- 534 Okunma
- 2 Yorum
- 4 Beğeni
Agaca dayanma çürür, İnsana güvenme ölür, aç ellerini rabbine; seni bir tek o görür...
Anlatmak istediği hiç bir şeyi anlatamamıştı. Acaba anlatmak mı istememişti, kötü bir hastalığın pençesinde sıkışıp kaldığını. Daha önce hiç aklına gelmemişti.
İşte yine bir soru; bir hastalığın, isminin neden söylenmediği ve onun yerine "kötü hastalık"denmesinin tercih edilmesindeki mantık ne olabilirdi acaba?
Her şey de, bir mantık aramaya da gerek yoktu aslında. Bu da aklına öylesine geliveren, delice sorulardan biriydi işte.
"Hiç sorma kardeş, bizim komşu kanser olmuş" değil de onun yerine; bizim Ayşe var ya hani, işte o kötü hastalığa yakalanmış. "
Belki de durumun ne kadar vahim olduğu, böyle söylenince daha da bir kapsamlı anlaşılıyordu. Birisi tek kelime, diğeri iki kelime. Belki de bu sebeple "kötü hastalık" denilince daha etkili oluyordu.
Adam değil de, "kötü adam" der gibi. Öyle mi acaba?
Eski günlerde bir de "ince hastalık" varmış...
Kalın ip mi? İnce ip mi? Hangisi daha çabuk kopar?
Kalın hastalık ve ince hastalık. Kalın hastalığa yakalanılırsa, sorun değil de; ince hastalığa yakalanan daha mı çabuk giderdi öte dünyaya? Yüzlerce kafayı sıyırmış sorular ve saçma sapan cevaplar beynini tırmalıyordu, arsız bir kedi gibi.
Hastalığını oğluna söylemeli miydi?
Duyduğunda nasıl tepki verecek, hiç kestiremiyordu. Ergenlik triplerini iyice abartmıştı. Kapı çarpmalar, horozlanmalar, ben bilirim havaları, gizli gizli, sakal tıraşı olmalar. Bir kaç tel bıyığına da ayrı bir özen göstermesine çok gülüyordu. Çok komik oluyordu. Ama tabi ki çaktırmadan gülüyordu, görecek diye de ödü patlıyordu. Ama cidden çok komikti...
Daha on beş yaşında bile değildi. Babası öldüğünde iki yaşında küçük bir çocuktu, hiç hatırlamıyordu babasını. Babasız büyümüştü. Şimdi bir de anneyi kaybederse hali nice olurdu. Onu kimlere bırakıp gidecekti? Teyzesi kendi çocuğundan ayırmazdı, bundan emindi. Ama yine de anne gibi olmazdı ki...
Her gece saatlerce ağlıyor, uykuya dalmakta çok zorlanıyordu. Sabah olduğunda ise yatağa zincirlenmiş ve üzerine tonlarca ağırlıkta bir şeyler yığılmış gibi hissediyor, bir türlü kendine gelip o yorganı üzerinden atamıyordu.
Oğluna nasıl söylemeliydi? Nasıl ve ne zaman?
Buna bir türlü karar veremediği için de kendini suçlayıp duruyordu. Aslında biraz daha alışmalı ve kabüllenmeliydi hastalığını. Kendisini güçlü hissedebilmesi için zamana ihtiyacı vardı. Evet, hiç güçlü değildi. Hastalığın sevimsiz yüzüne henüz alışamamıştı.
Alışabilir miydi?
Bilmiyordu...
"Söylemesen belki de daha doğru olur" diye bir ses araya girdi hemen. Son günlerde sıkça duyduğu bu seslere alışmıştı artık. Oğlu içine kapanık çok sessiz bir çocuktu. Odasından sadece, yemek, okul ve tuvalet ihtiyacı çıkan gençlerden biri olup çıkmıştı. Bir gün odasından çıkacak, bir bakacak ki, annesi ölmüş... Haberi yok.
Olur mu? Bilmem olabilir de...
Daha ne kadar saklanabilirdi ki zaten böyle önemli bir şey. Yok yok, bugün oturup konuşacaktı. Ama nasıl konuşmalı ve neler söylemeli, işte burada tıkanıyor çok çaresiz hissediyordu kendisini. En iyisi biraz daha beklemekti.
O sabah gözlerini açtığında, mis gibi kokan sucuğun etkisiyle bir anda uykusu açılıvermişti. Hayret, bu saatte kimdi acaba mutfağa girip kahvaltı hazırlayan? Oğlu olamazdı; hem sucuğu sevmez hem de mutfağa adım atmazdı, çok mecbur olmadıkça.
Gözlerini kapattı. Hafifçe burnunu çekti, tekrar kokladı, iyice içine çekti kokuyu. Yumurtalı mıydı acaba?
"Komşuda pişer bize de düşer" diye düşünmedi bile. Zaten bir devir daha kapanmak üzereydi. "Kokmuştur bir tabak da komşuma götüreyim " devri.
Atalardan yadigar kalan ve işe yaramıyor artık diye buruşturup atılan gereksiz görenekler listesine çoktan girmişti bile. Komşuculuk oynayan küçük kızlar büyümüşler ve poşetlenip saklanılan pelüş ayıcıklar gibi, komşuculuk da
kaldırılmıştı, yıllarca açılmayacak karton koliler içerisine...
Alt kat komşusu taşınalı iki ay olmuştu ama halâ adını bile bilmiyordu. Biraz garip bir kadındı. Bırak gülümsemeyi bir merhaba demeyi, karşılaştıklarında gözlerini kaçırıyor ve başını hiç kaldırmadan hızla uzaklaşıyordu. İlk zamanlar konuşmaya çalışmış, daha sonra peşini bırakmıştı.
"Canı sağolsun, nefesi de yeter" derler ya! Hani kocası vardır ama hastadır, veya işsiz güçsüz biridir.Ama yine de evinde barkında, bir erkek olsun isteğini belirtmek için; başımızda olsun, nefesi de yeter der hani...
İşte komşusu için de bu şekilde düşünüyordu. Olsun da konuşmasa da olurdu. Özellikle kış mevsimi, hiç çekilmiyordu komşusuzluk. Bir yığın doğal gaz faturasına tercih ediyordu, sosyal fobili komşusunu.
"Ver çabuk, sucuğun kokusunun parasını" diye kapısına dayanırsa da hiç şaşırmazdı. Nasrettin Hoca fıkrasında olduğu gibi.
Nasrettin Hoca’nın kadılığı zamanında fakir bir adam, çarşıda elinde sadece kuru bir parça ekmekle yürürken; yan taraftaki lokantadan burnuna çok güzel yemek kokuları gelmiş. Adam dayanamamış, elindeki ekmeğini yemeğin buharına tutup tutup yemeye başlamşçı görmüş ve adama şöyle demiş:
- Burda ne yapıyorsun?
Adam, aşçıya şöyle cevap vermiş:
- Yemeklerin çok güzeldi, ben de ekmeğimi buharına tutuyordum.
- O zaman parasını ver!
Adam bir an şaşırmış.
- Ben bir şey yapmadım ki! Sadece ekmeğimi yemeğin buharına tutup yedim.
Aşçı:
Ya parasını verirsin, ya da kadıya gideceğiz. demiş.
Adamla aşçı Nasrettin Hoca’nın huzuruna çıkmışlar. Aşçı, kadıya davayı anlatınca Hoca aşçıya işaret ederek yanına çağırmış. İçi para dolu bir kese çıkarmış ve aşçının kulağını keseye yaklaştırmasını söylemiş. Aşçı kulağını keseye yaklaştırdığında; Hoca keseyi sallayarak paraların sesini dinletmiş. Sonra da aşçıya şöyle söylemiş:
- Paranı aldın, artık gidebilirsin deyince.
Aşçı itiraz etmiş ve şöyle söylemiş:
- Hocam siz bana para vermediniz ki, sadece sesini dinlettiniz!..
Hoca da cevabı yapıştırmış:
- Eee…. Adam senin yemeğinin buharını almış, sen de ancak paranın sesini alırsın, demiş.
Yok umudunu kesmesi lazımdı. "Sucuk mucuk yok sana " diye kovmaya çalıştı, gözünün önünden gitmeyen , iki tarafında kulpları olan, bakır tava içinde, sarıları hafif pişmiş, sucukları minik doğranmış ve bol tereyağlı yumurtalı sucuk görüntüsünü.
Selamsız komşudan da hayır yok...
Bazen kızı olmadığı için üzülüyordu. Kızı olsaydı, ona ev işlerinde yardımcı olur ve böyle kahvaltılar hazırlardı. Kimbilir belki de öpücüklerle uyandırıcı bu yaşlı anacığını.
Yok aslında yaşlı sayılmazdı. Ama kendisini yaşlanmış gibi hissediyordu. Bir ay öncesinde her şey normal seyrinde gidiyordu. Ta ki, şu kötü hastalık ortaya çıkana kadar.
"Merhaba ben geldim!
"Her fani gibi ölecektin. Ben de bahanen olarak işte karşındayım" der gibi sırıtmıştı, Filimlerde ki kötü adamlar gibi, hunharca kahkahalar atmıştı hatta...
Kötü karakterler vardır ya hani onların gülüşü gibi. Buzdağı kütlesinin gülümsemesi ne kadar sıcak olabilirse işte o kadar sıcaklıkta bir gülümseme...
"Hoş geldin ! Diyemiyeceği kötü niyetli bir misafir. Misafir de kovulmaz ki. Alıp başına taç edecekti...
Tevekkül etmenin ne demek olduğunun bilincinde bir insandı.
"Mevlam neyler, neylerse güzel eyler" dedi ve kalktı yataktan. Diline pelesenk olmuş, bir ayetle mırıldanarak...
"Doğrusu kim Allah’tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatını boşa, çıkarmaz."
(Yusuf, 12/90).
YORUMLAR
Evet sıkıntı bendeymiş. :) Ellerinize sağlık.
Kötü hastalık. yakıştıramamak söylemeye dili varmamaktan. Ve hatta acıyı yakın hissetmekten olmalı. İnce hastalık Verem. Yakaladığı şahsı bir deri bir kemik kalıncaya kadar kemirmesinden. İncelten anlamında ki gerçekten verem olanlar kısa zamanda güzelleşir ardından zayıflayarak vefat ederlerdi.
Ve tevekkül. Allah o makamı cümlemize nasip etsin. Yakın zamanda iki çocuğunu bırakıp giden bir kardeşimiz geldi aklıma.Allah makamını cennet eylesin. (Amin)