- 516 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Çay ve limon
ÇAY VE LİMON
Ne bekleyen bilir beklediğini/ Ne de bekletilen bilir bekletildiğini
Ayak izlerini örten kar taneleri eşliğinde hızlı adımlarla yürüyordu. Sabahtan beri o kadar yürümüştü ki ayaklarında derman kalmamıştı. Ayakkabıları su çekmiş, çorapları ayaklarına yapışmıştı. Kendince esen rüzgar yüzünü defalarca tokatlamıştı. Kızarmış yanakları bu yüzden gerginleşmiş, yüzüne yapışmıştı. Kirpikleri ve sakalları misafir kar tanelerini köklerindeki sıcak köşede ağırlamıştı. Morarmış dudakları sıcak bir çay bardağını ağırlamak isterken dişleri birbirine vuruyordu.
Bir kahvede sıcak bir çay içerse kendine geleceğini düşündü. Gözleri bir kahvehane ararken elini eskimiş kabanının cebine attı. Parmakları cebinde beş kuruştan fazlasını bulamadı. Boş elleri, girdikleri kapıdan sessiiiizce dışarı çıkarken mahçup ve yalnızdı.
Hiç olmazsa biraz ısınırım deyip karşısına çıkan beşinci sıradaki kahvehanenin kapısını itekleyip içeri girdi. Boş elleriyle kapıyı açmak içinden gelmemişti. Harıl harıl yanan sobanın yanı başındaki masada yer olmayınca yan masaya oturdu. Sırtını sandalyeye dayayıp ayaklarını uzattı. Deriiin bir nefes aldı. Kahvedeki tüm sigara dumanını da içine çekmişti. Diline yapışan tat midesini bulandırdı. Aldığı nefesi beş katıyla iade ederken damağındaki tat diline yapıştı. Çaycı, elinde demli bir bardak çay ile yaklaşıyordu. “Şimdi değil sonra içerim” deyip çaycıyı geri gönderdi. Çaycı istenilmeden geldiği için pişman olurken o çaycıyı gönderdiği için suçluluk ve utanç duydu.
Yorgun gözleri sıvası dökülmüş duvarlarda anlamlar arıyordu. Antika duvar saatinin yükü kirpiklerine binmişti. Gözbebeği tüm renkleri birkaç saniye için söndürmeyi başarınca yere bıraktığı su bardağı büyük bir sesle param parça oldu. Parçalarından yüz kaç tanesi dünyanın yörüngesinden fırladı. Korkuyla gözlerini açıverdi. Ses dalgalaarı küçük desibellerde yankılanırken ortalıkta kırılan herhangi bir bardak görünmüyordu.
Otuz dakika sonra tekrar saate baktığında midesindeki ekşime geçmişti. Aceleyle botlarını çağırdı. Sandalyeyi iki dakika daha işgal etmek istemiyordu. Titreyen elleriyle ayakkabılarını ayağına geçirdi. Bağcıklarına üst üste düğümler attı. Yolda çözülmemeleri için attığı düğümlere kafasındaki düğümleri ekledi. Geniş paçalarını kafası karışık düğümlerin başına geçirirken bir güç kimse görmeden başını sola çevirdi.
Ocağa yakın bölümdeki kitaplık dikkatini çekti. Hafler sadece onun anlayacağı bir dilde kendisine seslendiler. Adımlarının yönünü kitaplığa çevirdi. Kahvehane sahibinin kendisini izlediğinden habersiz kitapları karıştırdı. Kederine terk edilmiş birkaç yüz kitabın memleketlerini değiştirdi. Alt rafta bir tarafta öylece tayinini bekleyen ince belli, esmer tenli kitab bütün dikkati üstüne çekti. Onu tanıdığında gözleri parladı, kalbi hızla çarptı. Uzun zamandan beri aradığı nasibini, aramadığı bir yerde bulacağını hiç beklememişti. Nasibini ürkek bir kuşmuşçasına eline aldı. Parmaklarını sayfaları arasında şefkatle gezdirdi. Kokusunu aşkla içine çekti. Elinden tutup götürmek istese de nasip şimdilik görmekten ve biraz da bakmaktan ibaretti. Tozlu rafı istemeden sevgilinin yüzüne çekti tekrar. En doğru ve en uygun yerin gözden ırak olduğuna kanaati tamdı.
Daha fazla oyalanmamak için botlarını sola çevirip yirmi beş küçük adım attı. Elleri kapının kolunu sıkıca tutup çevirdi. Kapı açılmamak için direndi. İçinden kapıya söylendi. İradesiz bir kapının bile karşısında direndiğini düşündü. Yaşlı gözleriyle kapıyı tekmelememek için kendini zor tuttu. Tekrar kapının sürgüsüne asıldı. Ama nafile. Az önce raflara yerleştirdiği kitapların kendisine güldüklerini düşündü. Arka taraftan “Oğlum” diye bir ses duyunca kapının yakasını bıraktı. Ayakkabıları sağ taraftan geriye hızlı bir dönüş yaptı. Harfler bir safa gelerek olanları anlamlandırmaya çalıştı.
En üst köşede yalnız başına kitap okuyan yaşlı adam, “Çay içmede bana eşlik eder misin?” diye sordu. Orada başka kimseler de vardı. Niye ben diye geçirdi içinden. Ardından çekip gitmeyi düşündü. Ama bu davranışı kendisine yakıştırmadı. Yaşlı adamın masasına on beşinci adımda vardı. Yan masadan bir sandalye çekip oturdu. Yaşlı adam teklifini kabul ettiği için teşekkür etti. Harfler sesini kaybedince çayına bir iki damla limon sıktı. Gözlerini bardağa dikti. Bir süre damlaların çaya rengini vermesini seyretti. “Denizde ne görüyorsun?” diye sordu yaşlı adam. Burnunu çekip, “Hiiiiç!” diye bir cevap verdi genç adam.
Verdiği cevap yaşlı adamın hiiiç hoşuna gitmedi. Amaçsız, umursamaz tavırları yan masadakilerin dikkatini çekti. Birisi, “Zamane çocukları işte böyle.” dedi. Hem zamandan hem de çocuklardan şikayetçiydi. “Büyüklere saygı kalmamış” diye devam etti. Genç adam cevap verme gereksinimi duymadı. Bardağı yudumlamak için ağzına götürtü ki bardak aniden kontrolden çıktı. Hızla bariyerlere çarptı. Kalbi kimsenin minnetini almamasını söyledi. Yaşlı adam çıraktan yeni bir çay istedi. Genç teşekkür edip içmeyeceğini söyledi.
“İhtiyarlıktan benim de ellerim titriyor.” Dedi yaşlı adam. “Sebeb farklı, sonuç aynı” diye gülerek cevap verdi genç. “O kitabı sana hediye etmek istiyorum evlat.” “Hangi kitabı?” “Alt rafın arkasına emanet ettiğin kitabı.” Demek ki ihtiyar olanları görmüştü. “Başka bir sefer geldiğimde kimse almasın diye oraya koymuştum.” “Sana o kitabı hediye etmek istiyorum.” Ellerinin bir bardağı kabul etmemesini düşünen genç adam “Olmaz, kabul edemem.” Dedi sadece. “Herkes senin kadar onu bilmez. Yapraklarına senden daha doğru şefkat da duymaz. Bir gün en sevdiğin bir sözü hediye edersen işte o zaman ödeşiriz.” dedi yaşlı adam. Bundan sonraki ısrarının yapmacık olduğuna kanaat getiren genç almamakta ısrar etmedi. Ayağa kalkıp kitaplığa yürüdü. Rafın arkasına bıraktığı hikâyeyi çıkarırken midesindeki yanma yeniden nüks etti.
Sağ eliyle yaşlı adama tozlu kitabı uzattı. Yaşlı adam bir bezle kederin bıraktığı tozları aldı. Sonra kurbanını masaya yatırdı. Ayaklarını sıkıca bağladı. Yönünü hürmetle kıbleye çevirdi. Usulca çekmecesinden siyah dolma kalemini çıkardı. Derindeeen bir besmele çekti. Kitabın içindeki tüm harfler korkuyla titremeye başladı. Huşu ile damlayan kırmızı mürekkep, saman kağıdını uzun zamandır beklediği sevgilisine kavuşturdu.
“Kar tanelerinin kendisine eşlik ettiği bir günde misafirim olan bu uykusuz gence sırrını aç” dedi yaşlı adam. Söylenilen her kelimeyi teker teker yazdı kalem. İtaat etmek her kalemin kaderiydi. Emanet yeni emanetçisine memnuniyetle teslim edildi. Yaşlı adam yavaş yavaş kanındaki troponin değerlerinin düştüğünü hissetti. Kapı, sürgüsüne “çekil” emrini verdi. Genç adam eşikten adımını attığında kar taneleri rüzgârın ağzından çıkıp derin bir “Hüüüüü” çektiler. Sonra da gidip havanın soğuk kulağında öylece saklandılar.
Kar sabahtan beri durmamış, şehirdeki tüm pislikleri geçici bir süre için örtmüştü. “Buz dağının gücü buzdansa eğer, o bir dağ olamaz” dedi harfler kar tanelerine. Kar taneleri “HÜÜÜÜÜ” dedi tekrar. Harfler “İlla HÜÜÜÜÜÜÜ” diye cevap verdi.
Önündeki üç düğmeyi ilikleyip kitabı sol koltuğunun altına koydu. Sağ elini açtı. Kar taneleri birbirine değmeden dikkatlice iniş yaptılar. Birbirlerinin aynısı gibi görünen bu tanelerin aslında ne kadar da farklı olduklarını düşündü. Aynı yöne baktıkları halde çölde denizi, denizde çölü görmek kadar farklı. Tıpkı insanlar gibiler dedi kitaptan dökülen harfler. Kar kelimeleri, yıldızlar gibi damadın başına üşüştü. ‘Her varlık kendisini seveni severse sevgi güçsüzleşmez mi’ diye sordu kendine genç adam. Herhangi bir cevaba yanaşmayan harflerden çıt bile çıkmamıştı gene.
Sonraki günlerde ayakları onu hep kahvehaneye getirdi. Saatlerce oturup sadece kitap okuyordu. Kahvedeki gürültü umurunda bile değildi. Herkes farklı şeylerden bahsediyordu. Kimisi aşktan, kimisi geçim derdinden, kimisi de gençliğinden... Herkesin dünyası farklı, diye düşündü. Yaşlılardan birisi, “Keşke gençliğim bir gün dönseydi de ihtiyarlığın başıma neler getirdiğini bir bir anlatsaydım.” diye şikayet ediyordu. Yolların kapalı olmasından şikayetçi olanlar da vardı. Bu konuşmaların hiçbiri umurunda değildi. Fakat yolların kapalı olmasına üzülmüştü. “Allah tüm yolda kalmışlara yardım etsin.” Dedi yan masaya. Bir cevap alamayınca tekrar kitabına konsantre oldu.
“Kitap okumak insanı insanlardan uzaklaştırmamalı” dedi yaşlı adam. Baran okuduğu kitaptan yavaşça başını kaldırdı. “İnsanlara bir şeyler anlattığınızda ‘Bana ne!’ diyebilirler. Ama kitaplar sizi sonuna kadar dinlerler. Üstelik kalbinizi kırmayı da bilmezler. Seni anlamıyorlarsa kapağını kapatırsın. Kimsenin de nazını çekmene gerek kalmaz.”
“İnsanlar seni anlamak zorunda değil. Bu yüzden insanlardan uzaklaşmamalısın. Kitaplar ise sen onları yargılarken onlar seni yargılayamadıkları için, sana hayır diyemedikleri için ve onları istediğin zaman arkana bakmadan terk edebildiğin için dostun kabul etmiş de olabilirsin ki bu dostluk değildir. Bu durum sana psikolojik bir üstünlük verdiğinde yanlış bir yola girmiş olursun. Ama kalp kırmama konusunda kesinlikle katılıyorum.” “Ama ben bu konuda size katılmıyorum hocam.” “Kitaplar seni yargılayamasa da kendini yargılamayı öğretirler. Gerçek bir dost gibi çelişkilerimi görmemi sağlıyorlar. Bu yüzden onlar benim dostum.” “İnsan öyle bir varlıktır ki kendi kusurlarını mantığınca örtebilir. Bazen kendinin avukatı olmayı seçebiliyorsun.” Diye yanıt verdi ihtiyar.
“Artık hukuk okumasam da savcı olmayı seçiyorum. Gaddar bir savcı gibi kendimi suçlayabiliyorum.” “Kimin kurallarına göre kendini yargılıyorsun? Tabi ki kendi kurallarına göre! Ne kadar tarafsız olabilirsin ki. Kimse seni eleştirmesin diye kendini çok fazla eleştirmen neyin ne kadarını çözebilir, merak ediyorum. Önemli olan teraziyi dengede tutmaktır. Kendine karşı acımasız olman, kendi içinde ayrı sorunlar barındırır.” “Kendimi arındırmaya çalışan birisi olarak eleştirilere açığım. Dediğiniz gibi de olabilir.”
Yaşlı adam, genç yolcunun bir kılavuza ihtiyacı olduğunu biliyordu. Yoksa tek başına kaybolmak, boğulmak ya da kendini sorularla boğmak zor değildi. Yıllaaaar önce onun yolu da bu kahvehaneden geçmişti. Baran’ın sorduğu sorular bir zamanlar onun da sorduğu suallerdi.
Ertesi gün tekrar geldiğinde yaşlı adam “Okulu neden terk ettiğini” sordu. Yaşlı adamın bu sorusu yıllar öncesine götürdü onu. İlk günleri hatırlamıştı. Ne kadar da canından bezmişti. Bir taraftan her şeyi bildiğini sanan hocalar, öbür tarafta yalakalık yapan öğrenciler... Yetiştiği kültürü gerilik gören anlayışlar… Olduğundan farklı görünmeye hevesli arkadaşlar... Abuk sabuk şaka yapanlar… Her şeye gülenler, her şeyi konuşanlar… Tek derdi eğlenmek olanlar... işi gücü fotokopi kuyruğunda beklemek olanlar... Kendini yalnız kalmış bir keçi gibi hissetmişti. Kalacak yeri olsa da gidecek yeri olmayan daha nice çaresiz sorular sormuştu kendine.
Yaşlı adam bardağın boş tarafına bakmasının kendisine acılar yaşattığından bahsetti. Bu demek değildi ki gidip eleştirdiği gibiler olmaya çalışsındı. Bazen kaçmanın doğru olan tercih olduğunu ama her zaman da doğru olmadığını unutmamasını söyledi. “Zaman boşuna yaratılmadı.” Dedi yaşlı adam. “Zaman, anların ve anıların hükümdarıdır.” Dedi genç.
“Konuşmamı neden ilk geldiğin zamanlar değil de bir yıl sonra yaptığımı düşünmelisin. Bazen adım atmak için suyun durulmasını beklemek lazım.” “Su bazen gürül gürül akar bazen de durur” dedi genç adam. “Akan suyun berrak, duran suyun ise kokacağını unutmamak lazım.” “Hem” dedi yaşlı adam, “Çok kitap okumak da bir yerden sonra insanları kirletir. Bu demek değil ki kitap okumayı bırakmalı.”
“Sadece kendi dünyanda yaşamamalısın. Sadece kendi doğrularında yaşayanlar çok geçmeden kendi yanlışlarında boğuldular. Hayatla yüzleşmek zorundasın. Unutma ki yaşam hayatın renklerinden yeni renkler çıkarmaktır. Yanlış olarak düşündüğün şeylerin düzelmesi için de mücadele etmelisin. Kaçmak bizim için kolay olduğu müddetçe her şey zorlaşır. Şimdi eskiden niye okumak istediğini düşün. Tamamen bir kariyer için miydi?” “Suçluları cezalandırmak için bu mesleği seçmiştim.” “O zaman şimdi kendini cezalandırmalısın. Çünkü sen üzerine düşeni yapmayan bir suçlusun. Sadece kariyer yapmayı düşünen bir egoistsin.”
Yaşlı adamın sözcük öbekleri üstünden ağır bir kitap gibi geçiyordu. İhtiyar adam usta hamlelerle çırağının dünyasını açmıştı. Çırağın da ustasına olan minnet ve muhabbeti kat kat artmıştı. Şimdiye dek kendini hiçbir insana bu kadar borçlu hissetmemişti.
Herkesten hızlı koşmaya çalışırken, her şeyi geride bırakıp geriye dönmek ders olmuştu. Ustasının “Hayatı doğru okumalı yoksa hayat hiç çekilmez.” Sözleri kulağında hep yankılandı. Okumak onun için artık kutsal amaç değil kullanışlı bir isviçre çakısı olmuştu.
Finaller bitip okullar ara verdiğinde, ilk iş uçağa atlayıp yaşlı adamı ziyarete gelmek oldu. Ustasına anlatacağı o kadar anısı birikmişti ki. Okuduğu kitaplardan, yazdığı öykülerden ve gezdiği yerlerden bahsetmek istiyordu. Aldığı yüksek notları söylemek için kalbi heyecanla çarpıyordu. Gittiği kursta yabancı olmadığı dili öğrenmeye başladığını ve daha birçok şey anlatmak için masasına oturacaktı ustasının. Sonra en güzel çayını demleyip ustasının bardağını dolduracaktı.
Yatsıya doğru kahvehanenin kapısına vardığında beklemediği kadar büyük bir kilitle karşılaştı. Yaşlı adamın bu saatte nerede olabileceğini düşünse de aklına herhangi bir yer gelmedi. Tozların esir aldığı ön camı koluyla temizleyip içeriye baktığında içerinin dışarıdan farklı olmadığını gördü. Masaların, kitapların üzerinde biriken tozlar daha da meraklandırdı. Korkusunu merakının içine saklamayı başararak adımlarını muhtarlığa çevirdi.
Muhtarlığa doğru adımlarken yaşlı adamın eski arkadaşlarından biri arkadan seslendi. Bazen beraber oturup uzun uzun sohbet ederlerdi. Yaşlı adama hiç hal hatır sormadan endişeyle kitab evinin neden kapalı olduğunu sordu. Yaşlı adam başını önüne eğerek “Allah rahmet etsin. Acı bir kaybımız oldu.” dedi. Başını ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı. İhtiyara hediye edeceği “Öykü Köyü” isimli kitab koltuğunun altından kayıp yere düştü. “Keşke daha önceden gelseydim! Nasıl bu kadar vefasız olabildim.”diye sitem etti. “Evlat! Bir saniye sonrasını tahmin edemeyecek kadar aciz olduğumuzu unutmamalısın.”
Yaşlı adamın arkadaşı duvarın dibinde sızlayan dizlerinin üzerine oturup, “Kendisinden önce de karısı vefat etti. Hepimiz için acı kayıplar oldular. Ama ölümün planlarımızı bozduğu zamanlar yok değildir. Senin gibi akıllı birisinin bu gerçeklikleri daha iyi bilmesi lazım.” Dedi. Cebinden bir mektup çıkararak “Buraya geldiğinde bunu sana vermemi söylemişti.” dedi ihtiyar adam.
Baran oturduğu yerden mektubu gözyaşlarıyla açıp okumaya başladı. Yaşlı adam ona kahvehaneyi açmasını ve eğer kışın üşümüş bir kitap aşığı gelirse, cebinde de beş kuruşu yoksa açık olsundu, demişti. Ama bu sefer o kişinin aç olabileceğini ve ayakkabılarının da su çektiğini unutmamasını eklemişti. Acı çekenleri acı çekenler anlardı. “İnsan bir damla kan, on damla acı, biraz da kederdir değil mi. Bizim dostumuz biraz dertli olmalı evlat. İnsan yanacak kadar aciz olmadığı müddetçe ateş insanı yakacak kadar güçlü olmadı hiçbir zaman.”
Ehmed Mîrzade
YORUMLAR
Ehmed mîrzade
Ehmed mîrzade
Biraz gerçek biraz kurgu. Azıcık şeker ve biraz da limon.