Gelişine Vuruşlar
Sahildeyim. Elimde bir bıçak. Önümde Caravaggio. Güneşte doğum sancısı. Ter damlalarının savrulup, düştüğü yerlerde delikler açılıyor. Üstlerinden atlıyorum. Allah’ı var, herif iyi kaçıyor. Söylemesi ayıp, ben de iyi kovalıyorum. Neden diye soruyor içimdeki sesler grubu. Çünkü diyorum, abla dediklerim bana hep abi dedi. Üstelik, gün, ay, yıl, saat yaşıtız. İşte bunun yarattığı döngünün beni ittiği boşluk beni buraya… Toplu bir hastir çekiyorlar. Sonra hakem düdüğü çalıyor. Maç başlıyor. Elim Caravaggio’nun omzunda, tutup çeviriyorum. Kafa kafayayız. O geri geri ben düz koşmaya devam ediyoruz. Niye kaçıyorsun birader diyorum, dursana bir. Abi diyor, senle ilgili değil. Bir hatun meselesi var da… Düelloya gidiyorum. O benim diyorum. Savuruyorum bıçağı. İşlemiyor. Bıçak eriyor. Yerde kan gölü. Caravaggio artık Caravaggio değil. Karşımda Dostoyevski, elindeki kartları dağıtıyor. Kan gölüne bakıyorum. Yansımada bir eşek başı. Eşek çiftesini bir koyuyor. Kendimi çatının birinde buluyorum. Yanı başımda antene bağlı bir at. Haydaaa diyorum, seni hangi akıllı bıraktı buraya. Atını seven kovboy diyor. Çözüyorum ipini. Bundan sonra benimsin diyorum. Ben dört ayak, at cillop gibi hatun oluyor. Sırtıma biniyor. Çatıdan dörtnala uçuyoruz. Güneşin doğumu başlamış. Güler yüzlü bebeler yağıyor gökten. Ter çukurlarında parklar, bahçeler, falanlar ve filanlar…
*
Bir gün yine boş boş geziniyordum. Kalabalık değildi cadde. Bir köşesinde müzisyenler filan vardı. Ve onları izleyen iki sevgili. Öylesine güzel bir resim çiziyorlardı ki; kendimi en yakın kaldırım taşına bırakıp onları izledim. Bir süre sonra sarmaş dolaş yanımdan geçmek üzerelerken ben de ayağa kalktım. Arkalarından bakarken herif kıza cebinden çıkardığı kartpostalı veriyordu. Kız çok mutlu oldu; sarılıp herifin yanağına öpücük kondurdu. Onları gözden kaybolana kadar izledim.
Cadde boyunca ilerledim. Acayip hayaller kurdum. İnsanlara hayvan kostümleri filan giydirdim. Evlerini yüksek dağlara, odalarını mağaralara çevirdim. Sonra dedim ki; Ne de olsa sokacaklar böyle hayale. Kendim soktum. Gördüğüm bir kedinin aslında tanrı olabileceği ihtimali üzerinde düşündüm. İşte o an bir tren geçti içimden. Kendime geldiğimde birkaç metre karşımda cillop gibi bir kız zıplayarak el sallıyordu. Canım, canım… Kız kollarını açarak bana doğru koşmaya başladı. Ben de açtım kollarımı, koştum. Onu öyle kucakladım ki. Bağrıma bastım. Kız çırpınıyordu. Bıraksana lan, bırak sapık! İki minik el beni tutmuş, çekiştiriyordu. Bıraksana lan sevgilimi, manyak mısın? Tabii ki manyak değildim. Kızı bıraktım. Bana yönelen sözlü saldırıların arasına bir pardon sıkıştırdım. Canım diye koşunca sanmıştım ki… Oradan hemen uzaklaştım.
Biraz daha ilerledim. Yol burada dörde ayrılıyordu. Hangi yöne gidecektim? O sırada yanımdan sandalla bir fil geçti. Onu takip ettim. Bara birlikte girdik. Gel sana bir şeyler ısmarlayayım dedim. Boş bir masa seçtik. Fil oturağı çekiyor, kıçını yerleştirmeye çalışıyor, olmuyordu. Oturağı sağından solundan genişletmeyi denedi. Nafile. Kıçını iki yandan bastırıp ufaltmayı denedi. Gıdım oynamıyordu. Önce bacakları, sonra hortumu üzerinde durmayı denedi. Bu böyle olacak gibi değildi. Öyle mahcup bir ifadeyle dedi ki; Ya ben koala olsam, mahsuru var mı? Kıramadım. Şarap ısmarladım.
Karşı masada iki sevgili kavga ediyordu. Sen böyle yaptın sen de böyle yaptın. Sen böyle yapmış olmasan ben de böyle yapmış olmazdım. Öyleyi var eden böyle değil miydi? Öyle olmasa böyle olmazdı böyle olmasa da öyle olmazdı. Zaten, böyle yapanlar öyle yapanların öyle böyle yaptıklarını unuturlar mı kuzum. Kavganın en hararetli yerinde araya girdim. Bağıra çağıra şarkılarla cevap veriyordum onlara. İlkinde heriften ters bir bakış geldi. Sallamadım! Bir sonrakinde kız başını çevirip baktı. Ne sallıcam! Bir sonrakinde diğer masalardan gülüşmeler geliyordu. Bir sonraki, bir sonraki, bir sonrakinde herif beni sallamaya kalktı. Deli misin ulan! Koala kuş olup çoktan uçmuştu. Hemen kaçtım.
Tenha bir sokakta biraz nefes alıp, tekrar caddeye çıktım. Kalabalıklaşmıştı cadde. Birkaç adım attım. Gözüme ilişti. Çocukken kaybolan oyuncak ayım bir markete giriyordu. O tarafa yöneldim.
*
rüyamda İsveç milli futbol takımının antrenman sahasındayım. bir sürü adam sağa sola koşuyor, atlıyor zıplıyor, kimi orta yapıyor, kimi şut çekiyor... ben taç çizgisinde öyle ayakta bekliyorum. yanımda biri daha var. o benim gibi sakin durmuyor; olduğu yerde top sektiriyor. saatler geçiyor, ben dayanamayıp bağırıyorum.
"ya hoca, ben ne zaman gircem antrenmana?"
hiç tınlamıyor adam.
"hocaaaa" diye bağırıyorum tekrar. göz göze geliyoruz. "gireyim mi?" anlamında bir işaret yapıyorum.
"sen bekle" diyor kesin bir dille. "Sen yedek antrenmancısın. biri sakatlanırsa öyle girersin."
"yahu hoca" diyorum, "antrenmanın yedeği mi olur?"
takan kim? dönüyor kıçını, elindeki düdüğü öttürmeye, direktifler vermeye başlıyor.
o sırada yanımdaki dikmiş gözlerini bana bakıyor. bil bakayım kim? yanımıza gelen malzemeci veriyor cevabı.
"hey gidi koca ibrahimoviç, sen de dışarda kaldın ha?"
ben şaşkın şaşkın bakıyorum. "yahu" diyorum, "ne ibrahimoviç"i, bildiğin olricx bu."
o sırada sözü edilen kişi, "kim demiş dışarda kalmış" diyerek sahaya koşuyor, antrenmana başlıyor. biz malzemeciyle hararetli bir tartışmanın içindeyiz. olricx mi ibrahimoviç mi? birden yakın, ağır çekimde bir orta geliyor, o kişi döner tekmeyi koyuyor topa; top doksandan fileleri havalandırıyor.
"aldın mı?" diyor malzemeci, hareket çekerek. "ibrahimoviç’den başkası yapabilir mi bunu?"
"hay" diyorum, "hay." sadece "hay."
uyanıyorum. uyku sersemi tuvalete gidiyorum. ben aynaya bakıyorum, aynada ibrahimoviç bana bakıyor.
YORUMLAR
olricx
Güler yüzle ayrılanlar olduysa ne güzel.