- 796 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ÇİZGİ
ÇİZGİ
Papaz Jean Meslier’in ‘‘ Tanrısızlığın İlmihali ’’ kitabına inat, hayatın önceden çizilmiş bir alınyazısı olduğuna inanıyorum. Olacakları değiştirmek, yola girmek veya yoldan çıkmak biz kulların elinde değil galiba.
Bu öykü; Ali Hayrullah Hamitovalıoğlu’nun hayatından küçük bir alıntıdır. Bakın çizgi nasıl çekilmiş, yazı nasıl yazılmış, karma ne şekilde yaşanmış, görün dostlarım.
On çocuktan biri olmak, sanırım kimsenin istemeyeceği bir şeydir. Baba emekli olmuş, karısına miras kalmış olan evine, Konya’nın Ilgın kazasına yerleşmişlerdir. Burada o zamanlar ortaokul bile yoktur. Ali çalışkan bir öğrenci olarak Denizli Lisesinin parasız yatılı bölümüne kaydını yaptırmıştır. Evden üç dört ayda bir az bir şey harçlık gelmektedir. Ispartalı Süleyman Demirel iyi arkadaşıdır.
Hani karikatürlerde olur; dükkan önünde yalanarak bakan Ali’yi, dayanamayarak içeri alan lokantacı ‘‘Sen yemek tadıcı olarak her yemeği tadıp fikrini söyler misin?’’ diyerek onun kalbini kırmadan lütufta bulunur. Yıllar sonra elini öpecek olan bu genç, Afyon Lisesine o yıl gidecek olan beş öğrenciden biri olur.
Kız ve erkek yurtları karşı karşıyadır. Ama değil konuşmak , koklaşmak, hatta bakmak bile yasaktır. Hele yan yana gelmek iyice imkansızdır. Okulda öpüşen çiftler geldi aklıma, günümüzden. Zaten bir deri bir kemik, sıska Ali’ye kim bakar ki? Birinci sınıfı birincilikle bitirir. Mükafatı kalın bir paltodur. Ama giymek nasip olmayacaktır. Çünkü bahar gelmiştir ve o paltosuz geçirdiği Afyon’un kuru, ayaz kışını, yüzünde patlayan ucu kurşunlu Tatar kırbaçlarının ince meşinleri gibi hatırlayarak gülümser. Uymaz denklem, sırıtır çakışmadığı frekanslarda gaddarca. Yok mudur ucu ucuna erişen, tamamlayan, bütünleyen, yakışan bir mutluluk? Yoktur anasını satayım yada görmedim ben.
Bir kız vardır okulda Memnune. Ne yapar eder, yolları kesiştirir, masum gülüşler atar, onun bir kelime de olsa, konuşmasını ister. Ama her şey yasak, yasak ve yasaktır. Ali’yi bu duygular isyan ettirir sonunda. Okul tatile girecek, o yine nalbant Hüseyin Efendinin dükkanında karın tokluğuna nal çakacak, at tepecek diye korkular yaşayacaktır. En kötüsü o nazlı kızı aylarca göremeyecektir. Ya kızın babası tayin olur da giderlerse Afyon’dan. Biraz cesaret be oğlum, hani babası okula kızını görmeye gelen, efendice bir memurdu ve kız seni ona göstermişti, sınıfımızın birincisi diyerek. Kolay mıydı on iki tane birinci sınıf öğrencisi içinde birinci olmak, iftara geçmek?
Sonunda hayatının bir kıza yazdığı ilk mektubunu sıkıştırıverir Memnune’nin avucuna. Bu saf ve içe akan tertemiz duygularla süslü mektubun cevabı, ona uçuşan ipek bir mendil olarak gelir. Uçar havalara garibim. Mendili sürer yeni terleyen bıyıklarına. Koklar tenhalarda, öperek hatta yalayarak mendili.
Memnune de parasız yatılı okuyan bir kızdır. Öğretmen olabilmek için inatla direnir hayata. Çok mutludur kara kuru Ali’nin candan ilgisinden. İlk aşkı yaşayan kiraz dudakları, fincan gözleri, hele pıt pıt atan kalbi ona cesaret vermektedir. El ele tutuşsak, kalplerimizi açsak, iki gurbet kuşuyuz biz, söyleşsek en sıcak duygularımızla, dertleşsek dertlerle örülü dert yükü hayatlarımızdan.
‘‘Ulan bu ne? Garımın sen len?’’ ‘‘Ne var oğlum, bu mendil sevgilimden geldi.’’ ‘‘Yapma len. Kim len bu sevgili? Aha bak hele, bir de ‘‘M’’ harfi ilen ‘‘A’’ harfi işlenmiş. Ulen ben senden daha yakışıklıyım, daha kuvvatlıyım ama bize mendil ören sevgilimiz bilem yok.’’ Ali bilmezdi ki, bu denli çekememezlikler, hayıflanmalar neden olur. İnsanlar her güzeli, her mutluluğu, her iyiyi neden kıskanırlar? Yahu bu yirmi iki milyon çeşit canlıdan hiç birinin huyu suyu neden uymaz insan cinsine ? Ya yedi milyar insanın da mı karakteri benzemez ötekine?
İlk adım Memnune’den gelir. Küçük bir not gönderir Ali’ye. Gece yat zilinden yarım saat sonra buluşurlar iki yurt binasının arkasında. Alt katta kullanılmayan bir kömürlük vardır, oraya girerler. O günlerin taassubu ve kömürlükte bir kızla bir oğlan. Aman Allah’ım! Gelecekten, hayattan konuşurlar. Arada bir de masum bir öpüş olur, ikisinin de ilk öpücüğü. Güneş ne de çabuk doğar bahar üstüne kızgın. Karanlık kömürlükten el ele çıkarlar. Oysa gece bekçisi Ayı Atıf sırıtarak beklemektedir onları. ‘‘Len, neydiyonuz kömürlükte? Utanmıyonuz mu, yoksam virdiniz mi mercümeyi füruna? Sen de bi mendil almışın bu gızdan? ’’ Kimin fitnelediği artık ortadadır. Bir daha hiç sır vermeyecektir dostuna da düşmanına da. Kapının önüne çıkartılan dürülmüş yatak ve tahta bavul anlatır her şeyi. Kızla, elveda diyerek ayrılırlar.
Ali, başı önünde, gidecek yeri olmadan sırtlanır yatağı, bavulu. Ne yapmalıdır bilemez. Güneş yükselmiştir artık. Tren istasyonunda bulur kendini. Eve dönse, babası öldürür. Okula zaten dönemez, müdür sıkar gırtlağını. Bankta oturmaktadır çaresiz. Bir tren gelir, ne yöne gittiğini bile bilmediği. Son vagonları nispeten boştur. Bavulu ve yatağı tren tuvaletinin önüne koyup yatağa yaslanarak uyumaya başlar. Paltosu yurtta kalmıştır, hiç giyemediği. Tren o meşhur tıngırtısı ile bir tırtıl gibi silkelenerek ileri atılır. Gözünü açacak hali yoktur. ‘‘Kalk len, burada uyunur mu? Ver bakim biletini. Yok mu? On katı ceza ödeyecen. Yoğsam, Allah yarattı demem atarın döşeğini, bavulunu. ’’ Raylarda parçalanan bavulunu hayal eder. Etrafa saçılan kirli donlar gömlekler ve o koklamaya kıyamadığı , kokusu uçmasın diye başka bir mendile sardığı ipek mendil uçuşacak mıdır bozkırlarda? Ağlamaklı olmuştur. ‘‘Etme be amca. Ne param var ne pulum. Okuldan kovuldum, nereye gideceğimi, ne yapacağımı bile bilmiyorum. Bavulumu pencereden atacaksan nüfus cüzdanımı ve yârimin mendilini alayım da öyle at.’’ ‘‘Kim kovar okuldan seni be oğlum? Ne ettin bu kadar da kovdular seni ?’’ ‘‘Sevgilimle kömürlükte yakalanınca gece bekçisi attı beni okuldan.’’ ‘‘Oğlum istersen Afyon Gar Müdürünü sokarım araya. Gece bekçisi de kim oluyor be? ’’ ‘‘Sağol amca, dönemem gayrı.’’ ‘‘Peki oğlum şimdi nereye gidiyorsun? ’’ ‘‘Bu tren nereye giderse oraya amca.’’ ‘‘ Tren Eskişehir, Bursa ve İstanbul’a gidecek. Yerde yatma oğlum, al şu eski gazeteleri altına ser, yoksa üşürsün.’’ Ali, eski gazeteleri altına sererken karmanın hayatını kurtaracağının, çizginin yolunu değiştireceğinin belki farkında bile değildi.
‘‘Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ne ara dönem öğrenci alınacaktır.’’ Gözü bu ilana takılıp kalmıştır. Başvurma tarihi ertesi gündür. Amca bu gün ayın beşi mi? ‘‘Evet oğlum, bu gün 5 Haziran 1939. Ne oldu, neden sordun ?’’ ‘‘Yarına Bursa’da olur muyuz amca?’’ ‘‘Sabah beşte oradayız oğlum.’’ ‘‘Çok güzel amca. Sınav yarın saat onda başlıyormuş. Rahatça yetişebilirim.’’
Sabah, heyecan dolu bir bekleyişin sonunda nihayet sıcak ışınlarını ortaya koymuştur. Trenden inerken; ‘‘Al bakem len, yanında para yokken nasıl gitcen Işıklara?’’ Tek atlı yaylı araba çağırmışlardır. Kondüktör arabacıyı tanıyordur. ‘‘Bak hemşerim, bu çocuğu Işıklara kadar götürüvecen. Ahe sane yol paresi.’’
İlk gün yazılı giriş sınavı vardır. Bavulunu öğrenci adaylarının yatakhanesine almışlardır ama yatağını okula sokmayıp arabadan indirmemişlerdir. Ertesi gün spor sınavı vardır. Onu da geçtiğini söylemişlerdir. Üçüncü gün ise en önemli sınav olan mülakat sınavına girecektir. Beklerken dualar etmektedir. ‘‘Allah’ım, buradan geriye nasıl dönebilirim? Hem buranın yemekleri saraylarda yok. Elimden tut, Ya Rabbim.’’ Bir subay, elindeki listeden yazılı sonuçlarını okuyor, ismi okunmayanların bavullarını toplayarak okulu terk etmelerini istiyordur. Üzülenler, ağlayanlar ve sevinenler okulun bahçesinde hüzün dolu sahneler sergiliyorlardır.
Mülakata girecek olan üç yüz kişi içinden okula sadece on iki kişi alınacaktır. Okul komutanı arkasında bir yarbay ve doktor asteğmen olduğu halde mülakata katılacak adayların önünden geçiyordur. Tam Ali’nin önünden geçerken durup ‘‘Bu genç çok zayıf, durumu nedir?’’ Yarbay elindeki dosyaya bakarak komutanın kulağına bir şeyler fısıldamıştı . ‘‘İyi de, çok zayıf. Böyle bir deri bir kemik, subay olabilir mi dersiniz? Nerelisin sen ? ’’ Ali Hayrullah Hamitovalıoğlu ‘‘Yalvaç , emret Komutanım !’’ Doktor lafa karışmıştı. ‘‘Komutanım, bu genç benim memleketlim çıktı. Müsaade ederseniz kazanacak olursa, ben onunla ilgilenebilirim.’’ O tarihte belki de Yalvaç’tan çıkan tek doktordur.
Mülakat sırasında, İstiklal Madalyalı Avşar Nahiye Müdürünün oğluna verdiği akıllı cevaplardan dolayı yüksek puan vermişlerdir. Öğleden sonra yine komutan kazanan öğrenciler arasında Ali’yi görünce ‘‘Kaçıncı kazandın ?’’ diye sorar. ‘‘İkinci olarak kazandım Komutanım.’’ ‘‘Bak Doktor, ben bu adayın subay olamayacağından emindim.’’ Kiloyu tutturmak için bir sürahi su içiren doktor ‘‘Merak etmeyin komutanım, onu bir ay içinde şişmanlatacağım.’’ Ve dediğini yapar da.
Çizgiye bakın; bu çocuk önce iyi bir subay, Kore’ de madalyalı bir Yüzbaşı, Kıbrıs Harekatında Albay rütbesi ile Kolordu Lojistik Komutanı olarak emekli olacaktır. Madalyaları, evimin ve gönlümün duvarlarında asılı tek mirasıdır.
Sizce, bir ÇİZGİ, kader, karma var mı bu işte? Yok diyorsanız bu kadar tesadüf olabilir mi? O upuzun Kızılderili ismini, imza karelerine sığmadığı için değiştirip A. Hayri Ovalı olarak kısaltmıştır.
Hayırlı yazılar, hayırlı çizgiler.
E.Yaşar Ovalı 28.06.2020