruz diyerek, beraber çalışma konusunda karşısındaki arkadaşına açık kapı bırakıyordu. “
-Aslında Ahmet, telefonda ‘da olsa, onun kendisine yaptığı bu teklifine oldukça çok sevinmişti. İşinden ayrılmak güzel bir şehirde kendi adına çalışmak, kendi işinin patronu olmak, onun hoşuna giden bir şeydi.
-Bunu zaman gösterecekti.
Devletin içindeki siyasetten bıkmış, ortalıkta kol gezen sağ, sol çatışmalarından bıkmış, halkın arasındaki, sen alevisin, sen sünnisin sen Kürtsün sen Türksün sen Abaza Çerkezsin gibi insanlar arasındaki ayrımlardan bıkmış biri olarak, işinden ayrılıp kendi işini kurmanın doğruluğuna inanmıştı.
-Ortalığın bunlardan çalkalandığı, dış kaynaklı emperyalist güçlerin, ülkede karışıklık çıkarmak istedikleri bir dönemdi.
.Bir zamanlar biri anlatmıştı, yaşlı adamlar bir çınar ağacının dibine toplanmışlar vakitlerini geçirirken içlerinden yaşlı biri bulunduğu şehirde çıkan alevi Sünni kavgasının sebebini şöyle anlatıyordu.
“Bir Cuma günüydü. Cemaat camide namazını kılmış, birer ikişer dışarıya çıkmaya başlamıştı, kalabalık camiden yeni çıkmış, caminin önünde toplanırken, bir gurup kim oldukları belli olmayan tanımadığımız gençler, bizleri göstererek, Peygamber’in itleri yine namaz kılmış çıkıyorlar diye bağırarak, caminin olduğu caddeden geçip gittiler.
“Bu sözleri duyan, cemaat daki Sünni insanlar, gençlerin bu yaptıklarını kaldıramadı, şehirdeki Alevilerin kapılarına dayandılar onları kendi şehirlerinden zorla çıkarmak başka yerlere göndermek istediler bu yüzden o güne kadar aralarından hiçbir şey olmadan kardeş, kardeş yaşayan bu insanlar, birbirlerine düşman olmaya şehirde kan dökmeye başladılar diye anlatıyordu. Olayın sonra, şehirdeki askerin müdahalesi ile kan dökerek bastırıldığından söz ediyordu.”
-Ne kötü yıllardı onlar.
- İşte Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ n ülkemiz için kurduğu anayasaya koyduğu laik cumhuriyet, ülkemiz idaresinde bundan iyiydi. Laik anayasa o zamanlarda olmasaydı, o günlerde yapılan bu çirkin olaylar durabilir’ miydi?
-Asla duramazdı.
Ülkede yaşayan, otuz dokuz çeşit milleti bir arada kardeşlik içinde tutan, ülkeyi Emperyalist güçlere yem olmaktan kurtaran bu idare sistemi değil’ miydi?
“Yine birinde bir gece yarısıydı, herkes uykusuna dalmış, don gömlek rahat yatağında yatarken, uykudaki bu insanlar, gecenin ortasında ya da son yarısında, büyük bir gürültüyle uyanmışlardı.
Don gömlek uykusundan uyanan, uykusunu alamamış bir millet, evden fırlamış dışarıya çıkmış, evlerin önünde akşamdan park etmiş oldukları, dinamitlenmiş cayır, cayır alevleri göklere yükselen, yanan arabalara bakıyorlardı.
Alev gökleri sarıyordu, onları yangından kurtarmak bir yana, yanan bu arabaların, yanına bile yaklaşmak mümkün değildi.
-Böyle günler yaşamıştı bu ülke.
-Beterin beteri var, c.Allah ülkemizi, önce içtekilerden, sonra dıştaki düşmanlarımızdan korusun.
“Hiç unutmam, yeni yaşamaya başladığım şehirde ben tanınmayan bir yabancıydım. Nereye gitsem, nerede bulunsam birinin beni takip ettiğini gördüm, beni araştırıyorlardı bu adam kimdir kimin nesidir nereden geldi bu yere diye, Yaklaşıp beni takip edene soramadım, sen kimsin neyin necisin beni arkadan neden takip ediyorsun diye korkumdan soramadım.”
Bu yüzden ben, devlet yapısında hep, laik Cumhuriyetten ve üniter devlet sisteminden yana oldum. Onu ve Atatürk ilkelerini onun geleceğe yıllar sonrasına ışık tutan söylevlerinden, yıllar sonra, gerçekleştiğini gördüğüm onun vatanım için söylediği, fikirlerinden yana biri oldum, savundum. Bu millet çok şeyler gördü, istiklal marşı okunurken yerde oturanları gördü, kendisine bu bağımsız ülkeye nankörlük yapan insanları gördü.
-Laikliktir çünkü çeşit, çeşit milletlerden ırklardan gelmiş aynı ülkeye yerleşmiş, dini ayrı mezhebi ayrı, örf ve gelenekleri ayrı olan insanları bir arada tutan, Laiklik insanlar arasındaki onları birbirine bağlayan kız alıp kız vermelerine neden olan birlik beraberlik içinde yaşatan, laikliktir. Yeter’ ki, kimse onların arasına girmesin onları, birbirlerine düşürmesin bakın o zaman, onlar ne güzel kavgasız gürültüsüz birlikte yaşarlar.
“İnsanların birbirlerine düşman olduğu birbirlerine düşman gözüyle baktığı yıllarda, aşklar bile ona göre yaşanıyordu.
Kimse kendisinden olmayan bir ırktan milletten, kız alıp vermemeye başlamıştı.
Herkes herkese ülkede, düşman gözüyle bakmaya başlamıştı. Askerler onun için vardı ve ülkenin idaresine çoğu zamanlarda ondan el koymuşlardı.
En azından millet, bunu öyle biliyor, öyle söylüyordu. Kimse ülkenin kalkınmasını, güçlenmesini çekemiyordu.
Laik idare sistemini, ilk fırsatta ülkede ortadan kaldırmak, halkı halka karşı aralarına nifak sokup kırdırmak, bölmek ve öyle yönetmek istiyorlardı.”
-Milletimiz içinden liberal devletler, yeni devletler çıkarmak isteniyordu. Özellikle petrol yataklarına yakın bölgelerde bir ayrı devlet kurmak, onları zamanla güçlü bir devlet haline getirtip ülkenin yanı başında başkasının emrinde başkalarının ne dediklerse yapan ordusu ile zenginliği ve teknolojisi ile güçlü bir devlet bulunsun istiyorlardı.
-İşte bunlardan çıkışın çaresi, laik devlet olmakta yatıyordu.
“Siyasetten politikadan uzak duran, siyasetin çirkin yalancı yüzlerini görmek yaşamak istemeyen Ahmet, arkadaşının ülkeye döneceği günü beklemeye ve onunla birlikte çalışacağı, bir sahil kasabasında, yeni bir hayatı yaşamaya başlayacağı günleri, ayları yılları hayal edip beklemeye başlamıştı.
Düşünceleri değişmiş eski sevdiğinden ihanet görüp, aldatıldığı kendini içkilere verdiği, mutsuz günleri geride bırakmış biri olarak işine daha sıkı sarılmaya başlamıştı.”
-Artık eskisi gibi çok içmiyordu.
-Orucunu tutup, namazını kılan biri olmuştu.
“Bir ramazan ayıydı, gittiği çalıştığı bir iş yerinde, ramazanın ortasında bir belediye başkanın oturmuş biriyle içki içtiğini görmüştü, çok kızdı aralarında tartışmalar başladı, oruçlu ve sigara içmeden zor duran Ahmet, içki içen ona sinirlenerek, belediye başkanını, kolundan tuttuğu gibi dışarıya attı ve onu kendine ait iş yerinden kovdu.
Bu gereksiz olay, orucun ve sigara içmemenin kendine verdiği, sinirlenmeden meydana gelen, gereksiz olay, duyulmuş mahalli gazetelerde manşet olmuş, ilgili makamlar bunu gazetelerden okumuştu.
Sonuçta, seçilerek göreve gelen belediye başkanı haklı çıkmış Ahmet ise, bulunduğu yerden başka bir yere başka bir görevle atanmıştı.”
-Hak adalet, seçilenden yana olmuştu.
-Ahmet artık arkadaşının geleceği günü daha çok düşünür olmuştu.
Sahil şehirleri güzeldi, bulunduğu yerdeki gibi kar yağmaz dondurucu soğukları da olmazdı, bulunduğu yerde kışlar çetindi ve soğuklar eksi derecelerde olur, insanları soğuktan bıkar köylerin yolları kapanır köylere gelip gitmeler çok zor oludu.
“Günlerden bir gün Ahmet bir köye işi için gittiğinde, gece vakti bindikleri araba yoldan çıkmış kara gömülmüş, karda mahsur kalmıştı telefon yok, yoldan gelip geçen yok ne yapacaklarını bilmeden, arabayı olduğu yerde bırakıp, yakınlarda bulunan bir dağ kulübesine sığınmışlardı. Gecenin bir yarısında sığındıkları kulübenin etrafında uluyan kurtların sesleri duyuluyordu.
Kurtlar açlıktan olsa gerek, içerideki bunların, kokusunu almışlar, biriken beş on, olmuşlar, kapıyı zorluyorlar, tırmalıyorlar içeriye girmeye çalışıyorlardı.
Kulübenin içindeki, bulabildikleri odun sandalye gibi ağaç aksamlı neler varsa, ocağa atıp yakarak, hem dışarıda durmadan uluyarak kulübenin etrafında dolaşan aç kurtların, yanan ateşten korkmasına uğraşıyorlardı, hem de kendileri ısınıyorlardı.”
-İyi’ ki içeride bazı sandalyeler ve biraz kıyılmış odun vardı da, onların sayesinde, içeri soğuktan donmaktan kurtulmuşlardı.
Fakat yakacak odun gittikçe, bitmeye başlayınca Ahmet ve onun yanındaki şoförü, odunları bitince, içeride ne yapacaklarını düşünürken, aklına bir fikir geldi. Pencereyi açarak dışarıda dolaşan kurtlardan birini vurursak, diğer aç kurtlar onları yer onlar birbirlerini yerken biz de dışarıya çıkar dışarından yakacak odun getiririz diye düşünmeye başladılar.
Fikri uygun gören Ahmet belindeki silahını çıkardı, camı hafifçe aralayarak kurtlardan birine birkaç el ateş etti.
Kurt yaralanmış, karların üstünde kıvranıyor, bir taraftan da acı içinde ulumaya başladı. Kurların ulumasına, etrafta ne kadar çok kurt varsa, şimdi hepsi oradaydı. Ne kapıyı açabilirlerdi, ne’ de dışarıdan içeriye yakacak odun getirebilirlerdi. En iyisi onlar için birbirlerine sokulup sabahın olmasını beklemekti.
Onlar sabaha kadar, ocaktaki sıcak külü karıştırarak iki kişi birbirine sımsıkı sokulmuş olarak, aç ve susuz yakacaksız girdikleri sığındıkları kulübenin içinde sabahladılar.
Sahil kasabalarının birinde yaşamayı özellikle ak deniz sahilindeki bir kasabada yaşamayı ondan çok istemişlerdi.
Ak deniz kıyıları güzeldi. Baharı yazı ve kışı dört mevsimi birlikte yaşatan kışın soğuklarından insanları donmaktan koruyan denizi ile dağları ile güzelliğe sahip bir yerdi.
Ahmet daha önce yaşamış arkadaşı Kadir ile, birçok olaylara tanık olmuş olmasına rağmen, yine’ de yaşanacak yerdi.
Hatıraları anıları vardı oralarda yaşayan bunları unutmamış biri olarak, tekrar gitmek istediği bir yerdi.
Bir arkadaşı vardı çok eskiden, sahildeki şehirlerden onun sözünü tutmuş olsaydı şimdi hem zengindi, hem de oradan oraya koşturup durmadan gezen biri olmayacaktı.
Kendine bir akraba kızını göstermiş, orada kalmak başka yere gitmemek şartı karşılığında, onunla evlenmesini istemişti.
“Ahmet onu, kendi ailesine yakın, eş değerde bir aile olarak görmediğinden ve bir’ de kendine sunulan şartların ağırlığını düşündüğünden kabul etmemişti.”
-Çünkü davul, dengi dengine değildi.
“Kendince Ahmet’ n gözü hala, aşkta değildi. Akıldaydı ve, kendinin aldatılmış olmasının ihanete uğramasının içini yaralayan yüreğini kana bulayan, geçmişindeki olayın düşüncesi ile, kendi memleketindeki güzel çirkin demeden evlenecek kızlardaydı. Ve Ahmet doğup büyüdüğü, kendi memleketinden biriyle evlenmek istiyordu.”
-Güzellerden korkmuş biriydi.
-Aradığı sadakat, fakirliğe göğüs germesini bilen gerektiğinde azla, yoklukla yetinebilen, yalansız dolansız biriydi.
-Sevgi dolu olsun, insanların yüzüne karşı, güler yüzlü olsun evine sadık biri olsun, başka bir şey istemem diyordu.
Bilmezdi’ ki bu bir, alın yazısıydı, bu yazı kim bilir ne zaman insanın yoluna çıkardı.
Kader, kısmet denen böyle bir şeydi amma Ahmet kadere inanmayan biriydi. Onun kendi elinde olduğunu, insanların hayat yolunda kendi kaderlerini gittikleri yol üzerinde kendilerinin belirlediğine inanıyordu.
Oysa bunu yapabilmek için, önce çalışmak amaç uğruna gayret göstermek zengin biri olmak, sonra c. Allah’a amacı uğruna gittiği yolda, güvenmek gerekiyordu.
-Bunu yapabilir’miydi?
-Hayır.
Ne ona yol gösterecek biri vardı ne de onu arkasından destek çıkacak, gideceği yolda ona, yardımcı olacak biri vardı.
-Kimsesiz gibiydi.
-o mecburen, yazılmış kendi kaderinin kendine gösterdiği yoldan gitmeye, varacağı sona oradan varmaya kendi için yazılmış kaderine inanmaya mecburdu.
“O kendine âşık değil, aslında etraftaki doğaya denize dağlara Anadolu’daki köylere çamurlu sokaklarda çıplak ayaklarla yırtık pantolanlarla gezenlere, tarlalarda çalışmaktan alnından verdiği emekten, yağmur gibi, terler döken helal ekmek yiyen, evlerindeki saç sobalarında odun kömür yerine tezekleri yakan, insanlara âşık biriydi.”
Seviyordu, gezdiği yerlerde gördüğü Anadolu insanlarını ve dağ köylerinin, misafirperver davranışlarını seviyordu.
Çok gidiyordu köylere çok geziyordu, dağlarda ormanlık yerlerde bayırda çoraklaşmış sulanmak isteyen, tarlalarda oralardaki sorunları görüyordu
“Güneşin doğduğu, bir güzel yerlerdir denen, Anadolu’yu öğrenmişti, Anadolu’dan. Hattuşaş ‘ı öğrenmişti Hattı Türklerinin ilk yerleşim yeri olan sonra buralara gelip yerleşen eski Hatti insanlarıyla kaynaşan ve daha sonra Eti imparatorluğunu kuran sonra yok olan onları yaşadığı yerleri görmüş etkilenmişti onlardan gittiği gezdiği yerlerde, harabe olmuş şehirlerdeki kalan eserlere bakarken.”
-Seviyordu Anadolu insanlarını seviyordu.
-Fakat yine’de, bir zamanlar yaşadığı arkadaşlarının aşklarına şahit olduğu yerdeki Ak deniz kıyılarını ve masmavi deniz sularının, kumsallarında çırpınışını, akşamları gün batarken yakamozların kıpırtısını özlemekten kendini alamıyordu.
Elinde bir zıpkın, gözlerinde gözlük, denizin kıyılarındaki koylarda, kayalıklarda, saatlerce dolaşıp balık avlamayı seviyordu.
Sonra yorgun olduğu zamanlarda arabasına binip deniz kenarında durup uçsuz bucaksız denize bakarak yorgunluğunu gidermeyi seviyordu.
“Bir keresinde bir akşamüstü gitmişti deniz kenarına, denizin içlerine doğru uzanan eski bir balıkçı teknelerin yanaştığı bir yerde, iskelenin girişinde durmuş arabasındaki radyosunun sesini hafifçe açmış hem dinliyor, hem denizin ufkuna bakarak gözlerini dinlendirip ruhuna huzur eklerken, bir olaya şahit olmuştu.
Adamın biri arabasıyla hızla gelmiş, iskelenin içine girmiş sonuna doğru gidiyordu, dalgalar iskelenin üstünü ıslattığından iskele kaygan bir vaziyet almıştı, arabayı kullanan adam sarhoş olduğundan arabasına hakim olamamış kaydırmış arabayla beraber denize düşmüştü.
Etraftan bunu görenler derhal denize atlayıp onu denizden çıkarmış, ölümden kurtardıklarında, adam durmadan kusuyor, kustukça, kustuklarından etrafa anason kokuları yayılıyordu.”
-Bu olay onun hep onun hafızasındaydı. Yine’ de Ahmet, çoktandır gitmediği, görmediği bir zamanlarda beraber olduğu denizi özlüyor ve onu seviyordu.
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm - 37 -
Ahmet bir zamanlar Ak deniz kıyısında yaşamış, anıları olan biri olarak oralarını özlediğini söylüyor, geçmişte yaşadığı öykü gibi acılarla dolu, bir anısını bizlere anlatıyordu.
Kışın gelmesine yakın bir gündeydi. Ağaçların yapraklarının sararmaya dökmeye başladığı, denizin çıkan soğuk esmeye başlayan rüzgârlarla, çalkalandığı kıyılarını çıkardığı hırçın azgın dalgalarıyla vurmaya başladığı bir son bahar günüydü.
Yanımdaki benimle gelen, bir arkadaşımla, denizin kenarına gitmiş, denizin dalgalı sularının, kıyıdaki çakıllı kumsala, dalgaları çarparken çıkardığı, köpüklü suları bir kıyıdan seyre başlamıştık.
Kendini sevenleri ile artık vedalaşmış, ayrılığı yaşamış olan deniz, yalnızlığına yeniden bürünmüştü. Gelecek yazı bekleyen, masmavi bir deniz vardı bizim karşımızda, deniz hırçın dalgalarını seriyordu, sahildeki sessizliğe bürünmüş, kumsaldaki kumların üzerine vuruyordu.
Yalnızlığı içinde kıvranan, çakıl taşlarına kızgınca köpüklerini çarpıyordu deniz, ikide bir insanlardan yoksun sahilinde. Beyaz köpüklü dalgalardaki çakıl taşları, durmadan arakası, arkasına, bir ileri bir geri yığınlar halinde, kıyıya doğru gidip geliyordu.
Yazdan kalma, kimselerin olmadığı bu ıssız günde, deniz yalnızlığını yaşamaya başladığında, kumsalda artık ne güneşlenen biri vardı, ne’ de soyunmuş bir denize giren kimse vardı.
Denizdeki çakıl taşlarına vuran çarpan dalgaların sesleri’ de olmasa, tam bir ölüm sessizliği yaşanıyor olacaktı.
Ben orada denizin dalga seslerine kulağımı vermiş gözlerim ufukta, yanımdaki benimle gelen arkadaşımla yan yana oturmuş, günün yorgunluğunu çıkartıp, sohbet ederken, yanımıza yaklaşan bir arabanın çıkardığı, korna sesiyle irkilmiştim.
Döndüm arkama, gelenlere baktım. Yanımıza kadar gelen bu arabadan inen kişileri, bana hiç’ de yabancı gelmeyen, hayal meyal tanımaya çalıştığım biri inmişti.
Yanında sarışın, güzeller güzeli, benim onu o güne kadar, hiç görmediğim tanımadığım, bir’ de, genç bayan vardı.
Geldiler yanımda durdular. Ben’ de o anda kendi arabamda arkadaşımla beraber oturmuş, doğanın sesini dalgaların çığlığını dinleyip, karşımızdaki denizi dalgın gözlerimizle ufka doğru bakıp, seyrettiğimiz için, arabanın yan camını açtım, yanımıza doğru gelenin yüzüne baktım.
Ben devamlı olarak dikkatle baktığımda, onun siması hiç’ de yabancı gelmeyen, arabasından inip, bana doğru gelen bu adamın kim olduğunu düşünüyor, onu geçmişte kalmış bir yerlerden, hatırlamaya çalışıyordum.
“Yabancı benim kendisini tanıyamadığımı düşünmüş olacak’ ki, bozuk bir Türkçesi ile ben dedi kendini tanıtmaya başladı.”
-Bozuk Türkçesi ile, sen beni tanıyamadın galiba dedi.
-Ve sonra arkasından tatlı bir şekilde gülümseyerek, yüzüme iyi bak mutlaka beni tanıyacaksın, ben senin bir zamanlardaki bir piknik alanında tanıştığın bir hafta ya da on gün beraber olduğun, Alman dostun Barboraza’ yım dedi.
Onun benim yüzüme doğru bakıp, bana öyle demesiyle, yıllar sonra’ da olsa, bende jeton düşmüştü.
“Yanında sarışın bir bayanla, arabasıyla yanımıza kadar gelen bu adam, çok yıllar önce, bir karavanlı piknik alanında tanıştığım ve bir müddet beraber dostluk kurarak, birlikte onunla neşeli günleri paylaştığımız bir Almandı.
Onunla ben beraber aynı piknik alanında onunla kaldığımız, beraber onunla hoş günler geçirdiğimiz günlerde, ikimiz’ de, aynı piknik alanında beraber mangalda kömür yakıp etler pişirip, onunla piknik yaptığımız, beraberce bir yaz gününde bir müddet beraber olduğumuz hoş sohbetler yaptığımız günleri eğlendiğimiz geceleri hatırlamıştım.”
-Adını söyler söylemez hatırlamıştım.
İlk gördüğüm zamanda, bu gelen Alman dostum gördüğüm güne göre, daha gençti. Sonra gördüğümde ise, onu biraz yaşlanmış biraz’ da değişmiş biri olarak görmüştüm.
Bir de kızıl sakallarını bırakıvermiş, sakalları birbiri içine girmiş ve karışmış, kızıl sakallarının içinde sanki kaybolan yüzü vardı,. Ben, onun için birden tanıyamamıştım.
Oysa biz adamla on, on beş gün iyi bir dostluk yapmış, arkadaşlığımızı geliştirmiştik.
Akşamları ya ben onun karavanında oluyordum beraber yiyip içiyorduk, ya’ da o gelip, benim çadırımın önündeki masama çöküyor, sohbet edip, onunla birlikte yiyip içiyorduk.
Tam olarak, Türkçe bilmemiş olsa’ da, yine ‘de benim ya da başkasının, anlayabileceğim kadar Türkçe biliyordu.
Arkadaşımı arabada bırakıp, kendi arabamdan indim, çoktan beri görmediğim bu Alman dostumla sarmaş dolaş olmuştum.
Sonra bir kenara çekildik, onunla konuşmaya başladım. O da bozuk Türkçesi ile bana, benim görmediğim zaman içinde, kendi hayatında olan bitenleri anlatmıştı.
Barboraza’yı görmeyeli, adam çok götü yıllar görmüş geçirmiş meğerse. Yıllar önce benimle kaldığı, dediğim piknik yerinden kendi ülkesine tatil dönüşünde, Bulgaristan hudutları içinde yaptığı bir kaza’ da, çok sevdiği benim de kendisini tanımış olduğum, eşini kaybettiğini, artık yalnız kaldığını yanındaki kızıyla beraber yaşamaya başladığını söylüyordu bana, başına gelen kötü acı olayları anlatıyordu.
Bir taraftan’ da yanındakinin çok sevdiği eşinden hatıra kalan kızı olduğunu, sonradan kendisinin tanıtmasıyla anladığım, genç bayana, sarılıp ağlıyor gözyaşları döküyordu.
-Barboraza onun asıl adı değildi.
“Bu ismi kendisine eski beraber piknik alanında kısa bir süre, beraber yaşadığımız, dostluğumuzun olduğu sıralarda anlattığım bir hikâyeden dolayı ona ben takmıştım.
Barboraza aslında, tarihler öncesi yaşanmış yıllarda, Anadolu’ya akınlar düzenleyen, haçlı ordularının Göksu nehrini geçerken boğulan, Alman komutanıydı. Bir akşam onun hikayesi ona anlatırken,sen Barboraza’nın torunusun bundan sonra, senin adın bu olsun demiştim..
O da bana, tenimin ona benzeyen rengime bakıp, zaman, zaman sen’ de bir Alman sayılırsın çünkü rengine baksana, sen bizlere benziyorsun, sen’ de, buralara gelen buralarda yaşamış kalmış olan, Barboraza’nın torunusun diye, kendince alay edip, takılmaya başlamıştı.
İşte bu, anlattığım Barboraza bana, yıllar sonra büyüyen gelişen genç bir kız olan, çok sevdiği onun hareketlerinden belli olan, yanındaki kızına, eski kendisinin gezip gördüğü birlikte güzel günler geçirip, dostluklarımızın oluştuğu, ülkemdeki güzel yerleri göstermeye geldiğini söylüyordu.
Yola sadece anılarını tazelemek ve bunun için çıktığını, bu yerleri annesinden kendine hatıra kalmış olan, çok sevdiği biricik tek kızına, kendi gözleriyle güzel yerleri kendine ölmeden, ülke, ülke dolaştırıp, görmesini istediğini yerlerden geçerken, beni hatırladığını bu yüzden bana uğrayıp, benim bir hal hatırımı sormayı düşündüğünü söylemişti.
Onun böyle düşünmesinden duygulanmış olan, ben’de onu görünce, çok sevinmiştim.
Yıllar sonra, kendisi ile kısa bir müddet beraber güzel günler geçirip, dostluk kurduğum, bir anılarımız olan bir yabancı insan tarafından, benim hatırlanmış olmam, çünkü bana göre, çok güzel bir şeydi, ileride güzel bir anım olacağını düşündüğüm bir şeydi.
O gün bu benim hatırımı sormak için yanıma kadar gelen, bu Alman dostumu ve onun kızını, kaldığım evimde misafir ettim. Yemeğe aldım, kendi kaldığım bekâr evimde yatırdım götürdüğüm lokantalarda yedirdim içirdim diye anlatıyordu Ahmet.
-Sonra onunla konuştuklarını, onun kendine anlattıkları anlatmaya başlamıştı.
-Ertesi gün olmuştu diye başladı.
-Ben işime çalıştığım yerdeki işime gitmiştim.
Bu Alman dostum, kendisi de, yanındaki kızıyla beraber ilçedeki görülmesi gereken yerlere gezmeye gitmişlerdi.
Tıpkı geçmişte onunla beraber olduğumuz günler gibi, hava sıcak ve mevsimlerden sonbahar olmasına rağmen, yine yazdan kalma eskisi onunla beraber olduğumuz anılarımızın olduğu günler gibi, onunla bir günü daha yaşıyorduk. Soğukların başladığı sonbaharın artık son baharın yaklaştığı bir gündeydi.
Güneş yükselmiş, tam tepemize çıkmış, vakit nerede ise, öğlen olmuştu. Jandarmalar kapıma gelmiş, beni soruyorlardı.
Onlara soruları üzerine, kim olduğumu, kendimi tanıttım bana, kendileriyle karakola kadar gelmemi istediler.
Ben şaşırmıştım. Benim ne polisle ne de jandarmayla hiçbir işim olamazdı. Ben onların beni karakolda ifadem alınacak hiçbir olaya tanık biri değildim. İşimi bıraktım, kalktım onlarla beraber çağrıldığım karakola gittim.
Sevgili dostum adını Barboraza koyduğum Alman baktım gittiğim karakoldaydı. Ve iki gözü iki çeşme olmuş, ağzı yüzü sarılı karakolun içinde dolanıp ağlayıp duruyordu.
Barboraza çok sevdiği eşinden kendisine hatıra kalan ve Anadolu’yu tanıtmaya gördüğü anısı olan güzel yerleri gezdirmeye çıkardığı, biricik kızını kaybetmişti.
“Sabah olmuş kahvaltılarını benim yanımda yapıp benden ayrıldıktan sonra, ören yerlerini gezmeye giderlerken, arabası ile bir yardan aşağıya uçmuşlar, arabaları param parça olmuştu. Bu kazada kendisi ufak yaralarla kurtulurken, yanındaki emniyet kemerini takmayı ihmal eden kızı ise ölmüştü.”
-Bu sevgili Alman dostum, o gün bir kez daha yıkılmıştı.
“Kötü kaderi ona bir kez daha, oyun oynamış yüzüne olanca gücüyle tokadını vurmuştu.
Bilmiyorum bu Alman dostum şimdi nasıldır, neredir bilemem amma, onun hiç iyi olmadığını, ya’ da artık kendisinin’ de hayatta olmadığı kesindir.”
Ahmet bunları anlatırken, Ak deniz kıyılarını hem özlediğini söylüyordu, hem de acı anılarına yanıyordu.
Daha başka anıları da olan Ahmet Ak denizin kokusunu daha gitmeden hisseder gibiydi.
Arkadaşı Kadir ile, Oya ile beraber yaşadığı acı anıları olsa’ da yeniden gitmek oralarda yaşamak istiyordu.
“Orta Anadolu’ un soğuk havası kışları, saçaklardan buzların sarktığı elinin demire tutunca soğuktan yapışıp kaldığı günler artık onun için, zor çekilen günler olmuştu.”
Vedalaşmak istiyordu Anadolu’ un tahıl deposu, pancar deposu olan, topraklarında şehirlerinde, hatta bazen köylerinde edindiği, sıcakkanlı arkadaşları ve günlerini beraber geçirdiği, akşamlarını dolu, dolu yaşayıp, içki sofralarında paylaştığı, hiçbir zaman unutamayacağı dostları ile artık dalaşmak istiyordu.
“Aslında, sevmişti Anadolu’yu amma, yine’de Ak deniz kıyıları oralardan güzeldi. Bir zamanlar vatanın her yeri benim için birdir dediği, koşa, koşa görev yapmak için gitmek için adeta can attığı, bu güzel yerlerden kopup, anılarının olduğu topraklara artık geri dönmek istiyordu.”
-Bunu neden istiyordu, kendi de bilmiyordu.
Belki’ de içindeki boşluğu, kalbindeki yarayı orada saracak, uğradığı ihaneti orada unutmak istediğindendi. Yarasını henüz saramamış iyileştirememişti.
Âşık olan bilirdir
Aşkı,
Aşk bazen ölmektir, bazen’ de, ölüp, ölüp dirilmektir.
Gerçek aşkı, yaşıyorsan!
Aşk bir sevdadır, bazen tamiri olmayan bir yıkımdır.
Sürünmektir.
Aşk,
Uğruna ölmeyi, bilebilmektir.
Âşık’ mı yüreğin,
Yıllar geçse aradan, yine’ de çıkmazdır içinden.
Dururdur, kalbinin bir köşesinde,
Ağlatır sen, gizli, gizli hatırladıkça unutmaya çalıştığın.
Çünkü sevmişsindir.
Gün gelir, kâh hayallerini kurarsın,
Gün gelir, ah çekersin.
İncitirdir seni geçmişin, sen aşkını hatırladıkça.
Bazen kadere dersin.
Çekmeye çalışırsın, geçmişte yaşadıklarını sinene
Elinden bir şey gelmezdir çünkü.
Üzülürsün.
Değişmez, kaderine yanarsın.
Bir yerden bir yere giderken acır insanın yüreği, çünkü anılar vardır, acı tatlı yaşananlar vardır.
Bunları arkanda bırakıp, hiçbir şey yaşanmamış gibi, yıllarını verdiğin yerlerden ayrılmak, çekip gitmek insana zor gelirdir.
Dalıp gitmişti Ahmet, düşünceliydi, nedir senin düşündüğün desen, kızar öfkelenir, sana sırtını dönerdi.
Kimseye içini dökmez olmuş, yalnız gezer, kimseye hal hatır sormaz, konuşmaz biri olmuştu. Sorsan başını çevirir bir selam bile vermeden, senden uzaklaşır giderdi.
-Mutsuzdu.
-Düşünceliydi.
-Sigara üstüne, sigara içen biri olmuştu.
-Hala kendine ihanet eden kadını düşünüyor bunu onun nasıl yaptığını, kendi içinde sorguluyordu.
Uzaklaşmak bir an önce bunları yaşadığı topraklardan başka toprakların olduğu yerlere gitmek içindeki çıkamadığı sıkıntıdan, yeni arayışlar içinde kurtulmak istiyor, kendi kaderini, yine kendi yenmek istiyordu.
-Oysa değişir’ miydi insanın kaderi?
-Sürükler götürür giderdi seni. Sen nereye gitsen sen ondan nereye kaçsan, asla kurtuluşun olamazdı ondan.
Leyla’ da Kadir ile aşk yaşarken öyle olmamış’ mıydı, Kadir kendisini kullanıp bir paçavra gibi bir kenara atıp sonra başkasını bulmamış’ mıydı?
“Ne günahı vardı seven bu kadının, yıllarca acı çekip, biricik sevdiğinden kendine hatıra kalan çocuğunu, öksüz bırakıp ölüm döşeğine yalnız ve kimsesiz anasız babasız, yavrusunu ölürken ağlatmamak için, onu başkalarında bırakıp, son nefesini çektiği ızdıraplar içinde verirken, onun ne günahı vardı.”
-Acılar sevenler için, çirkindir.
Ahmet geçmişinin acısı içinde bu acıdan kurtulacağı yerler olduğunu sandığı Ak deniz kıyılarını düşünüyor, denizden esen yelle kokan turunç, narinciye daha oralara Anadolu’nun soğuk vurgunu topraklarını bırakıp, henüz yeni bir hayata başlamadan, geri dönmeden, kokularını içinde hisseder gibiydi.
Bir zamanlar göçerlerin yaşadığı, deve katarlarıyla günlerce, aylarca yol gidip otlaklara göçülen, yaylarda kara kıl çadırlar içinde oturulan, soğuk akan su içilen pınarları akan ve sonra, Ak denize yükseklerden bakan, masmavi denizlere göz kırpan, yaylar dağlar oradaydı, mavi bayraklı sular sahiller oradaydı.
İlk görmüştüm Ak denizi ben, altmışlı yıllarda, yanımda bir arkadaşımla bir Pazar günü plaja gitmiştim. Bağ bahçe aralarındaki derelerin büğetlerinde, belimde su kabağı bağlı iken, öğrendiğim yüzmeleri, bir’ de denizde deneyecektim.
Kaç lira verip girdiğimi hatırlamıyorum amma biraz fazla para istemişler yine’de vermiş girmiştik. Yanımızda getirdiğimiz mavi şortları soyunma kabinlerinden birinde giydikten sonra, denizin içine doğru yürümeye başladık. Deniz durgundu ve derin değildi, biraz ilerleyip yüzmeye çalışırken birden vücudumun yanmaya başladığını hissetmeye başlamıştım, acısına dayanamadım ve dışarıya kumsala çıktım, Meğer denizanaları varmış gittiğimiz plajın sularında, nasıl canım yanmıştı ’da ben hala aklımdan çıkmaz o günlerim hatırlarım.
Devamı gelecek sayımızda
Aşka ihanet romanımdan
Bölüm -38 –
Yavaş, yavaş artık kendimi güçsüz hissediyor, yaşlanmaya başladığımı eskisi gibi olmadığımı gücümün azaldığını kalmadığını vücudumdaki yorgunluğu hissediyordum,
-Yorgundum ve bir yerde oturup dinlenmeliydim.
Deniz kenarına doğru, yürümeye başladım. Güzel bir köşe vardı denizin kenarında masalar atılmış oturanlar çay içiyorlardı benim de canım çekmişti gittim masalardan birine oturdum.
Deniz çok güzel görünüyordu o gün, ne bir çırpıntısı vardı ne dalgası, gök kubbenin altında masmavi örtüsünün üzerine çekmiş, sessizce uyuyan, mavi gözlü güzel bir kadın gibiydi.
Yanıma gelen garsondan, bir fincan çay getirmesini söyledim çok geçmeden garson elinde tepsi üstünde çay fincanı yanıma geldi buyurun derken gözlerimin içine bakıyordu, sanki beni bir yerlerden tanımış, başımda bekliyordu.
-Hayırdır bir şey mi söylemek istiyorsun
-Demiştim
Evet dedi, evet, sizi ben bir yerlerden tanır gibiyim amma çıkaramadım nereden tanıyorum diye düşünüyorum dedi.
Sonra düşüne, düşüne yanımdan ayrıldı işine gitti.
-ben de şaşırmıştım, onun kim olduğunu düşünmeye başlarken denizin güzelliğini seyrediyor, geçmişi yıllar öncesinin anılarını karıştırıp geçmişten bir şeyler bulmaya duruyordum.
Gelen çayımı yalnızlık içinde yudumlarken, tek düşündüğüm geçmişi hayal etmek, anılarımı düşünmek olmuştu.
-Çünkü konuşacak, dertleşecek yanımda biri yoktu.
Aklıma ilk gelen, yıllar önce yaşadığım bir yerdeki, başımdan geçen anılarım olmuştu.
O eski üstünden çok zamanlar geçmiş, hayatımdan çıkmış gitmiş, alacakaranlık günleri düşünüyor, etrafımda onca insanlar varken, içindeki garipsediğim, içinden çıkamadığım yalnızlığım içinde geçmiş gitmiş yıllarımı düşünüyordum.
Aklıma takılmıştı unutmak istediğim anılarımdan biri, onu hayal etmeye başladım.
-Yıllar öncesine gittim.
Çocukluk aşkımın başladığı yıllara, buluğ çağına yeni gelmek üzereydim ve ortaokuldaydım, uzaktan, uzağa birini sevmeye başlamıştım. Bir Çerkez kızını, o da benim gibi aynı okulda aynı sınıfta okuyordu. Her sabah aynı yoldan okula gidiyor bazen yan yana yürüyor konuşa, konuşa okula kadar gidiyorduk.
-Sarışın güzel bir kızdı.
- Uzun saçları beline kadar inen güzel biriydi.
“Bir gün onunla beraber yürüyerek okula biraz gecikmeli olarak vardığımızda, nöbetçi öğretmen bizleri yanına çağırdı.Elinde tahta bir cetvel bizim ellerimizi açtırdı., Neden geç kaldığımızı sorgulayarak bizlerin ellerine elindeki tahta cetvelle vurmaya başladı ellerimin dayaktan acıyordu, ve kıpkırmızı olduğunu hissetmiştim
Sonra bana dedi’ ki bu kızın yanında seni, bir daha gezerken ya da okula gelirken birlikte görmek istemiyorum. Bağırdı çağırdı, kızdı, sonra bizi sınıflarımıza gönderdi.
“Düşündüm öğretmenin neden bana böyle dediğini içimde sorguladım ve kız arkadaşıma sordum. Meğersem benim çocukça âşık olduğum bu kız, onun yeğeniymiş ve yeğenini bana karşı korumak kollamak için yapmış.”
-Yine de güzel anılardı onlar.
İnsan yalnızken, daha çok düşünüyor, yanında konuşacak biri olmayınca geçmişi ile konuşuyor, çocukluk günlerine okul günlerine yaşadığı şehirde, görüp geçirdiği günleri anımsıyor, bazen üzülüyor, bazen seviniyor.
Aslında ben evin en küçük çocuğu olduğum için ailemde sevilen, her dediğim yapılan şımartılmış olan biriydim.
Abilerimle bazen kavga eder, bazen’ de onların bana yapmam için dediklerine boyun eğer, küçüklüğümü bilirdim.
“Hiç unutmam, bir gün annemler oturmuş ekmek yapıyorlardı, ekmek yapılan ocağa taze mısırları kömürlerin üzerine atmışlar mis gibi kokuları etrafa yayılıyordu ve Abim oradaydı, ocaktan benim göz diktiğim, en güzel kızarmış mısırımı almış onu yemeye çalışıyordu. Koştum üzerine atıldım, yemeye çalıştığım mısırı elinden almaya çalışırken, yerdeki un çuvalının üstüne düşmüş, eli yüzü bembeyaz un olmuştu, ben onun haline gülerken, o düştüğü yerde bana kızıp ağlamaya başlamıştı.”
-Bir mısır için, abimi gereksiz yere ağlattığım için sonradan ne kadar üzülmüştüm.
- O çocukluk günlerim, geçmiş yıllarımı düşünüp, anılarım içinde bu olay aklıma geldikçe, hala pişmanlık duyarım.
Çocukluk bambaşka bir şey, çocukluğunda yaşadığın anıları insan meğer hiç unutamıyormuş, güzeline sevinirken kötüsüne neden böyle yaptım, keşke yapmasaydım deyip üzülüyormuş.
“Benim de yaptığım birçok hatalar vardı, şimdi imkân olsa da hayata yeniden başlasam sanırım şimdi ben, bambaşka bir adam olurdum. Mesela bunlardan biri, benim yokluk yüzünden yeteri kadar okuyamam olmuştu, Çocukluk zamanımda okul yıllarımda, ne bulunduğum şehirde, gidecek ne okullar vardı, ne’ de gidip başka yerde benim okuyacak, durumum vardı
-Fakirlik, yokluk insanın kaderini belirlediği yıllardı.
Önümdeki içip durduğum çayım bitmiş bir yenisini daha istemek için, garsonu el işaretiyle yanıma çağırdım garson koşarak yanıma geldi ve ben ona çay istediğimi söylemeden, bana bakıp gülümseyerek sizi tanıdım dedi.
-Kimmişim ben, diye kendine sorunca, bana beni anlatmaya başladı.
Meğer ben, zamanın birinde bir gece, gittiğim bir köyde onların evinde kalmışım, yemeklerini yemişim sularını içmişim o’ da bana, babasının yanında yemek yerken hizmet etmiş, yemek getirmiş sofra kaldırmış, köy odasında köylülerle konuşurken sohbetimi dinleyen biriymiş.
Oradan hatırlamış beni.
“Dediğine ayaküstü, masamın başında dikilirken, onun bana anlattığına göre, bu genç adam büyüyüp köyünden askerliğini yaptıktan sonra, bu şehre gelmiş yerleşmiş ve bulduğu buradaki garsonluk işinde çalışmaya başlamış.”
-Oysa ben onun dediği günleri çoktan unutmuştum. Tek hatırladığım, onların köyüne günlerden bir gün yanımda şehirden bir komiser arkadaşımla gittiğimde başıma gelen olaydı.
O gün ben köye giderken, yanıma şoför almamış arabayı ben kullanıyordum. Yanımdaki arkadaşımla hamiyetim olduğu için benimle beraber olup, gittiğim bir Pazar gününde yanımda gelip, bu köyleri görmek gezmek istemişti.
Samimiyetimden dolayı, kendini kıramazdım.
Bu yüzden ona, olmaz gelemezsin diyemedim. Arabada giderken sıkışmamak için, şoförü evinde bıraktım, yanımda birkaç daha fazladan arkadaşla beraber birlikte, hep beraber arabanın içinde güle oynaya hoş sohbet içinde bunların köyüne gitmiştik.
Akşam olmuş, artık yemek saatiydi ve bizleri köyün muhtarı bizleri köyünden bırakmak istemiyor, yemek yemeden göndermek göndermem diyordu.
Kendisini kıramadığımızdan, onların isteği karşısında akşam yemeğine kaldık ve onların hazırladığı yemekleri yerken yemeğin yanına içkiler geliyor, onları’ da hep beraber yemekle yemeye içmeye başlamıştık.
Komiser arkadaş, içkiden sarhoş olmuş, tutturdu illa’da saz çalan türkü söyleyen birileri gelsin, bizleri neşelendirsin demeye, köyde bunu yapabilecek, âşıklar olmadığından, yakın bir köydeki âşıkları getirtmek için muhtarı zorlamaya başlamışlardı.
“Muhtar şaşırmış ne yapacağını bilemediğinden ve gittiğimiz köyde başka araba’ da olmadığından ben durumumu düşünmeden arabayla gidip getirmek istedim ve içkili halimle, bindim arabaya, çalıştırdım âşıkların olduğu mücavir köyden âşıkları getirmek için akşamın karanlığında köye gitmek üzere yola çıktım,
Birkaç kilometre gidince, yokuştan aşağıya doğru imiyor ve sonra indiğim yerde bir ırmağın üzerindeki köprüden karşıya geçip gitmek istediğim köye birkaç kilometre daha gittikten sonra varacaktım.
Tam köprüye girdim dikkatli girmemiş olacağım’ ki sarhoş değilsem bile, içkili olduğumdan, altımdaki arabanın birden sağa sola yalpa yapmaya başladığını hissetmiştim.
Köprüden altımdaki dereye bir an, uçacağımı anlayınca korkudan aklım başıma geldi, Arabayı hızla toparladım ve köprüyü kazasız, belasız geçip, biraz ilerideki köye vardım ve ben oradan birkaç aşığı kendi sazlarıyla beraber arabama alıp geldiğim köye tekrar geri köye vardım.
Komşu köyden getirdiğim aşıklar, o akşam biz içki içip yemek yerken saz çaldılar söylediler bizimle beraber yediler içtiler.
Artık oradaki herkes neşe içinde yemeklerini yeyip önlerine konan içkilerden içerken, neşelenip keyfe gelen, ısrarla benimle gelmek isteyen yanımızdaki komiser, belinden dokuz milimetrelik, tabancasını çıkardı, tavana doğru namluyu kaldırıp jarzöründe içinde ne kadar mermi varsa, onları boşaltmaya başlamıştı.
Herkes orada bir şeyler olmasından korkuyordu, amma adam durmak bilmiyor, ikaz edeni dinlemiyordu.
Bu olayı yaşadığımız gece, orada sabahlamak mecburiyetinde kaldığımızda sabahtan kalkıp dışarıya çıktığımızda evin çatısına baktık. Ne görsek dersiniz, adamın evinin çatısında neredeyse kırılmamış kiremit kalmamıştı.
İşte yanıma gelen beni hatırladığını söyleyen, genç garsonun dediği bulunduğu köy bu köydü”
Belki’ de beni bu genç adam, oradan hatırlamıştı.
Oturduğum denizin kenarında oturup denize bakarken kaç bardak çay içtiğimi hatırlamıyorum amma, akşamı da etmiştim.
“Denizde akşamın gelişi daha güzel oluyordu, güneş ufka eğilirken, denizin uçsuz bucaksız ufku kızarıyor, güneşin maviliğin içinde süzülüşü insanı garip duygular içinde alıp götürüyordu.
Hele bu gün olduğu gibi mevsim, son baharın başıysa, deniz ve ufkundaki kendisi ile sarmaş dolaş olmuş, akşam güneşinin ışınları görmeye değerdi.”
-Yerimden kalkmak istemiyordum, yalnızlık canımı acıtsa’ da oturmak, içimdeki anılarımla dolu duygularımı doyasıya hava kararıncaya kadar yaşamak istiyordum.
-kendimi genç yaşımda ihtiyarlamış gibi hissediyordum.
“Beni çay içip denize baktığım orada, oturmuş denize bakıp anılarımı anarken, ne etrafımda olup bitenler ilgilendiriyordu beni ben’ ne de yanımdan aileleri ile bir arada gelip geçen, genç kızlar güzeller ilgilendiriyordu oturduğum yerde. Çünkü unutamıyor nefret ediyordum, geçmişte en ummadığım kişiden uğradığım ihanetlerden işittiğim yalanlardan”
Çünkü bunlardan, canım çok yanmıştı.
Çay üstüne çay içiyordum, sanki içtiğim çaylarla sarhoş olup geçmişi unutmak ister gibiydim.
Bir ara karşımdaki denizin, içlerine doğru uzanan kayalıklara takıldı gözlerim, biri vardı. Kayalıkların arasında elinde bir zıpkın belinde, balık demirleri balık avlıyordu. Onu görünce bu defa benim de bir zamanlar aynı işleri yaptığım zamanlara gitti aklım ve istemeden, kafamdakini unutmuş benim elimdeki otomatik zıpkınla denizin kayalıkları arasında saatlerce dolaşarak, balık avladığım günleri, kafamda canlandırmaya başladım.
“Denizde balık avlama merakımı bildiğinden sualtı balık avcısı bir dostum hediye etmişti bu zıpkını, ben de yaz günleri tıpkı bu saatlerde, akşamın alaca karanlığında bana hediye edilen zıpkınla denize giriyor, kayalıkların arasında, denizin balık yuvalarının çok olduğu kayalıklarda ve koylarda balık avlıyordum.
Bir keresinde, denizdeki kayalıkların içinde dolaşarak dalıp çıkarak avladığım, kocaman bir lagos balığı ile denizden çıkıp arkadaşlara çektiğim balık ziyafetini hiç unutamam.”
-Güzel günlerdi onlar.
Akşamın önünde, dalmış yalnız halimle bunları düşünürken hiç beklemediğim bir arkadaşım gelmiş omzuma vuruyordu
-Ne bu dalgın halin, denizde gemilerin mi battı!
“Derken kendime gelmiş, dalgın ve düşünceli halimden sıyrılmış yanıma gelen karşımdaki boş bir sandalye oturan bu arkadaşımlar konuşmaya başlamıştım.”
“İyi’ ki geldin, yalnızlık içimi karartmış, geçmişi düşünmekten bıkmıştım diyerek halini hatırını sormaya başladım”
-Ne var ne yok, çoktandır görünmüyorsun!
Memlekete gitmiştim annemi babamı ziyaret ettim, geçmişlerimizin mezarlarını ziyaret ettim, onlarla biraz hasretlik giderdikten sonra tekrar döndüm, Ben de, şurada oturayım dinlenip birkaç bardak akşam çayı içeyim derken, seni gördüm
Dedi.
“Ahmet garsonu yanına çağırdı ve koşarak yanlarına gelen garsondan kendilerine yeniden, kendilerine sıcak demli iki bardak çay getirmesini söyledi.”
-Sohbet gittikçe koyulaşıyordu. Ahmet artık, ne geçmişini düşünür olmuştu, ne’ de karşısındaki denizin ufkunun kızarmasına bakar olmuş yanındaki arkadaşının söylediklerini dinliyordu.
Sohbet koyulaşmaya başlamış, Ahmet artık, ne geçmişini düşünür olmuştu ne’ de karşısındaki denizin, ufkunun kızarmaya başladığına bakar olmuştu.
-Arkadaşı, onun yalnızlığını gidermişti.
Birbirlerine geçmişte yaşadıklarını anlatırken, onun çoktandır görmediği arkadaşı Kemal, aklına takılan bir hikâyeyi anlatmaya başlamıştı.
Şimdi nereden aklına geldiyse, döndürdü dolaştırdı yine bir geçmişte olan aşk hikâyesini anlatmaya başlamıştı.
Güya onun anlattığına göre, Hüseyin ismindeki bir akrabası olan genç bir gün gezerken, güzel bir kız görür. Kızı görür görmez, etkilenir ve vurgun yemiş gibi olur
Bir fırsat bulup, bu etkilendiği güzel kızla tanışmak ister. Çünkü uzaktan, uzağa onu sevmiş, onu görmeden duramaz olmuş her gün onu düşünüp, tanışacağı günü tanıştığında ne konuşacaklarını hayal etmeye düşünmeye, hatta ezberlemeye başlar ezberindeki kelimeleri şiirsel cümlelerle süsler.
Olacak ya, bir gün onunla tanışma fırsatı bulur, Sonunda çok beğendiği bu kızla tanışır konuşur, Fakat içindeki gerçek söylemek istediklerini söyleyemeden ilk görüşmeleri tanışmaktan ileriye gitmez orada son bulur.
Konuşmak istediği cümleler, şiirsel kelimeler hala onun aklında tekrar buluşacağı, aralarındaki samimiyeti artırıp yüreğini ona açacağı günleri iple çekmeye başlar.
Bir gün yine bir yerde karşılaşır, ama bu defa onun yanında gezen tanımadığı bir genç vardır, onunla beraber yürümektedir.
Yine konuşamaz, yine içini dökemez söylemek istediklerini söyleyemez başka bir günü beklemeye başlar.
Bu güzel kızdan çok etkilenen Hüseyin durumu evdeki annesine açar, annesi onu dinler, oğlunun isteği üzerine bu kız kimin kızıdır, neyin nesidir oğluna uygun biri’midir, değil’ midir etraftan araştırmaya soruşturmaya başlar.
“Annesi kızın kim olduğunu öğrenmiş, oğlunun kendisine âşık olduğu kızı sormuş soruşturmuş onunla ilgili bilgileri toplamıştır.”
-Topladığı bilgiler oğlu, Hüseyin için iyi haber değildir;
“Oğlunun deli gibi âşık olduğu, içini dökemediği sevdiğini söyleyemediği bu kız sözlüdür ve yakında nişanları olacaktır.
Annesi olan biteni oğluna anlatmaya karar verir amma bu kızdan çok etkilenen onu yerde gökte arar gibi arayan onun uğruna yanıp tutuşan oğluna bunu her ne pahasına olursa anlatır.”
-Hüseyin’ n dünyası kararır, bir anda alt üst olur.
“Hüseyin bu gördüğü kızın nişanlı evlenmek üzere olduğunu aylarca unutamaz. Sadece birkaç defa konuşmuş olsa’ da kızın kendinde bıraktığı asaletiyle konuşmasıyla olan halini içinden çıkarıp atamazdır.
Bir ara bu uzakta, uzağa çok sevdiği kız için, onu kaçırmayı bile göze almaya başlardır.
“Hüseyin’ in annesi, oğlunun bu acıklı haline dayanamaz, ona güzeller, güzeli bir başka kız bulurdur. Bulduğu bu kız, annesine göre, huyu ile suyu ile tam oğluna göre olan bir kızdır.”
-Üstelik kız da bununla evlenmeye can atmaktadır.
-Hüseyin başlangıçta annesinin kendisi için bulduğu bu kızla evlenmeyi kabul etmez, evini terk eder uzaklara çeker giderdir.
“Fakat annesinin oğlu ile evlendirmek istediği kız Hüseyin ‘i görmüş bu defa kız buna âşık olduğundan adresini telefonunu bulur devamlı onu rahatsız etmeye, herkesin güzel dediği kendisini aşağılayıp gitmesine kızar onunla tekrar buluşmak istediğini söyler. “
-Fakat Hüseyin, her defasında annesinin kendi için bulduğu kızın, kendisi ile konuşma isteğini geri çevirir, onunla konuşmayı kabul etmezdir.
“Hüseyin hala geçmişte tanıdığı, bir türlü yüreğinden söküp atıp, unutamadığı evlenmiş olduğun duyduğu kadına âşıktır”.
Hüseyin’in çok sevdiği kız evlenmiş, bir de çocukları olmuş halde mutlulukları devam edip giderken, bu evlilik çattırtamaya başlar aile arasında geçimsizlikler baş göstermeye başlardır.
-Kız, Hüseyin’ n başkasının duygularına, cevap vermediği konuşmak istediği beğendiği kız olan onunla, kız evlenmeden daha çok bir araya gelip, onunla buluşup, konuşup, duygularını birbirlerine karşılıklı açamadıkları için hala çok pişmandır.
“Aradan nice çok yıllar geçer, bunlar olacak’ ya bir yerden bir yere giderken, tesadüfen karşılaşırlar.”
Kızın yanında, çocuğu vardır, fakat eşi yok, onun gideceği yer nereyse, oraya yanız gitmektedir.
Hüseyin yaklaşıp onunla konuşmak ister, yaklaşır halini hatırını sorar bir’de eşini sorar,”
Kadın eşinden evlendikten sonra, gördüğü şiddetleri anlatır bu yüzden, kendisinin boşanıp, şimdi ise bir gece eğlence yerinde kendisine bir iş bulduğunu, orada konsomatris olarak çalışmakta olduğunu söyler.”
-Hüseyin şaşkındır.
Bir zamanların peri kızı gibi güzeli kötü yollara düşmüştür, eski güzelliğinden onda eser kalmamıştır.
Hüseyin onun yaşadığı hayata, onun bu acıklı kaderine üzülmüştür. Hayat güzel de olsan güzelliğinle gönülleri de yaksan, bazen insanlara gülmez olduğunu düşünür ve kendi yoluna devam eder yanından uzaklaşır ayrılır.
Ahmet’in yanına gelen arkadaşı bunları Ahmet’e anlatırken, biraz onun içindeki ateşe su dökmüş gibi olur.
Bu arada, hava karmaya başlamış, direklerdeki lambalarda ışıklar yanmıştır. Lambaların ışıkları, önlerindeki akşam yeli ile kıyılarındaki kumsalı dövmeye başlayan, denizde yansımaktadır.
Ahmet ve yanındaki arkadaşı, anılar anlatıp konuşarak vaktin ne zaman geçtiğini anlamadan gitme vakitlerinin geldiğini etraflarındaki yavaş, yavaş kalkıp evlerine giden insanlardan anlarlar ve bunlar’ da, başka bir zaman başka bir yerde buluşmak üzere vedalaşıp ayrılırlar.
Artık romanımı kısa kesmek zorundayım, Son bölüm olarak yayınlayacağım.
“Kadir den haber vardı, Amerika’dan vatana dönme vaktim geldi diyordu, telefonla arkadaşı Ahmet ile konuştuğunda bir Ahmet’e hazır olmasını, kendisi ile yapılacak işlerinin olduğunu söylüyor bunların ne olduğunu anlatmıyor dönünce anlatırım diyordu.”
Bu konuşmadan, zaman bir iki ayı geçmiş olmalıydı’ ki tekrar aradı Kadir Ahmet’e ben geleli bir ay oldu neredesin haydi gelsene yanıma diyordu.
Ahmet şaşırmıştı, neden daha önce bana haber vermediğini arkadaşına sormaya çekiniyor, nasıl olsa yanına gittiğimde konuşur öğrenirim diye düşünüyordu.
Çalıştığı iş yerinden aldığı yıllık izinle, kendini yanına çağıran Kadir in kendine verdiği adrese gitti ve arkadaşını bir otel odasında eşi ve kızlarıyla kalırken buldu.
“Kadir Amerika’dan döner dönmez, küçük bir ak deniz sahil kasabasından biraz arazi satın almış satın aldığı bu yerin üstüne sebze meyve, paketleme fabrikası kurmaya çalışıyor, kendinin bu konuda ihracat ithalat işleri yapacağını anlatıyor, ülke içi pazarlama ve fabrikanın başında kendisine çok güvendiği arkadaşı Ahmet’ getireceğini, işleri beraber yapacaklarını söylüyordu.”
-Ahmet arkadaşının teklifi karşısında şaşırmış bir haldeydi.
Artık sıra Ahmet’in çalıştığı işten ayrılması gerektiğinden Kadir arkadaşını ikna etmeye çalışıyor bir an evvel kendi işinden ayrılıp yanına gelmesini ve işe daha ilk baştan başlamasını, çevreyi tanımasını buraya onun da yerleşmesini istiyordu.
Şaşkınlık içindeki Ahmet, arkadaşının kendine anlattıkları ile ikna olmuş gibiydi, Ahmet kendisi farikanın başında duracak etraftan topladığı sebze ve meyveyi paketlettirip, ihracata hazır hale getirtecek sonra da, bu mallar yine yapmakta oldukları soğuk hava deposundan tırlara yüklenecek, yurt dışına gönderilecekti.
“Yurt dışı bağlantılarını, yabancı dili iyi olan Kadir bey tarafından yapılacak yurt işindeki işleri de Ahmet bey takip etmesi uygun görülmüş, bu iki arkadaş arasında bu işte beraber çalışma konusunda kara varmışlardı.
Ahmet kabul etmişti, çünkü yapacağı işler kendine yabancı olan işler değildi bu yüzden, çalıştığı yere bir istifa mektubu gönderdi geldi arkadaşının yanına yerleşti onun işlerini takip etmeye başladı.
Kısa bir zaman içinde, selekte ve paketleme fabrikası ile, iki adet soğuk hava deposu kullanıma hazır hale getirilmişti.”
-Artık ortaklar çalışmaya başlamıştı.
Kadir ailesini kiraladığı bir eve yerleştirmiş, Ahmet de hala otelde kalıyordu.
“İşler artık başlamıştı.
Etraftan meyve sebze alınıyor paketlenip yurt dışına gönderilmek üzere soğuk hava depolarında toplanmaya başladığı sırada, bunların bu faaliyetlerini duyan bir alıcı ile yemeğe katılmışlardı.
Yemekler yendi anlaşmalar yapıldı, arkasından kahveler içildi misafirler otellerine gönderildikten sonra yalınız kalan iki arkadaş kendi aralarında konuşurken Ahmet ona anlatmak istediği bir konuyu açmak istiyordu amma bir türlü cesaret edip anlatamıyor kelimeleri ağzında dolaştırıp duruyordu.”
Kadir bunun farkına varmıştı, onu bu yüzden ikaz etme gereğini duydu.
Sen deminden beri bir şey mi söylemek istiyorsun bana?
Dedi
“Evet, size bir şey söyleyeceğim amma, ben bunu size nasıl söyleyeceğim nasıl anlatacağım onu bilemiyorum!
-İşle ilgili bir şey’ mi?
-Yok, yok işle hiç alakası yok bambaşka bir şey anlatmak istiyorum, bunu da burada yengemler ve kızlarınız yokken size anlatmak istiyorum diyerek Ahmet kekelemeye başladı.”
“Kadir iyicene şaşırmış, arkadaşının anlatacağı konuları merak etmeye başlamış ne anlatmak istiyorsa, bir an evvel anlatmasını ona güven duyduğunu ondan gelecek kötü bir olaya bile katlanabileceğini düşünür ısrarla söylemesini istiyordu.
Israr üzerine Ahmet anlatmak istediğini anlatmaya başladı kendini yıllar öncesindeki yaşadığı yasak bir aşktan bir oğlan çocuğunun olduğunu ve onun başına gelenleri uzun, uzun en ince noktasına kadar arkadaşına anlattı.
Kadir arkadaşının anlattıklarına önce inanmak istememişse de geçmişteki olaylar, anlattıklarını doğruluyor olmasından ister istemez meraklı bakışlar içinde, arkadaşının anlattıklarını dinledi.
Arkadaşından bunların mezarlarının yerlerini öğrendi ve ondan sonraki günler içinde eşinden kızlarından habersiz sevgili olarak yaşadıkları Leyla’n ve oğlu olduğunu öğrendiği sonra eşi tarafından öldürüldüğünü öğrendiği oğlunun mezarı her gün çiçeklerle görmeye gitmeye mezarını ziyaret etmeye başladı.
Kadir o günden sonra, işinden çok, avukat olan oğlunun ve onun annesinin, yan yana olan mezarına gitmediği gün kalmadan ziyaretlere devam etti. Kendisini yaptığı dualarla af ettirmeye çalıştı.
-Son -
.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.