- 288 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bilimadamları da kendi cadılarını yakar
Hani, arkadaşım, müşrikler ne zaman bir mucize görseler "Bu sihirdir!" diyorlar. Ve Kur’an-ı Hakîm de musırrane bunu bize aktarıyor. Hem de bu aktarış bir-iki değil. Birçok. Yani birçok yerde/makamda aynı husus tekrarla beyan buyruluyor. Sadece Aleyhissalatuvesselamın yaşadığı hâdiselerle de kayıtlı sanma bu aktarışları. Hayır. Yok. Öyle de değil. Musa aleyhisselamın kıssasından tut daha nicelerine kadar müşriklerin dilinde hep aynı boş lakırdı geziyor: "Bu sihirdir!" Evet. Firavun yılana dönüşen asâyı görünce hangi argümana teşebbüs ediyorsa Ebu Cehil de şakk-ı kameri (ayın yarıldığını) görünce aynı yalana teşebbüs ediyor. Zamana yayılmış bu tekrara bir dikkatini isterim.
Her tekrarın arkasında bir ihtar saklıdır. Her ihtarın arkasında bir kanun gizlidir. Her kanunun arkasında da bir nasihat filizlenir. Hem zaten Bediüzzaman da öğretmedi mi: "Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." O halde bu tekrarın ardındaki kanunu da tefekkür etmek gerek. Ve, evet, bir süredir ben etmekteydim. Cenab-ı Hakkın lütf u kereminden kalbime bir bağış beklemekteydim. Dilenmekteydim. Şükür. Bu yakınlarda şu avuca bir akçe bırakıldı. "Allahu’l-a’lem" kaydıyla diyeyim de dinle. Belki benim kirli avucuma bırakılandan fazlası senin temiz avuçlarına bırakılır:
Evvelden yazılarımı okuduysan muhtemelen rastlamışsındır: Ahirzaman fitnesinin ’tek gözlülüğü’nü ben ’derinlik yitimi’ ile de izah ederim. Yani kıyamete yakın insanlar varlık algılarındaki üçüncü boyutu yitireceklerdir. Hadislerde deccale bu yönüyle yapılan atıflar, işârî bir okumayla, mevzuun bu yanına da dokunuyor olabilir. Hatta mürşidim zikrettiğimiz algı bozulmasına birçok metninde temas eder: "Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren bir gözlü dehândır. Yani harika menhus zekândır. O kör dehân ile herşeyin hâlıkı olan Rabbini unuttun. Mevhum bir tabiata isnad ettin. Âsârını esbaba verdin. O Hâlıkın malını bâtıl mâbud olan tâğutlara taksim ettin."
Yani ahirzaman insanı içinde yaşadığı kitabın derinliğini yitirmiştir. Anlamına boşvermiştir. Cümlelerin, kelimelerin, harflerin veya noktalamanın ahengine/düzenine o kadar dalmıştır ki bütünden çıkarılacak mesajı unutmuştur. Parmağın güzelliğine bakmaktan işaret ettiği yere dönmeyi aksatmıştır. Bunu şöyle bir misalle de zihninize yaklaştırmak istiyorum: Kendimizi Türkçe bir romanın içinde farzedelim. Yani biz de bu romanın bir parçası olalım. Mesela ne olalım? İlk yazılan paragraf olalım. Bir cümle olalım. Bir kelime olalım. Ama hangisi olursak olalım ’ben’ olduğumuzun şuurunda olalım. Aklımız başımızda olsun. Göğsümüzde kalbimiz olsun. Kitabı idrak edebilelim.
Hayal bu ya. Kitaba dair idrakimizde bir kısmımız şöyle bir uyanış da yaşayalım: Ooo! Neler oluyor? Kelimelerin düzenini çözüyoruz. Harflerin sıralanmasındaki şifrelemeyi anlıyoruz. Noktalamada hangi hassasiyetler gözetiliyor kavrıyoruz. Bu kavrayış bizi irademizle kitapta tahminlerde bulunmaya götürüyor. a-y-n harfleri biraraya gelince dördüncülerinin ’a’ olacağını gelmeden de seziyoruz. Yazar efendi telifini sürdürdükçe biz de tahminlerimizi sürdürüyoruz. Ve, evet, tahminlerimiz tutuyor. Tabirlerimiz çıkıyor. "Ayla’nın kalbi k...’ değiverdiğinde yazar abimiz biz de yapıştırıyoruz tahminimizi: ’Kırılmıştı!’ Aynen dediğimiz gibi de oluyor. Sistemi çözdük çünkü. Nizamın işleyişini kavradık. Türkçe dizgide nasıl kullanılır anladık.
Peki kitabı anladık mı? Ah, hayır, bu kitabı anlamak sayılmazdı. Biz kitapta işleyen dilin düzenini anladık. Matematiğini kavradık. Virgül neye göre konur, büyük harf nerelerde kullanılır, nerelerde satırbaşı yapılır, bunlar gibi şeyleri çözdük. Öncelik-sonralık ilişkileriyle yasalaştırdık. Kitabı anlamaksa bütün bunları aşmayı gerektirirdi. Bütünün ardına bakmayı iktiza ederdi. Evet. Bizim kadar kusursuz bir şekilde bu kuralları bilmeyen birisi, eğer kitabın ardındaki anlamı kavramak için okusa, o kitabı bizden iyi anlayabilirdi. Ancak biz varlığı ’kavradığımız kurallardan ibaret’ bildiğimiz için ilerisine geçemedik. İşleyişe dair birçok bilgi edindik. Lakin amacını sezemedik.
İşte ’varlığın derinliğini yitirmek’ de biraz buna benziyor. Bilim bugün içinde şuurlu bir varlık olarak yaşadığı kitabın düzenine dair birçok okumada bulunuyor. Tıpkı misalde a-y-n harflerinden sonra ’a’nın geleceğini tahmin edebilmek gibi ’Şu, şu, şu şartlar oluşturulursa bu da oluşur!" diyebiliyor. Sözgelimi: "Suyu yüz dereceye kadar ısıtırsak kaynar!" Doğru da bu. Oluyor dediği gibi. Ancak kitabın anlamı kitabın işleyişinden çok daha aşkın birşey. Matematikselliğinden üstün bir yönüne bakıyor. "Onlar ki gayba iman ederler!" buyuran Kur’an’ımız biraz da bizi bu türden bir göze doğru çağırıyor. Biz, içinde yaşadığımız kitabın, içinden ibaret olmadığına iman edenleriz. Bu nedenle a-y-n harflerinin biraraya gelişini tesadüflere veremeyiz.
Bize göre düzen ’kendi kendineliğin’ değil ’failin’ delilidir. Kurallarını çözmüş olmakla kitabın ortaya çıkışını açıkladığımıza inanmayız. Çünkü kitabın ortaya çıkışında Türkçenin kurallarından daha aşkın şeylere de ihtiyaç vardır. Kudret vardır. İrade vardır. İlim vardır. Türkçe yazmayı bilen birisi ancak bu kitabı yazabilir. Türkçe yazmayı seçen birisi ancak bu kitabı irade edebilir. Türkçe yazmaya kudreti yeten birisi ancak böyle şekillendirebilir. Her harfin varoluşunda zarurî olan bu altyapı Türkçeden başka birşeydir. a-y-n’den sonra gelecek harfi çözmekle kitabın arkasına uzanılmış olmaz.
Fakat bugün ateizm bize varlığı böyle yansıtıyor. "Uçak yaptık. Araba yaptık. Füze yaptık. Denizaltı yaptık. Elektrik yaptık. Bomba yaptık. Uydu yaptık. Yaptık oğlu yaptık..." Tamam da bunun a-y-n’den sonra gelecek harfi bilmekten ne farkı var? Uçağı yapabildin. Çünkü hangi şartlara uyulursa uçulur çözdün. Araba yapabildin. Çünkü hangi şartlara uyulursa gezilir gördün. Füze yapabildin. Çünkü hangi şartlara uyulursa atılır çözdün. Bunlar tıpkı dilin işleyişi gibi işleyişe dair şeylerdi. Zaten varlardı. İşliyorlardı. Yaratmadın. Neyden sonra ne gelir onu çözdün. İrade ettin. Cenab-ı Hak da imtihan sırrı gereği yarattı. Yoksa ne yerçekimi kanununu halkettin ne de suyun kaldırma kuvvetini seçtin. Sen sadece kitabın imlasına uygun hareket etmeyi öğrendin.
Birşeyi yaratmak bütün detaylarına sahip olmaktır. Hiçbir ’ama’ kalmayacak şekilde hem de. Onu yokluktan varlığa çıkarmaktır. Şeylerin zaten yapmakta oldukları işleri bilip onlarla cümleler kurmak yaratmak değildir. Bir nehirde yüzmek kulaç atmaktan fazlasıdır. Şu an varlığını yüklendiğimiz şeylerin derinlik bilgilerine ne kadar sahibiz? Çayın nasıl yapılacağını biliyoruz. Lakin çayın oluşumu sürecinde istifade ettiğimiz fiziksel yasaların kaçta kaçına ârifiz? Kaçta kaçının yükünü yükleniyoruz? Biz yüklenemiyorsak bu şeylerin ardındaki ilim-irade-kudret yükünü kim yükleniyor?
Konuyu çok dağıttım galiba arkadaşım. O zaman hızla ’büyü’ meselesine geri döneyim. Evet. Müşrikler kendilerine ibret olması için yaratılan sıradışılıklara ’mucize’ değil ’sihir’ demeyi tercih ediyorlardı. Çünkü böyle demekle o sıradışılıkları hakiki varoluş sürecinin dışına atıyorlardı. Mucize diyenlerse, kelimenin kök anlamının da öğrettiği gibi, ’insanın benzerini yapmakta aciz kalacağı’ şeyi görüyorlardı. Hilkatini kabul ediyorlardı. Yani onu hakiki varoluş dairesinin dışına atmıyorlardı. Parçası sayıyorlardı. Gaybın imkanlarına da iman ettikleri için, pek maşaallah, varlık algıları şimdiye kadar dışına çıkılmamış yasalarınkinden ibaret kalmıyordu. Aşkınlaşıyordu. Bir kere mucizelerin varlığını kabul eden içinse o artık her yerde karşısına çıkabilir bir ’ümit’ veya ’tefekkür’ veya ’hikmet’ veya ’değişkenlik’ veya ’teselli’ kaynağıydı.
Bu eşikten şunu görebilmeliyiz: Bir mü’min, ne kadar büyük olursa olsun, varlığa bir bilimadamından daha üst bir şekilde iman eder. Bilimadamı, misalimizde olduğu gibi, kitabın işleyişini çözmüş olabilir. Dile, imlaya, noktalamaya daha hâkim sayılabilir. Fakat mü’min kitabın anlamına/aşkınlıklarına da iman etmiştir. O nedenle okuduğunu ötesiyle anlar. Ötesiyle düşünür. Nerede virgül konur, nerede küçük sesli uyumu vardır, nerede şudur-budur, bilmemesi bütüne dair marifetinden eksiltmez. Bu nedenle okuma-yazma bilmeyen bir köylü Mehmed amcanın gözleri Einstein’inkinden kıymetlidir.
Bilgisi bilimadamını müellifin gözünde mü’minden daha hayırlı yapmaz. Çünkü iyi okur, harfleri sayan değil, mesajı anlayandır. Hem şuna da artık hakverirsin ki: Böylesine özenle yazılmış kitabı bir ömür anlamayıp ardındaki emeği kendisi hakkında boşa çıkaran cahile, o yazar sonsuza kadar bir daha kitap vermese, hiç de adaletsizlik etmiş olmaz. (Belki cehennemin ademîliği/yokluksallığı budur.) Anlayıp takdir edene de ondan daha güzelini hep okuması için bağışlasa yersiz görülmez. (Belki cennetin vücudîliği/varlıksallığı da budur.)
Hülasa: Müşrikler elbette şahit oldukları mucizelere ’büyü’ derler. Çünkü kitabı şahitlikleri ile açıklamaya şartlandıkları için, bir yerinde Türkçe yerine Arapçaya rastlasalar, yahut imlanın değiştiğini görseler, kuralların bağlayıcılığından vazgeçemezler. Ya ne yaparlar? Şahitliklerini inkâr ederler. Şahitliğin inkârında üst boyutun/olabilirliğin inkârı da vardır. Yani Kur’an’daki bu türden ifadeler bize öğretir ki: Varlığı ’Yalnız bu kadardır’ diye tanımlamaya alışanlara aşkın misaller ağır gelir. Ve onlar böylesi sıradışılıkları, varlığın uyumlu bir parçası değil, tutarsızlıkları olarak teşhis ederler. Evet. En nihayet: Katolikliğin bilimi ’cadı cadı’ kovalaması neyse bilimin mucizeleri ’yasa yasa’ kovalaması da odur. Aynı bağnazlığın tekrarıdır. Vesselam.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.