- 657 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
Sürpriz (1.Bölüm)
Bu sana yazdığım yığınla mektubun sonuncusu, ama sayı olarak kaçıncısı inan bunu ben de hatırlamıyorum. Çalakalem bir hızla yazdığım ve aynı hızla postaya verdiğimden olsa gerek çetelesini tutmak aklıma dahi gelmedi. Yazdıklarım eline ulaştıysa sayısını bir ihtimal sen bilirsin.
Düşününce benim için fazlasıyla acı bir durum. Yazdığım bunca mektubu ne bir daha görme ne de okuma şansına sahip değilim. Tüm bu sarı kağıtların üzerine serpiştirdiğim hezeyanlar, tespitler, yakarışlar ve halet-i ruhiyem bir umut senin reva gördüğün bir yerde saklı kalacak.
Yazılanların sahibi gerçek sahibi şüphesiz sensin zaten. Yine de itiraf etmeliyim ki kimi zaman anlam bütünlüğünden uzak bu latin alfabesi kombinasyonlarını bir başkasının okumasını istediğim oluyor. Hayatımda üçüncü şahıs konumunda bile olamayacak kadar yabancıların yazdıklarımı okuması garip, adlandıramadığım bir tatmin olma duygusu yaşatacak gibi geliyor bana. Fakat bu fikir ile yazmaya başladığım hiçbir şeyin bırak sonunu getirmeyi ilk paragraflarında dahi zorlanıyorum. Saatler süren çabanın sonucu ise, üzeri esnaf hesaplamalarına benzer karalamalar ile dolu ve çöpe giden bir kağıt parçası.
Bu satırları yazdığım yer; son üç ay içerisinde konakladığım dokuzuncu yerleşim merkezi. Lise coğrafya bilgilerini tazeleyecek yer şekilleri arasına sıkışmış, tüm toplumsal gerçekliği 1970’li yılların Yeşilçam filmlerinden canlı bir kare. Bir cam fanus içinde saklanıp, ulaşımı engellenmesi gereken Anadolu’nun müstesna kasabalarından biri.
Burada insan amiyane bir tabirle kendi ile tanışıyor. Bir boy aynasının karşısında çırılçıplak bedenine bakıp tüm kusurlarını görür gibi. Seni bir kalıba sokacak dış etkenlerden o kadar uzaksın ki, benliğin koruma içgüdüsü ile sakladığı ne kadar hissiyatın varsa hatırlatıyor sana. Sözde modern şehirlerin hızlı ritminde yaşayan birinin yolu buralara düşse kesinlikle zaman mevhumun durduğunu düşünür. Oysa zaman hiçbir yerde tanık olmadığım kadar berrak ve sade akmakta bu kasabada.
Uzunca bir zamandır tahta bir sandalyede oturup, tahta bir masada yazmamıştım. Yeni yetmelerin tabiri ile retro bir ambiyans içindeyim. Acaba bu masayı kemiren tahta kuruları bilir mi “Retroaktif kıskançlık” ne demek? Yok bakma sen, daha günümüz konforuna yakın konaklama imkanı sunan birkaç yer elbette var burada, ama mevzu benim için artık geceyi geçirecek dört duvar beklentisinden öteye gitmediğinden konfor gereksiz bir lütuf.
Burada konuşmayı bir anlamda yeniden öğrenmeye başladım diyebilirim. Dilimize yerleşen, etimolojik kaynağını bilmediğim ama ağdalı bir telaffuzla kullanıldığında karşımızdaki insana karşı sosyal statümüzü yükseltecek kartvizit değeri olan yığınlarca aptal ve teknik terimden kurtuldum. İnsanlar dillerine o kaypaklığı bulaştırmadığı için yalan dolandan uzak, yalın ve derdini anlatmanın ötesine gitmeyen bir dil hakim herkeste.
Bir önceki günün akşamüstü hava tam kararmamış. Kasabaya ilk geldiğim gün esnaf lokantalarından birinde aynı masayı paylaşarak tanıştığım, yaşı yetmişe merdiven dayamış “Muharrem amca” kaldığım otele uğradı. “Gel sana bir sürprizim var. Eminim böyle bir şeyi yıllardır görmemişsindir. Hadi çabuk üzerine bir şey al gidiyoruz.” dedi. Onunla beraber beni bekleyen sürprize doğru ilerlerken o uzun zaman sonra kendisini dinleyecek bir yabancı bulmanın heyecanı ile anlatıyordu. Yıllar önce okuduğu Üniversiteyi, en hızlı ve idealist günlerini, tamamına erdiremediği hicran dolu aşk hikayesini, memuriyetini ve dönüp dolaşıp memlekete geri dönmesini. Topu topu tanışalı üç gün olmasına rağmen yaşam öyküsünü başından, ortasından, ucundan parça parça ve karışık bir biçimde dinlemiştim. Hem onu sabırla dinlememden, hem de hikayesini bilmeyen bir yabancı olmamdan gerek her anlatışında daha fazla detay verip, yılların birikmiş sırlarını paylaştığını hissediyordum. Yıllar önce senin verdiğin bir öğüt kulaklarımda; “Herkesin iyi, kötü anlatacak bir hikayesi var sabırla dinle. Emin ol bir gün hikayelerini dinleyecek insanlar arayacaksın.” O gün geldiğinde Muharrem amca kadar coşkulu bir dile sahip olur muyum, şimdiden kestirmek zor. Muharrem amcanın hepimiz kadar sıradan ama başrol oyuncusu kendisi olduğu için, herkesin olduğu kadar özel yaşam anekdotları arasında beni bekleyen sürprizi düşünmekteydim. Sürpriz, sürpriz ha! Modern döşenmiş çalışma ofisinde, prezantabl iş arkadaşlarımın eğreti gülümsemeleri ve coşkuları ile organize ettikleri doğum günü sürprizlerini(!) saymazsak, beklentisinin insana afakanlar bastırdığı bu duyguyu yaşamayalı yıllar olmuş.
Oradaydı, tam karşımda. Tamamı ile gerçek ve öylesine duruyor. Nice gecenin göğsüme oturan karabasanı, uyku ile uyanıklık arası gitmek bilmeyen heyula. Bacaklarım zemheri ayazında kalan it gibi titriyor. Son nefesini verme telaşında ki hastalar gibi kurumuş boğazım. “Yaaa işte gördün mü?” diye sevinçle dürttü beni Muharrem amca. “Ben sana demedim mi sürpriz diye, senin gibi bir şehirli çocukluğundan bu yana görmemiştir hatta unutmuştur. Bak görür görmez betin benzin soldu şaşkınlıktan. Nasıl ama sürprizim?”
Ah Muharrem amca ! Dünyanın sonunu getireceği söylenen tüm kıyamet alametleri eksiksiz hepsi birden zuhur etseydi de şurada yığılıp kalsaydık keşke. Eh be Muharrem amca, diline kelepçe vurulsa, kulağıma kızgın civa dökülse sen söylemesen ben duymasaydım. Diz kapaklarım kırılsa, tüm mafsallarım içindeki ilikleri dışına akıtacak şekilde paramparça olsa da yürüyemeseydim, gelmeseydik. Sürpriz Muharrem amca, sürpriz! Hem de ne sürpriz, burnuna düşmüş miyop gözlüklerinin ardından çakmak çakmak bakan gözlerindeki ışıltı gibi değil bu sürpriz. Ah ihtiyar budala ne kadar da mutlusun, bayramda şeker ve mendil bekleyen mahalle çocuklarına kallavi bir cep harçlığı ve çikolata vermiş gibi gurur duyuyorsun öyle değil mi kendinle? Anlattığın o tüm parça parça hikayelerinde sakladığın, anlatmaktan korktuğun ama seni buralara geri getirdiğine ve tüm yalnızlığına neden olduğuna adım kadar emin olduğum o acı var ya o acı … Al işte, o acı senin ruhunda, benliğinde her ne ise, sürprizin de katıksız bir biçimde ben de o.
Devam edecek….