Gerçek Dünya
"Hikaye, resim üzerinden yazılmıştır"
youtu.be/VIDGqhkY2NE "müzik ile dinleye bilirsiniz." (Keyifli olacaktır "Yiruma - Kiss the Rain -Rainy mood- ")
İnsanlar belli bir yaşa geldiğinde anlıyor; varlığını, bedeninin kendine ait olduğunu, kendi iradesiyle hareket etme ihtiyacı duyduğunu. Bazı insanlar bunu hiçbir zaman yaşayamıyorlar, fark edemiyor veyahutta algılayamıyorlar. Belkide dünyanın yarısından fazlası yaşıyor bu acı gerçeği. Oysaki en küçük insandan en büyük insana kadar, hayatta bir farkındalık başlatılması gerekiyor. Yaşam nedir ? En alt sınıf insanlarının (-ki ben burada "altsınıf" insan olduğu kelimesini dahi bünyemde kabul etmiyorum. Genel bir terim olarak insanlar kullandığından dolayı telafuz ediyorum) çalışma sebebinin, işlerini sadece ihtiyaclarını karşılamak amacı ile yapmamalarının en doğru düşünce olduğunu düşünmelerini isterdim. Bir ressam veyahutta bir yazar, ortaya çıkartmış olduğu ürünü maddi kazanç olarak gördüğü taktirde kayıptadır. O zaman sanatçı değil işçi olmuştur. Tıpkı çöp toplayan bir çöpçü. Ay başında maaş bekleyen öğretmen, akşam olsun mesai bitsin diyen bir hemşire- doktor. Adaletten şikayet eden: mevkii, para, ahbaba boyun eğerek adeleti saptıran yargıç. Demokrasinin gölgesinde nemalanan, gerçekleri sahteyle değiştiren biz gazeteciler. Işte size acı tablonun bilançosu. Altsınıf bana göre sadece para için yaşamlarını ve gelecekteki evlatlarını veya evlatlarının çocuklarına olması gereken bir dünyayı bırakamayıp yok eden insanlardır.
[ Özgür Dünya Gazetesi 1906 Şubat 21 ]
Gazeteye verdiğim sert yazılardan birinde, bazı maden ocaklarına karşı vermiş olduğum mücadelelerden dolayı, bir-iki defa uyarı almış, Rocyford`da bulunan maden ocağına yazdığım sert kalemimden ötürü, iki ay hapisaneye tıkıldım. Bu beni ne şaşırttı ne de yıldırdı. Şerif bu tür yazılara devam edersem, gelen şikayetlerden dolayı gazetemi iki haftalığına, devamında ise, yargıcın emri ile dört ay daha kapatacağı hususunda ihtar verdi. Tabii bu sohbet üzerinden bir ay bile geçmemişti ki, iki haftalık kapama cezasıyla kapıya mührü kavga gürültü eşliğinde basarmıştı. Beni de görev başındaki memuru engellemekten üç gün kodese keyifle tıktığını söyleyebilirim. İki aylık kodes hayatımda da boş durmadım elbette. Şeriften bir defter ve de birkaç kalem rica ettim. Bu kadarını yapabilirdi herhalde. Ne kadar ters düşsekte, ister/istemez bilgi alış-verişlerimiz oluyordu.
Hikayelerimden birini şehirdeki bir yayınevine gönderdiğimde, yeterli bulmadıkları için iade ettiler. Bu ilk denememdi birazda olsa elimin titremesine neden oldu, direncim zayıfladı, özgüvenimde çatlaklar oluştu. Daha sonraları birkaç deneme daha yaptım. Daha sonra Washington da bir yayınevinde şansımı denedim. Açıkcasını söylemek gerekirse, pekte ümitli değildim. Fakat pes etmek pek bana göre bir durum değildi. Bir öğlen vaktiydi, telgraf geldi. Yanlış hatırlamiyorsam nisan ayı olmalıydı ya da o aylar içerisinde. Bahardı bir gün önce yağmur yağmıştı. O gün ise güllük güneşlik bir havaydı. Havalara hiçbir zaman anlam veremedim. Telgrafa baktığımda "Portakal Yayınevi - ’Michel Blue’ - Washington" ürperdim, heyecan en üst seviyedeydi, çocuksu bir duygu belirmişti içimde. Sanki bir yarışmadan galip gelmiş gibi. Sonuç son ana kadar belli değildi, belki kaybedecektim; umutlarımı, uğraşlarımı, duygularımı (bu kadar güçlü bi karaktere sahip olmama rağmen.)
"Bay Felix Nelson, bize başvurmuş olduğunuz hikayenizin tarafımızca okunup yayınlanmaya uygun görülmüştür" yazısını okuduğumda çok mutlu olmuştum. İçim içime sığmıyordu. Sanki bir çocuğun, panayırda oynadığı oyundan kazandığı en sevdiği oyuncağa sahip olması gibi; ya da onun gibi bir duygu. Daha önce hiç panayırdan bir şeyler kazanmadığım için o duyguyu bilemiyorum. Halen geç sayılmaz. Tabii bir süre sonra Washington`a gitmeye karar verdim. Bu benim ilk uzun seyahatimdi.
Elbetteki size seyahatlerimi anlatmayı düşünmüyorum. Çok daha gerilere gideceğiz. O zamanın çocukları, şimdiki çocuklar kadar şanslı değildi. Aslında, çocuklar hiç çocuk olamadı. Hayatla tanışırken altı yaşımda bile değildim. Karanlık mağaraya giriyorsunuz fakat çıkamayabiliyorsunuz, hemde bir daha asla. Elbette hayat size bu kadar kötü davranmayabiliyor (en azından bazılarımıza). Benim hikayemde aslında tamda bu cümlenin bitişiyle başlıyor diyebilirim.
Ağabeyim babamla birlikte fabrikada çalışıyordu. Benden beş yaş kadar büyüktü. Bende fabrikada çalışmayı çok istiyordum ama küçükler için çok tehlikeli yermiş (sanki kömür ocaklarında güller yetiştiriyormuşuz gibi). Akşam yemeklerinde hep birlikte toplanır, gün içinde olan bitenleri konuşurduk. Tabii ben her zaman fabrikada çalışmayı hayal ederdim. Büyük makinaları, devasa kumasları, o kadar kumaş topunu nasıl kaldırdıklarını merak ederdim. Babam pek anlatmazdı bu konuları. Ağabeyimden öğrenirdik olan bitenleri, biraz gevezeydi diyebilirim. "Ağzımda bakla ıslanmaz" deyimi tamda ona göre söylenmiş bir cümleydi. Belkide her ay bir iş kazası olur, ağabeyim onları anlatırdı. Çocuğun nasıl öldüğünü, nasıl müdahale edildiğini, kurtarma ümidi ile cephede savaşan askerler gibi... O kadar heyecanlı anlatırdı ki çocuğun makinadan çıkartılış sahnesini, birebir yaşardım. Babam tam olayın en heyecanlı yerinde araya girer, "William!" der susar, tabağına birkaç kaşık daha daldırır sofradan kalkar, cam kenarına oturur derin düşüncelere dalardı. Belki başka başka hayallere. Annem, bazı zamanlar seslenirdi, öyle dalmış olurdu ki, onu duymazdı bile. Belkide ağabeyimin başına böyle bi olay gelecek diye temkinliydi, korkuyordu. Onu anlamak hiç zor değildi. Daha önce bir evlat kaybetmişti. Küçük kardeş Maria. Bembeyaz bir teni vardı. Parlak masmavi gözler. Anneme bir gün "anne, havaya çok baktığından mı kardeşimin gözleri mavi?" diye sorduğumda, gülümseyerek "hayır bebeğim, büyükbabanın gözleri öyleydi." cevabını vermişti. Kendisini hiç görmedim ama, gözlerinde kardeşimin varlığını görmek beni mutlu ediyordu.
Ben o zaman beş yaşındaydım, bir gece vakti kardeşimin ağlamaları fazlalaşmaya başlamıştı, nefes alamıyor boğuluyor gibi oluyordu, sanki boğazına bir şey kaçmış gibi hırıldıyordu. Annem ve babam çokça mücadele ettiler, doktor da getirmişlerdi ama maalesef onu kaybettik. Salgın bir hastalıkmış, köyde birkaç çocukta da görülmüş.. babamda annesinden almış ela gözlerini, annemin kahve ağabeyiminde benimde elaydı. Ne kadar saçma...
O günler geride kalıyor, hayata bir yenisi ekleniyordu. Bende kocaman bi adam olmuştum artık, altı yaşıma girmiştim. Okul zamanım yaklaşıyordu, belki seneye veya bir sonraki sene.. ya da ağabeyim gibi hiç gidemeyebilirdim. Birgün haber getirdi babam, akşam yemeği yiyorduk. Bana "madende çalışabilir misin?" diye sordu, ya da onun gibi bir soruydu, ince bir ses tonuyla söylemişti bunu, bende meraklı gözlerle bakarak evet nidaları attım. Sanırım kalkıp birazda dans ettim diyebilirim, sonuçta o günlerin üzerinden çok zaman geçti, herşeyi nasıl hatırlayabilirim ki. Arkadaşlarımda madende çalışıyordu, ne kadar zor olabilirdi ki? Benimde onlara anlatacak heyecanlı anılarım olacaktı.
Madencilik yıllarım zordu ama, arkadaşlarla çene yaparken keyiflide geçiyordu. Bazen ufak çaplı göçükler meydana geliyordu, ufak yaralanmalar, bazen sakatlanmalara sebep oluyordu ama kimse ölmüyordu. En azından bizim ocağımızda öyleydi. Bazı ocakların durumu felaketti. Mesela Rocyford da ki bir ocakta durumlar daha kötüydü. İyi para veriyorlarmış ama çok tehlikeliydi. Bizim ocakta ayak çakımlarını Bay Hardy, Bay Mason ve Bay Nigel ve gerektiğinde bizden yaşları ve boyları büyük olan Oscar ve Rusuf`u da çağırırlardı. Nefeslik ve bacalara kısa boylu veya zayıflar bakarlardı. Yani hemen hemen beş altı yaşındakiler. Bu işlere ben dahil değildim, sanırım biraz şişkoydum. Elbetteki size görevimin ne olduğunu anlatmayacağım, siz tahmin edin, bu bir nevi siz ile ben arasında oyun olsun.
Yanlış hatırlamıyorsam bir mesai çıkışı, Simon, Denny, James, Andre bir olmuş; Tommy bu havada ocağın aşşağısında bulunan derede bir dakika boyunca duramayacağı konusunda onu bahse sokmaya çalışıyorlardı. Ben Tommy` ye hasta olacağı konusunda uyardım ama dinletemedim. Birkaç şilin için ve tabii erkeklik gösterisi güderek buz gibi dereye girmişti bile. Tabii bir dakika boyunca saydık, donuyordu, titriyordu fakat çıkmayı düşünmüyordu. Gerçekten, bazı zamanlar çok inatçı oluyor ve hiç çekilmiyordu. Hergün ki bir gün gibi kapı-kapı toplanarak ocağa gitmeye hazırlanıyorduk. Tommy`i de seslendik ama hastaymış, çocuklar kafasını sallayarak yola koyuldular, tabii bende. Akşam Tom`u sormaya gittiğimde kapıyı kardeşi İsabel açmıştı, ( çok güzel bir kızdı, sanırım ondan hoşlanıyordum...) ağlıyordu, ne oldu diye sordum... Hıçkırıklarla ağlamaya devam etti, bende onu kapının kenarına iterek eve girdim, ayakkabılarım çamurlu olmasına bile aldırmadan. Odadan içeriye girdim, yatağa uzanmış üzerine bir bez örtülmüştü.. Tom artık bu dünyada yoktu belki ama, iyi bir çocuktu; cesaretli, korkusuz, saf...
Normal günlerden biriydi, işe başlayalı fazla olmamıştı. Maden ocağında ufak bir denli çöküntü meydana geldiğinde insanlar ocağın orada toplanmışlardı, birçoğu kadınlardan oluşuyordu. Gelen erkeklerden biri Bay Martin idi. Kasabaya yeni bir gazete dükkanı açmıştı. Kasabamız oldukça büyüktü, babamın fabrikası kasaba üzerinde olduğundan ve tabiiki ağabeyimin. Babam; olaysız birgün geçmediğini, kasabada yaşamadığımız için şanslı olduğumuzu söylüyordu. İnsanlar birbirlerini bile vuruyorlarmış, babam şerifi pek sevmezdi. Biraz rüşfetçi pisliğin tekiymiş birazda... Bay Martin bu kadar kısa zamanda, onca yolu nasıl geldiği merak etmiyorda değildim.
Bay Martin, ocakta çalışan birkaç kişinin resmini çekmek istedi, nazik bir dille rica etmişti, bizde "hayır" diyemezdik, gazeteye çıkacaktık, heyecan vericiydi diyebilirim. Hiç resmim yoktu, belki Bay Martin bize bir anı resmi çıkartabilirdi. O arada bir kargaşa oldu ve ocaktan Alex ve De (Deandre)` yi çıkarttılar ayakları kırılmıştı Alex`in de kolu kopmuştu. Durumları ağırdı ve Martin bir resim daha çekme telaşı içerisindeydi. Yani bizim resim işi çoktan yatmıştı. Yaralıları at arabası ile şehirdeki hastaneye götüreceklerdi, her zaman oraya götürürlerdi. Onca yola insan nasıl dayanabilir ki -aslında oraya gidenler eski bedenlerini bulamazlardı, Alex de buna dahil oldu-. Bay Martin de kiralamış olduğu at arabasıyla peşlerinden gitti. Gazetecilik zevkli bir iş olmalıydı, gözlerimi hayallere kapayıp dalmıştım, elimde fotograf makinası, sağı solu çekiyordum. Bu kadar mı yani? Her neyse...
Babam, kasabaya hep ağabeyimle giderdi. Çalıştığımızdan dolayı tatil günlerimiz birbirine denk gelmez ya da denk gelse dahi o gün; ya başka işlerle meşgul olur, ya da kasaba da işleri olmazdı. Kasaba uzak yerdeydi, bazen gelmeleri akşamı buluyordu (ne zaman araba bulabilirlerse.) Atı olan bizim buralarda zengin sayılırdı. (Şunu açıklamam gerekiyor ki, kendine ait bir hayvanın varsa kasaba o kadar uzak sayılmaz). Kasabalarda motorlu arabalar varmış, Onlara beyefendi diyorlar. Bizim maden sahibi kadar zengin olmalılar... Bana öyle geliyor ki, işlerimiz hep böyle kötü gidecek değil. Bir akşam yemeğinde yine yemek yiyoruz, anneme "biz hep böyle fakir mi olacağız?" diye sorduğumda, gözlerime baktı, elinde ki ekmeği tabağının yanına bırakarak, elimi tuttu "Bebeğim, aslında fakirlik pekte kötü bir şey sayılmaz, mutlu musun bizimle olmaktan?" diye sordu. Bende "elbetteki." yanıtını verdim. İnsanın samimi bir aile bağlarından başka ne mutlu edebilir ki. Tabii bu konuşmanın sonunda babam ağabeyime dönerek, "Eric, sen yarın çalışıyorsun galiba?" dediğinde kulaklarım kurt gibi kabarmış gözlerimi dikmiş onu dikkatlice izliyordum. Sonra bana dönerek, "Felix? Kasabada bana biraz yardım etmek ister misin?..." tabii benim buna hayır demem, bir kurdun kuzuyu yemeden ormana geri dönmesi gibi bir şey demekti. Motorlu arabaları da merak ediyordum, kasaba da kaç insan vardır acaba?.. yatağımda uzanırken birçok hayal geçirdim aklımdan. Babam belki şekerleme de alırdı diye düşler kuruyordum.
Sabah yataktan fırlayıp ne zaman eli-yüzümü yıkayıp sofraya yerleştiğimi, hangi ara kahvaltı yaptığımı bilmiyorum. Biraz sonra savaş başlamak üzereydi ve ben son bi hamleyle kalan kırıntıların derdine düşmüş havasıyla tabağımdaki tosta saldırmıştım. Şehre vardığımızda o kadar büyük olduğunu hayal etmemiştim. Sapkalı adamlar (-bu şapkayı taksam fabrikaya kesin alırlardı diye düşünerek gülümsemiştim,) şık elbiseli kadınlar, kocaman atlar. Motorlu arabalar (adının otomobil olduğunu sonradan öğrendim). Üç-dört katlı evler, güller, ismini bilmediğim çiçeklerle dolu güzel bahçeli evler.. Babamla bazı dükkanları gezdik, anneme elbiselik güzel iki kumaş almıştık. Kim bilir üzerine giydiğinde, ne kadar güzel bir kadın olacaktı. Fazlasını bile hakediyordu. Dikkatimi bir beyefendi çekti; siması çok tanıdık geldi, biraz daha dikkatli bakınca fark ettim, o olduğunu, evet ya o olmalıydı diye düşündüm. Yanına gidip "Merhaba Bay`ım" dedim. Şehirde insanlar birbirine böyle sesleniyorlardı. "Genç adam?" sonra dikkatlice beni süzdü. "Sen geçen sene..." kendimi tekrarlayarak, yardımcı oldum. "Evet Bay Martin, Powder Rider dan Felix." Elini uzattı tokalaştık, burada ne aradığımı sordu, babamı işaret ederek, alışveriş için kasabaya geldiğimizi anlattım. Babam o arada bir ahbabı ile konuşuyor olmalıydı.
Sohbetimiz kısada olsa koyulaştı "seni gazeteme almak istesem, baban buna müsade eder mi sence?" diye sorduğunda, bu soruya onun cevap vereceğini söyledim, bunun cevabını yalnızca o bilir. Babamın yanına vardığımızda tokalaştılar, kendisini tanıttı, derin bir sohbete koyuldular. Hatta gazetesine davet ettiysede, babam; zamanımızın olmadığını, daha geniş bir vakitte kasabaya geldiklerinde muhakkak uğrayacağımızı söylemişti. Benim için sunmuş olduğu teklifede, babam kibar bir dille daha sonra bu konuda etraflıca konuşacaklarını, yolun çok uzun olduğunu, onca yolu bir çocuğun tek başına gelmesinin mümkün olamayacağını dile getirdi. Bay Martin bir haber için tekrar köye geldiğinde (söz konusu kömür ocağının çocuklar için uygun olup olmadığı hakkında bir haber çıkartmak istediğiyle alakalıydı. Bu konuda çalışan çocuklarla röportaj yapacak, onların isteklerini, eksiklerini konuşmakla birlikte, babama ikinci bir teklifte bulunacaktı.
Babam ne kadar olmaza yatsada sonunda onu ikna etmiş, ocaktaki tehlikeleri ve onun yanında alacağım maaşı düşünürsek, (pekte gözardı edebilecek bir teklif değildi) kabul etmişti. İyi bi maaş, kalacağım bir yer, ve de erzak temini konusunda söz vermişti. Kendimi bu kadar değerli olduğumu, Bay Martin ile bu muhabbetten sonra özgüvenim fazlasıyla artmıştım Bay Martin`in de amacı buydu. Öz-güven aşılamak ve işimde başarılı olmak.
İlk zamanlar gazete satmakta ne kadar acemilik çekmiş olsamda (köyden gelmiş bir gencin, ne kadar yırtık olabileceği aşikar) , kısa zamanda alıştım. Gün içerisinde gazete satmayı bitiriyor, dükkanı temizliyor, ortalığı toparlıyordum. Bay Martin`in yardımcısı Bayan Barbara okumayı bilmediğimi fark ettiğinde utanmıştım. Bir erkek, daha doğrusu "kasabada yaşayan bir beyefendi nasıl olurda okuma-yazmayı bilmiyor?.." diye sitem etmişti. Haksızda sayılmazdı. İnsan kendini ifade edebilmesi için okuma-yazma bilmesi şarttı. Sadece bu kadarla da sınırlı değildi. Bir kadın da okuma-yazma bilmeliydi, onlar geleceğin evlatlarını büyütecekti. Gözü kulağı dili olmayan kadın, nasıl olurda güzel bir dünya yaratabilmek için eksik olabilirdi ki? Boş zamanlarımızda (epey bi uğraş ve zorluklardan sonra) bana zaman ayırarak, tıpkı bir öğretmen gibi bana okumayı öğretti. Tabii sadece Bu kadarla da kalmadı, bana cizgi romanlar, hikaye kitapları, daha sonraları da roman hediye etti. Hepsini de çok büyük zevke okudum diyebilirim.. içlerinde en başarılı olanı da kuskusuz "Don Kişot" olmalıydı. İnsan onca bilgiye nasil sahip olabilir ki, nasıl bir dünya da yaşıyordu acaba, acaba yazdığı romanın neresinde kendi hayatının öykülerini sığdırmıştı, acaba sığdırmışmıydı, bir taraftan tebessüm ettirirken bir sonraki paragrafta nasıl insanı duygu seline hapsedebiliyordu. Tıpkı bir gardiyan gibi, hemde iyi yürekli gardiyan.
Bay Martin belli aralıklarla kendi evine davet ederdi, aslında bunu en çok isteyen şüphesiz Bayan Martin olduğundan hiç kuşkum yok. El lezzeti annem kadar harikaydı diyebilirim. Bayan Martin`inin mutfağı kocamandı, neredeyse bizim ev kadar bir mutfağa sahipti diyebilirim. Akıllı ve zeki bir kadındı, hamarattı, evini düzenli ve temiz tutardı, bazen yardımcısı Cherry (siyahi bir kadın) ona gündelik ücret karşılığı yardım ederdi (Cherry Tuner , Nat Turner`in eşinin isminden esinlenilmistir). Bayan Martin iştahla yediğim yemeklerden mutlu olurdu, benimde kibar biri olduğum söylenemezdi. Hatta bir defasında, "yavaş ye boğulacaksın" serzenişte bulunmuş, utandığımdan dolayı bir daha uyarma geregi duymamıştı. Bazen Bayan Martin`e "Elena Anne" diye seslenirdim hatta ilerleyen zamanlarda sıklıkla Elena Anne diye sesleniyordum. Bana gerçekten bir anne şefkati ile sokulurdu. Bay Martin ise çoktan bana odanın birini Felix`e verelim teklifinde bulunmuş, Elena Anne de bu teklife sıcak bakmış ve bu teklifide bana sunmuştu. Asla köyümü ve ailemi unutmadım bu kadar varlık içerisinde. Nasıl unutabilirdim ki, beni en yoksul haliyle terk etmeyen aileme yaşam borcum vardı. Köye gittiğim zamanlarda hiçbir şekilde elim boş asla uğramazdım. Köye gitmek için Bayan Martin`in atını ödünç alırdım. Bir-iki gün kalır ailemin gönlünü alır tekrar kasabaya dönerdim.
Her mutluluk gibi bu mutlulukta fazla uzun sürmedi. Köye gittiğim bir hafta sonu, sabah erkenden çıkan göçükte dolayı bir hafta oyalanmak zorunda kaldım. Kömür madeninde göçük meydana geldiğinde orada olmaktan ilk defa nefret etmiştim. Zor bir haftaydı, köy yastaydı. Göçük ilk defa bu kadar ağırdı. Bay Orland iyi paralar kazanınca iş güvenliğini pek umursar gibi durmuyordu. Bunun haberini sık sık köydeki arkadaşlarımdan duyuyordum. Kasabaya vardığımda Bay Martin`in de müsaadesiyle gazeteye şık bi başlık kondurdum. Tabii bu başlık birilerinin kuyruğuna basmak demekti. Gazetecilik cesaret demekti, korkusuz olmak, özgür iradeli kalemlerin işiydi.
" MADEN OCAĞİNDA GÖÇÜK "
Haftasonu maden ocağında göçük meydana geldi, çoğunluk çocuk olmak üzere çok sayıda yaralılar ve de ölüler var. Ağır yaralanan çocukların yaşama şansı neredeyse hiç yok. Köylülerden de yardıma giden çok sayıda insan var.
"KARA MADEN ÇOCUKLARA MEZAR OLDU"
Birçok insan halen göçük altında yaşama savaşı veriyor.
"ÇOCUKLAR DİRİ DİRİ TOPRAĞA GÖMÜLDÜ"
Bay Herney Orland göçük hakkında tek kelime konuşmadı.
Hafta da üç gün gazete çıkartıyorduk. Bazı zamanlar geç saatlere kalıyor, matbaada yatıyordum. Yağmurlu bi geceydi etrafta kimseler yoktu, herkes evine çekilmiş ya da nadiren nal sesleri cadde boyu yankılanıyordu. Yorgunluktan başım çatlıyor ne yazıkki dükkanda ilaç namına bir şey bulmak namümkün. Hava soğuktu üzerime kalın bir palto aldım, biraz uzandım başımı ovaladım, güzün soğuk yüzü içimi ürpertecek durumdaydı. Kışta bi` o denli soğuk olacak diye geçiriyordum içimden. Bu düşüncelere dalmışken, hangi ara uykuya daldığımı hatırlamıyorum sonra bir gümbürtü-şangırtı sesiyle ürkek bir serçe misali uyandım. Bir tarafta kurşun sesleri dükkanın içinde cirit atıyor, bir taraftan şişe bombalar (molotof) dükkanın camından içeri düşüyordu. Silah sesleri bittiğinde çıkış kapısı da alevlere teslim olmuştu. Önce kova kova su döktüm yetmediysede dışardan insanlarda kovalatla su döküyor, içeride kimsenin olup olmadığı konusunda bağrış sesleri geliyordu. Kaptığım bir bez parçasınıda ıslatarak ağzımı burnumu kapayacak şekilde kafama dolamış, çıkıp gitmek yerine içerden yangını söndürme derdine düşmüştüm. Çıkarsam dükkan alevlere teslim olacak, içerideki var olan boyalar, kağıtlar ve birkaç yangını daha da alevlendirecek sıvılar mevcuttu. Kasabalının sayesinde yangını söndürsekte dükkanın bir bölümünden (özellikle giriş olmak üzere komple ön taraf) ümit kesilmiş durumdaydı. Benimde ayakta duracak gücüm kalmamıştı, çok fazla dumana maruz kalmıştım. Sabaha kadar bir şeyleri toparlamaya çalışırken Bay Martin` e haber yolladım. Geldiğinde önce benim durumumu gözden geçirdi, nasıl olduğumu sordu, kimseyi görüp görmediğimi. "Birilerinin kuyruğuna fena basmış olmalıyız" şeklinde sesli konuşmalarına tanık oluyordum. Bay Martin`i ilk defa o zaman sinirli haliyle görmüştüm. Her zaman dingin, sakin, insana güven veren bir yapısı vardı. Fakat Bay Martin`in bu işin peşini bırakmayı düşünmüyor, ardınsıra ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Aynı aylarda Elena Anne de birkaç defa rahatsızlanmış, ilgilenen doktor da pek iyi haberler vermiyordu.
Aralığın sonlarına doğru Elena Anne`yi kaybettik. Bay Martin`i eskisi gibi dükkana uğramıyor, uğrasada pek fazla konuşmuyordu. Ağzına asla içki sürmeyen bir insan nasıl olurda beyefendi giyiminin yerini berduş, ayyaş sokak adamlarına döndüğüne, o zamanlar aklı sır erdiremiyordum. Onun için çok çaba sarf ettiysemde başarılı olamadım. Sağlığınıda kaybediyordu. Saygı duyduğum, babam yerine koyduğum o güçlü, erdemli, kaliteli bir beyefendinin yerinde yeller esiyordu, bu da benim hayata olan güvenimi zedeliyordu.
Bay Martin`i bir gün elinde bir dosya ile geldi, "evlat" diye başladı söze, seyahate gideceğini, buralardan uzaklaşmak benim için iyi gelecek" diye sözünü de bitirmişti, elindeki dosyayı bana uzatarak, dükkanın artık bana ait olduğunu, verandalı evide üzerime devrettiğini söyledi. İçimde buruk bir sevinç vardı. Mal mülk sahibi olmaktan mutlu olduğumdan dolayı değildi sevincim. Elena annemin yaşadığı evin anısını yansıtan evin benim olmasıydı. Ve ikinci olarak Bay Martin`in kendini toplamaya karar vermesiydi. Bay Martin`e fazla iyimser baktığımı sonradan fark edecektim. Ondan bir daha haber alamadım. Kasabaya gelen bazı insanlar, Colorado`da kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü söylediğinde dik durmaya çalıştım, yazıhaneye gittim, derin bir nefes aldım, ağlamamak için kendimi zorlasamda dayanamadım, gözyaşlarıma teslim oldum. Bir zaman sessiz kaldım gözlerimi kapadım, kendimi dinlemek istiyordum. Ayağa kalktım, duvarda duran maden ocağından kalan resimlerden birine baktım. Resmin içerisinde hayatta kalan bir tek ben vardım Bütün arkadaşlarımı, ardından Elena Anneyi ve şimdide Bay Martin`i kaybettim. Öylesine kimsesiz kaldım ki, bütün her şeyim koca bir boşluktan ibaretti. Bay Martin`iyi şuan daha iyi anlıyordum.
Gazetede beş kişi çalışıyordu, Barbara bi müddet sonra, yerini yetiştirmiş olduğu Jessica`ya bıraktı. Genç becerikli bir kızdı. Benim yaşlarımdaydı. Sarışın mavi gözlü ince uzunca güzel bir kızdı. Kendisine özel bir duygu ile bağlanmıştım. Sevecen güler yüzlüydü, bana kardeşim Maria`yı hatırlatıyordu. Gözrenkleri öylesine örtüşüyordu ki, öldüğünü bilmesem, kaybettiğim kardeşimi yirmi yıl sonra görüyor gibiydim. Jessica`ya iki hafta buralarda olmayacağımı, benim yerime dükkana sahip çıkmasını, elamanların ihtiyaclarını (maddi, manevi) aksatmamasını istedim. Bu benim için çok önemliydi. Acil durumlarda bana nasıl ulaşacağını sorduysada bu konuda kapalı kutu olmayı tercih edip oradan uzaklaştım.
Çocukluğuma, mutlu olduğum o fakiraneme döndüm, annemin nefis yemeklerinin kokusunu dahi özlemiştim. Babamın tütün kokan paltosunu, ağabeyimin gevezeliklerini. Lakin ağabeyim evlenmiş bir de kızı olmuştu. Güzel bir kadınla evlenmişti, fabrikaya devam ediyordu. Babamın kaderini o üstlenmişti. Acaba ben kimin kaderini üstlenmiştim. Seneler sonra seyahatlere çıkmaya başladım. İyi bi adamla ortak oldum. Gazeteyi büyüttüm, yüzde altmış ortaklık bana aitti ve gazete ismini de asla değiştirilemez maddesine yer verdim. "ÖZGÜR DÜNYA GAZETESİ" daha sonra çıktığım dünya seyahatlerinde çok güzel yerler gördüm, harika insanlarla tanıştım. Aynı olan tek gerçek varsa dünya üzerinde, her gittiğim ülkelerde çocukluğuma dair gerçekleri görmek beni üzdü diyebilirim. Bu dünya insanlarının, çocuklara reva gördüğü acı bir gerçeğidir.
Sükûnet
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.