- 1009 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
FARE KÖYÜ VE BİR KELEBEĞİN KANAT ÇIRPMASI, VİRA BİSMİLLAH – 1
FARE KÖYÜ VE BİR KELEBEĞİN KANAT ÇIRPMASI, VİRA BİSMİLLAH – 1
Askeri, idari, mali, hukuki ve ahlaki sorumluluklar ile yüksek performans gerektiren uzun çalışma hayatından sonra kendi isteğiyle aktif hayatını noktalamıştı. Sağlığı yerindeydi, hayatın devamlılığı içerisinde, kendi kendine bundan sonra ne yapayım?, ne yapmalıyım? gibi sorular soruyor, zihninde ve sahada yaptığı inceleme ve araştırmalarla da cevaplar vermeye çalışıyordu. Aslında, emeklilik hayatı ile ilgili tahayyülünün başında devleti ile ilişkili kurumlarda bir süre daha verimli hizmetler yapabilme tercihi hep aklında duruyordu. Özel işletmelerde çalışacağına mesaisini tabiki devletine vermeye devam etmek isterdi. Ancak, bu amaçla temas ettiği yerlerdeki gördüğü garipliğin, soğukluğun ve sanki bir nevi engelin nedeni hep o mel’un darbe teşebbüsüydü. Kamu ve özel sektör yönetici kadrolarında görev yapanların asker ve emeklilerine epey bir mesafe koyduklarını anlıyordu. Kaos ve kargaşa ortamı sürerken en çokta askerlerin tutuklanması, sanki her asker ve asker emeklisi potansiyel bir darbeci algısına neden oluyordu. İster kamuda ister özel sektörde muhatap oldukları kimseler, onun normal emekli bir subay olduğuna inanmak istemiyorlardı. En fazla hatır için dinleseler de, içlerinden sanki “vardır bunun da bir şeyi..” diyorlardı. Hele bir gün bir muhafazakar kuruluşa gittiğinde, kendisine uygulanan ve gereksiz bulduğu bürokrasiyi orada bulunanların yüzüne karşı eleştirince, densizin birisi “ama zamanında sizde bize böyle yapmıştınız” diye cevap verirken, aynı zamanda 28 şubatın rövanşını aldığının memnuniyetini fazlasıyla hissettiriyordu.
Çocukluğu köyünde, sıradan bir kır kültürü içinde, birazda meşakkatli geçmesine rağmen köyünü çok seviyordu. Bu amaçla hep “köyüme nasıl hizmet yapabilirim…”, arayışı içerisinde oldu. Bunların başında, kullanılmayan eski caminin bir köy ve kır müzesi yapılması. Köy ve kır hayatı ile ilgili eskiye ait şifahi bilgileri ve mevcut durumunu köyün eli kalem tutan(öğretmen ve memur emekli ve çalışan) kimseleri ile birlikte bir kitap olarak derlenip toparlanması ve gelecek kuşaklara yazılı bir doküman bırakılması. Köyün çöp hizmeti, kırların ve tarlaların başta kimyasal atıklardan temiz tutulması, çevre hassasiyeti kapsamında doğal doku, mera ve ağaç varlığının korunması, yardımlaşma, kooperatif gibi plan ve projelerini köylüsüne anlattı. Niyet ve maksadı beş on yılını bu güzel hizmetlerle değerlendirerek köyünün kalkınmasına ve o civardaki köyler arasında hatırı sayılır bir köy haline gelmesine katkı yapmaktı. Ancak gördü ki, köy yöneticileri ile bir kısım köylüsü, köylerinde kendi havsala ve tahayyüllerinden başka bir faaliyet istemiyorlardı. Hatta bazılarının “müze de neymiş açılmasın yav, kitap yazılmasın yav…” gibi karşı çıkışları, kendisini destekleyeceğini umduğu az çok okumuş bir çok kimsenin de, desteklerinin olmaması, atıl duran, yıpranmaya bırakılmış eski camide olsa “Ayasofya camisinden mülhem, camiyi müze yaptılar derler...” diye, bu eski caminin müze yapılması fikrine engel çıkarmaları. Yine aynı kimselerin kitap yazma fikrine ise “derneğimiz ve muhtarlığımız izin verirse yazabilirsiniz…” diye bir mantık sergilemeleri, 2020’li yılların köyü ve köylüsü ile ilgili birer ibretlik tablo olarak hafızasında hiçte unutulacak gibi durmuyordu.
Sanki gıyabında bir şeylerin daha kaynatıldığını da seziyordu. görev yaptığı uzun yıllar boyunca; yeğenim şöyle, yeğenim böyle komutan övgüleriyle çevresine hava atanlar, kendisinden başka komşularının kurumla ilgili işlerinde de “orda yeğenim var, burada yeğenim var..” diyenler, TSK’nin içine düştüğü bu zor ve hassas badirenin içine onu da karıştırmak istiyorlardı. Bunların, dedikodudan kumpasa varıncaya kadar sergiledikleri davranışlarına bir süre çok şaşırdı. Aleyhindeki dedikoduları neden yapıldığına iç dünyasında uzun bir süre cevaplar aradı durdu. Bu insanlar hakkında düşüncelerini, sosyoloji ve psikoloji gibi modern bilimlerin ışığında “yeğenim, yeğenim…” derken bile aslında başarıyı kıskanma ve hasetlik içerisinde bulunduklarını, kişilik olarak riyakar ve şahsiyetsiz oldukları kanaatiyle noktalarken. Aslında bunun insanoğlunun ezelden beri fıtratında taşıdığı, ancak sürekli mücadele halinde olması gereken kötü bir hastalık olduğunun teyidini, İlahi kaynaklarda sözü edilen Kabil’in Habil’e ve kardeşlerinin Yusuf’a yaptıkları kötülüğün bir benzerinin tekrarından ibaret olduğu bir gerçekliğin imdadına yetişmesiyle kesin hükmünü de veriyordu. Eşrefi mahluk sıfatıyla dünyaya gönderilen insan! adına ne kadar kötü bir durumdu. Ama vakıa böyleydi, hadiselerde böyle cereyan etmiş, kesin hesap ve hiç şüphesiz ahirette olacaktı.
Yaz günlerini köyünde geçirmeye, hobi olarak ta meyve fidanları ve ağaçları ile meşgul olmaya başlamıştı. Çeşitli meyve çekirdeklerinden fidanlar yetiştirmeye çalıştığı gibi, hazır fidan alıp diktikleri de oluyordu. Bunlar arasında, bir dönüm alana yüz elli adet diktiği üzüm çubuğu da vardı. Üzüm çubuklarını diktiği ikinci yılın bahar aylarında bakımlarını yapmaya gittiğinde, nerede ise bir metrekareye dört beş tane fare yuvağı deliğinin açılmış olduğunu, üzüm bağında toprağın bir karış altına farelerin adeta paralel bir köy inşa ettiğini, biraz daha yakından incelediğinde, yuvaklarının bazı üzüm çubuklarının köklerini de içine aldığını gördü. O çubukların dallarında bir tomurcuklanma ve canlanma emaresinin de olmadığını, sanki kurumaya doğru bir gidişin de emareleri vardı.
Gördüğü bu manzara karşısında şuur altı bilgileri içinde hazır ve kalıp çözüm paketleri, bilinen, kolay ve basit mücadele yöntemleri tabi ki ve hemen aklına geldi. O da fare deliklerine herkes gibi zehirli ilaç veya tuzak koyarak üzüm bağını bu yaramaz varlıkların elinden çok kolay kurtarabilirdi. Ama o bunu yapabilir miydi? Daha doğrusu yapmalı mıydı? Üzerinde çok fazla düşünmeden, belki refleks bir davranışa yakın bir süratle, kesinlikle hayır dedi. Farelerle mücadelede yapılan genel ve yaygın uygulamalar arasında, toplumda ve çiftçilerde, başta ilaç/zehirle yok edilmesine yönelik genel bir anlayışın ve yıllardır bilinen uygulama pratiklerinin bulunması, Tarım ve Hayvancılık! Bakanlığı ile ziraat anlayış ve eğitimlerinde aynı mücadele anlayışının destekleniyor olması ilk etapta ve yeterli yasal zemini oluşturuyor gibiydi. Hatta İslam’ın birincil kaynaklarında bulunmamakla birlikte, üçüncü derece kaynaklarında bu tür açıklamalara cevaz veriliyor ve dini bir meşruiyetin de bulunduğu var sayılıyordu. Ancak, o bütün bunlara rağmen kesinlikle herkes gibi yapmayacak, İslam adına yapılan bir kısım alimlerin hükümlerinin hükmüne sığınma kolaylığına kaçamayacak, üzüm bağındaki farelerin canına ilaçla veya başka bir maddeyle asla zarar vermeyecekti. Kararını orada verdi.
Gerçi, orada yürüyen koşan kaçan bir fare bile görmemişti. Ama biliyordu ki hemen yuvalarının içindeydiler ve onu gözlüyorlardı, onlarda biliyorlardı ki milli düşmanları gelmiş tepelerinde ileri geri geziyordu ve ne yapacağı da belli olmazdı. O yüzden, o oradan gidinceye kadar sessiz ve sakin durmaları ve kendilerini emniyete almaları gerekiyordu. O gittikten sonra yine aynı şekilde, günlük koşuşturmalarına kaldıkları yerden devam edebilir, tozu dumana katabilirlerdi.
O, bu kalabalık fare deliklerinin her birine, anne baba ve yavrulardan oluşan bir aile yuvası, her yuvaya ailelerden oluşan kalabalık bir köyün haneleri ve ahalisi gözüyle baktı. Bu ahalinin hem toprağın bir karış altında, hem de üstünde çok mutlu ve huzurlu bir yaşantılarının olduğunu sezen ve tahayyül ederek, çok mutlu olduğunu hissetti. Aynı duyguları, karınca, böcek, serçe, karga, kartal, kurt, tilki, tavşan vs., yuvalarını da görünce hissettiğini hatırladı. Madem kendisi bu duyguları hissediyordu, bu hisleri yaşayanın sadece kendisinin de olmayabileceğine, ayrıca dünya gailelerinden kim sıyrılarak bu gözle bakabilirse, onlarında benzer duygu ve düşünceleri yaşayabileceğini düşündü. Onlarında bu hoş manzaralı fare köyü gibi diğer canlıların köylerinin bozulmasını, sakinlerinin tedirgin, oradan def ve telef edilmesini istemeyeceklerini, gerekli hassasiyetleri göstereceklerine inanıyordu.
Bu malum canlıların köy hayatı üzerinden yaptığı gözlem ve tefekkür, insanların hayvanlarla olan ilişkilerine biraz daha dikkat kesilmesine, hayal ve tahayyülünü bu alanda biraz daha gezdirmesine ve üzerinde düşünmesine neden oldu. Ezelden beri ve geleneksel olarak yabani hayvanların telef edilmesinin insana olan faydaları üzerinden, günümüzde bile hala bu ilkel anlayışın aynı şekilde sürdürülmesini, avcılık, av turizmi ve av sporu adı altında katledilmesini ve yabandaki biyolojik hayatın mahvedilmesini, bunlar arasında özellikle kurt, çakal, tilki gibi yırtıcılar ile yılan, kertenkele gibi sürüngenlerin görüldüğü yerde bir refleks davranış olarak öldürülmesinin nasıl bir insan anlayışı olabileceğini uzun uzun düşündü. Hayvanlara ve diğer canlı türlerine karşı sürdürülen bu anlayış ve tutumun, insanlarda bir sıradanlık halini almasının doğru olamayacağını? İnsanlar tarafından tek taraflı oluşturulan hayvan haklarının! Onların hayatlarını koruma konusunda bile ne kadar yetersiz olduğunu? Bu konuda dini ve İlahi kaynakların yaklaşımlarının neler olduğunu? Çok yetersiz, kıt bilgi, birikim ve tahayyülüyle kendi iç dünyasında uzunca bir süre aldı verdi? Ancak, kendi iç dünyasında bu minvalde alıp vermelerinin sonunu da bir türlü getiremiyordu. Zaman zaman reel hayata dönse de, aklı ve hayali bu alıp vermelere devam ediyordu.
Özellikle, yabani hayvanlara karşı reva görülen bu kanıksanmış uygulamaların, günümüz insanınca da tekrar edilmesi, bu sakat ve kötü anlayışın üzerinde pek durulmadan kuşaktan kuşağa aktarılması, bir sonraki kuşağın hayvanlara karşı sergileyeceği tutum ve düşüncelerin meşruiyet dayanağı olabilir miydi?. Daha kendi aralarında doğru düzgün bir yaşama hukuku bile oluşturamayan insanoğlunun, hayvanların gıyabında ve tek taraflı oluşturduğu, hayvan hakları! adı altında çıkardığı yasa ve yöntemler, hayvanların can güvenliğini sağlama ve sürdürmeleri için ne kadar yeterli olabilirdi? İnsanların çıkardığı yasa ve yönetmelikler hayvanlarla insanların sınırlarını ne kadar doğru çizmiş olabilirdi? Yasal ve uygulama alışkanlığı olan bu tutumlar, gerçekten bir insan hakkı olabilir miydi?. Günümüz insanlığının sorunlu, yetersiz ve yanlış çalışan kalp ve vicdanının, bu yanlış haliyle bile olsa, hayvan hakları konusunda rahat olduğu söylenebilir miydi? Hatta, insanoğlu, İlahi kaynaklardan alabileceği destekle birlikte, adalet, merhamet, vicdan gibi en naif duygu ve anlayışlarının eni, boyu, çapı, derinliği ne kadarsa o kadar olan gücünden de azami istifadeyle, hayvan hakları ile ilgili bir manzume ortaya koysa, buradan hayvanların hukukunu gerçekten sağlayacak ve yaratıcının muradına matuf doğru düzgün bir esasa ulaşılabilir miydi? Dünya ve canlı alemi ile barışık olduğunun rahatlığını bu dünyada yaşayan inanan insanlara öbür tarafta bu konular sorulduğu zaman yakasını kurtarmak için ileri sürebileceği mazeretler geçerli olabilir mi,?
İnsanoğlunun, yaban hayatı ve doğal dokusuyla ilgili cevaplaması gereken çok fazla ve altından kalkamayacağı ağır sorunlarının olduğunun farkına vardı. Ancak yine aynı insanoğlu bunlara doğru düzgün cevap aramak yerine, her geçen gün biraz daha ağırlaşan bu yükü bir sonraki kuşağa devrederek kurtulduğunu sanmakta, kendini kandırmakta ve gelecek kuşakların yükünü daha da ağırlaştırmaktaydı. Şahsen ve kendi çapında tarihin bu döneminde yaşayan birisi olarak, klasikleşmiş mevcut anlayışın binlerce kez tekrarından başka bir şey olmayan mevcut duruma ayak uydurarak ortak olmak, ahirete de bu yükle gitmek, rabbinin huzuruna bu yükle varmak istemem diyordu. Aktif konumu gereği bu zamana kadar, hayvanların ve yaban hayatının uzağında bulunduğunu bahane ederek sorumluluğunun bulunmadığını da söyleyemiyordu. Ancak ve en azından bundan sonraki hayatında; doğal hayata hayvan perspektifinden de bakmayı bir prensip edinerek, şahsi iradesine terettüp eden hususlarda da tam bir hayvan sever hassasiyetiyle, iradesi dışında kalan hususlarda ise ilgi, alaka ve müdafaa çerçevesinde hareket edeceğinin sözünü hem Rabbine hem kendine hem de diğer canlı mahlukata veriyordu.
Doğanın ve canlı hayatının tahrip edilmesi, hayvan çeşitliliğinin ve varlığının hızla yok edilmesi, ormanların, çevrenin ve akarsu varlıklarının bozulması, havanın kirlenmesi ve atmosferin ısınması, tatlı su varlığının süratle azalması, sanayi, teknoloji ve kirli atıklarının zehri, nükleer biyolojik ve kimyasal silah tehdidi v.s.’nin dünyaya ve canlı varlığına vereceği olası büyük zararları, canlı alemi içinde akıl, fikir, düşünce ve şuur sahibi olarak bilinen insan eliyle ve iradesiyle gerçekleştiriliyor olması tam bir garabetti. Akıllı olduğunu iddia eden bu canlı türü, menfaatlerin ve mutluluğunun arkasında koştuğunu zannederken bir taraftan da kendisinin ve dünyasının geleceğini tehlikeye atıyordu. Her ne kadar bu tehlikeli gidişin farkındalığını artırmaya ve tehlikenin önlenmesine yönelik tedbirler de konuşuyor olsa da, önleyici uygulamalar konusunda ciddi bir irade ve tutum sergilenemiyor, dolayısı ile dünyanın düzeni ve insicamı epey bir zamandır eşref i mahluk! olan insanoğlu tarafından bozulmuş durumdaydı.
Akla gelmeyecek, izana sığmayacak yaşadığı gördüğü duyduğu gariplikleri anlatmak için zaman zaman “dünyanın şu son dört-beş yılını görmeseydim, dünya eksik kalırdı…” sözlerini sarf ediyordu. Anlaşılan çok şey anlatacak, belki kitaplar dolduracak kadar dolu malzemeyi, bu cümlenin içine sıkıştırıyordu. Hem sosyal ortamlarda hem de tek başına bulunurken gayri ihtiyari olarak daha sık aralıklarla ve bu cümleyi tekrar etmesini duyanlar, bu halini hayra yormuyor olsalar da, gerçekte yaşadığı hayatın ağırlığı altında ezildiği bu hengamda, bir de hayvan ve nebatat gibi tüm canlı aleminin maruz kaldığı haksızlıkları düzeltme amacıyla, içine girdiği hayal ve düşünce kurgusunun hayat bulması adına, bozkırın bağrındaki bu küçük üzüm bağında küçük ‘bir adım’ attığına inanıyor ve bu adımın kainatta bir “kelebek etkisi” yapması temennisiyle kendince! Allahuekber, vira Bismillah diyordu. Onun bu son hali ona endişe edenleri haklı çıkarırcasına bir hareketti. Aslında, o başından aşkın dertleri yetmiyormuş gibi, kendine hiç yoktan! yeni dertler arıyordu.
Haşim EFE
26.05.2020
YORUMLAR
Nasıl anlatsam bilemiyorum, o kadar derin, o kadar insancıl, o kadar derin imanla yazılmış, insanların doğasını bu kadar tahlil etmiş derken bir anda kendimi bambaşka bir boyutta buldum. Hayvanlara karşı insanların nasıl acımasızca yaklaşarak, yasaları ve dini kaynakları da arkasına alarak nasıl yaradanın yaratış amacına ters davranarak sorumsuzca bu hale getirdiğini, insanlığın, hayvanların, doğanın katlini nasıl yaptığını bu kadar güzel ifade edilmesi...ve iki konunun ustaca farkettirilmeden böyle birbirine bağlanışını ilgiyle, takdirle okudum. Şiirleriniz de güzel ama düz yazıdaki anlatımınıza hayran oldum. Tebrik ederim.