- 553 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MİMOZA GÜNCESİ
MİMOZA GÜNCESİ
Karşıdan karşıya geçerken gözü elinde mimoza buketleri taşıyan çiçekçi kadının eteklerine takıldı. Bir adam siluetini unutmuştu bulduğu cüzdanda. Adamın yüzü ; yaşadığı ya da yaşadığını sandığı sürece peşini bırakmayacaktı. Biliyordu, anlamıştı. Gözleri daldı… Mimozalar gülümsedi ahşap konağın pencerelerinden sonbahara. Bir tek O gördü gülümsediklerini.
Adımları tutkulu bir ritimle caddeyi dövüyor, yerde varlık bulan topuklarının çıkardığı çığlıksı gürültü bir ürpertiye dönüşüyordu. Bu şehir, bu caddeler, mimozalar, efsunlu eflatun, erguvanlar, boğazda eski bir hatıranın gururunu camlarında taşıyan ve her akşam gün batımında güneş ışınlarıyla kutsanan konaklar bir kokuyu getirip; yüzünün aynasını düşürdüğü dingin maviye koyuyor ,sonra da çekip gidiyorlardı kendi siluet mezarlıklarının loşluğuna.
Bir banka oturacaktı ki vazgeçti. Tepeden denizi gören ahşap sandalyeleri kırık dökük, masaları asırlardır aynı yerde, tüm rüzgârlara, fırtınalara inat, kıpırdamadan duran o çay bahçesine oturmaya karar verdi. Bir sandalye çekip oturdu.
Bugün O’nunla göz göze gelmeli, gözbebeklerinde yüz yüze gelmeliydi O’nunla. En az 20 sene oluyordu karşılaşmayalı. Elinde taşımaktan yorulduğu, eprimiş, kahverengisi solmuş, çoktan eskidiğini bildiği ama bir türlü vazgeçemediği çantasından bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafın gözlerine baktı. Martı çığlıklarıyla kendine geldiğinde elinde tuttuğunun bir ayna olduğunu anlayıverdi. Fotoğraf parçalanmış, masadaki boş çay bardaklarının altlıklarınına, masadaki kül tablasına dikkatsizce konduruluvermişti sanki. Elinde tuttuğu küçük aynaya saatlerdir bakıyor olamazdı.Biriyle konuştuğunu hatırladı. Sonrada aslında yanlış hatırladığını anladı. Biri konuşmuştu O’nunla. O neşeli, ezber bozan yaramaz kızın yani kendisinin- saatlerce- kendisine hiç söz vermeksizin söylediği sözler aklında kalmamıştı. Kulaklarında garip bir uğultu, kalbini hüzne boyayan gözyaşlarını silmeye çalıştığını ve küçük kızın buna izin vermediğini çayları hiç aksatmadan getiren garson fısıldadı sanki ruhunun kulaklarına.
İçindeki küçük kızı öldürmüş olamazdı ama neden elleri kirli gibiydi? Neden günahın rengi, suçun rengi kırmızı gibi geliyordu sanki.
Ellerine baktı.
Ellerindeki taze kan kokusu yüzüne öfkeli bir rüzgâr gibi çarptığında ağlamaya başladı.
Renkler adlarını değiştirmiş olabilir miydi? Değiştirseler de bu O’nun bir katil olduğu gerçeğini değiştirebilir miydi? İçine yürüyen ruhunun ayakları çocukluğunun, ilk gençliğinin, kadın oluşunun yollarında çok yorulmuş olmalıydılar. Dinlenebileceği bir kıyı olmaması ne kadar kötüydü. Ruhunun dili susmuştu.
O, küçük kızın gözlerini severdi en çok… Bir de olur olmaz zamanlarda yerküreye konduruverdiği gökyüzü gülümsemeleri. Hüzünlü bir öpüşmeydi ilk hatırladığı. Dudaklarına ihanet etmiş ve hiç de hoşlanmadığı bir adama teslim etmişti dudaklarını, ödünç vermişti. Sadece ve sadece öpüşmenin nasıl bir şey olduğunu merak ettiğinden.
Katildi artık. Hesabı ödemek üzere çantasına elini attığında siluetini cüzdanında unutmuş adamla karşılaştı yeniden. Adam anlamsızca gülüyordu. Emanetin var dedi ve bir kesekağıdı uzattı çoktan mekân edindiği çantanın kovuğundan. Aptal bir gülümsemeden fazlası değildi.
Kadın yüzü gözü tam belli olmayan parmak adamı çıkardı çantasından. Adama devasa gelen kesekağıdını dizlerine koyup, adamın kafasını kopardı ve bir karınca yuvasına bıraktı. Adam yoktu artık. Gölgelerin arasında kaybolan siluete vahşet kokulu bir kahkaha üfledi. İçinde ikinci kez katil olmanın garip, hüzünlü coşkusuyla sabırsızca kesekağıdına uzandı. Yırtarcasına açtı. Ellerine değen ılık et parçasının ürpertisiyle gözleri faltaşı gibi açılmış olmalıydı ya da O öyle zannediyordu. Her şey, hayat, zannetmekten ibaret olabilir miydi? Bakakaldı masanın üzerindekine.
Bir çift dudaktı masada duran. Bilye gibi duran bir çift gözü bulmasıyla ölecek gibi hissetti kendini.
Masada öldürdüğü genç kadının dudakları duruyordu. Gülümsemeleri, gülümsemelerini hatırladı. Bembeyaz kesilmiş et parçalarına baktı. Bir şey kanıyor olmalıydı. Dudaklarının yerini yokladı parmaklarıyla. Dudakları yoktu…
Masadaki gözlerde bir yağmur birikmiş, akamadan durmuştu. Gözleri beyaz, gözleri kırmızı, gözleri kadın, gözleri çocuktu. Bir bulut gölgesinin gölgelendirdiği ahşap masada zaman çoktan durmuştu. Gözlerini masadan aldı. Saatlerdir masadan kendini gözetleyen boşluk yüzle buluşturdu. Ellerine karınca kokusu bulaştı. Yağmur yağacaktı. Toprak kokacak. Denizi kokusundan bulacağını bilerek, bir elinde boş yüzü, diğerinde gözleri kayalıklara doğru yürümeye başladı. Nereye gidebileceğini soracak dudaklarını masada unuttuğunu da çoktan unutmuştu.
18 eylül 2013 /istanbulî-apieceofrose-Eskidendi,çok eskiden...🎠🎠💜🌅🎠💜💐🍒🌅
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.