Varoluş Dürtüsü
Varoluş dürtüsü, bizlerin dünyada hissedebileceği bütün dürtülerden daha kuvvetlidir. Bu, ölüm kaygısının ötesinde, şimdi, burada olabilmenin düşünsel itkisidir. Bu dürtü çok kuvvetlidir; öyle ki, insanlar öldükten sonra zihinlerde bile var olabilmeyi başarmışlardır. Tarihte iz bırakan tüm şahsiyetleri andığımızda, bu kişilerin var olmadığını söyleyebilir miyiz? Bu durum bizi varoluşun ne olduğu sorusuyla baş başa bırakır. Ayrıca bu müthiş dürtünün ölümden sonrası için bile itici gücünün olduğu, bir şekilde başkalarının zihinlerinde canlı kalabilmeyi kapsaması da tartışmaya değerdir.
Varoluş, düşünce bağımlılığı olabilir mi? Düşüncelerin varlık kazanma dürtüsünün tanımı. Böyle bir dürtü doğal olarak ölümle son bulmayacaktır, zihinlerde yaşayacaktır. Peki bir insanın zihinlerde yaşaması, o insanın varoluşunu neden etkilemektedir? Diğer bir deyişle, bir insanın zihinlerde yaşaması neden şimdinin konusu olabilir ki? Ben, ben olarak şu an var olduğumu hissediyorum, öldükten sonra, insanların zihinlerinde, ben, ben olarak var olduğumu hissedebileceğimden mi ümitliyim? Buradan hareketle “şimdi”de yaptığım kalıcı şeyler “sonra”da var olmaya devam edecekse bu durum benim değil “yaptığım kalıcı şeylerin” var olmaya devam edeceği anlamına gelmez mi?
Varoluş dürtüsü eksenindeki insan, aslında “yokluk” korkusunu bastırıp “zihinlerde yaşama” ümidiyle teselli buluyor. Bu dürtünün karşısında duran heybetli “yokluk” aslında henüz biz doğmadan önce var olan “hiçlik” hali. Bizler varoluşu deneyimlediğimiz için ona sıkı sıkıya bağlanıp önce ve sonrayla ilgili ifadelerde, deneyimlerimizden yola çıkmak zorunda kalıyoruz. Deneyim bizlere yokluğun ne olduğunu söylemiyor, varlığın, varoluşun “temel” bir dürtü olduğunu hissettiriyor. Deneyimlemediğiniz bir şeye arzu duymak, yokluğu arzu etmekle aynı anlamdadır. Tüm bu çıkarımlar, varoluş dürtüsünün zihinlerde yaşama itkisinden öte yokluğun, yani deneyimleyemediğimiz “alanın” varlığından kaynaklandığını gösterir.