- 743 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Hayat Denen Oyun
O sokağa saptığımda hemen anladım: Doğru yerdeyim… Bu koku, bu gölgeler, şu karşıki evin alt katındaki balkonu saran sarmaşık; ne bileyim bunun gibi tanıdık, kucak gibi sarmalayan bir şeyler o sokağı yıllar önce üzerinde sek sek oynadığım, arkadaşlarımla çığlık çığlığa bağrıştığım, koşturduğum, kimi zaman düşüp dizlerimi kanattığım, kısacası çocuk olmayı öğrendiğim sokak yapıyordu. Öyle bir sokağı olmayanlar, çocuk olmayı bilmeyenler yani; çocuk gözleriyle dünyaya bakmanın neye benzediğini, nasıl dönüştürücü bir gücü olduğunu da bilmiyorlardır herhalde.
Herkes ille çocuk olmuştur bir dönem. En azından yaş itibariyle… Ama bu, gerçek bir çocuk olmak için yeterli değildir maalesef. Çocuk demek oyun demektir çünkü. Hayal etmektir. Dönüştürebileceğine inanmak… Bir şeyleri kökten değiştirebileceğine yani… Ellerinde hamur misali yoğurabileceğine dünyayı… İşte öyle bir bakışı kazanabilmek için bol bol koşturmalı, oynamalı, o oyunların sıcacık kucağından seyretmelisindir dünyayı.
Ben de öyle bakabilen gerçek çocuklardan biriydim neyse ki! Gerçek bir çocuğunki kadar sihir saçan ellerim vardı benim de. Dokundukları şeylerde izler bırakıyor, bir çocuğun ellerinin dokunduğu her şey gibi gülümsetiyorlardı onları. Bol bol düşüyor ama asla koşmaktan, oynamaktan vazgeçmiyordum yine de. Çünkü o oyunlar aracılığıyla çevremdeki şeylere bir şekilde dokunabiliyor, o oyunların bir parçası yapabiliyordum onları. Hiçbir şey çok uzakta kalamıyordu böylece… Her şey oyuna dâhildi.
Bir kız vardı, benim yaşlarımda… Hiç oynamıyordu bizimle. Ailesinin geçiminden sorumlu tutulan, küçücük omuzlarına koca koca dağlar bindirilmiş o şanssız çocuklardan olduğundan falan değil, aksine hep evdeydi. Sadece oynamak istemiyordu, o kadar… İnsanlardan korktuğunu duymuştum. O da çocuk olmayı öğrenememişti demek ki. Oysa bu sokağa bir inseydi, sek sek oynasa, düşüp kalksa, çığlıklar atıp kaybolsaydı çocukluğun bulutsu diyarında… Ve bir kez olsun gerçek bir çocuğun gözlerinden bakabilseydi dünyaya… Onu gönlünce renklere bürüyebilse, üzerinde ip atlayıp, top oynadığı bir sokağa çevirebilseydi… Öyle uzak uzak bakmazdı pencereden bize. Hemen aşağı iner, oyunumuza katılırdı.
Bu sokağa sapmama neden olan şey benim de öyle bir pencereden bakmam değil miydi bir nevi? Ne zamandır ben de oyuna katılmıyordum yıllar önceki o küçük kız gibi. Uzak kalmıştım her şeyden. Bir şeyler olmuş, çocukluğumun sokağına sığdıramaz olmuştum dünyayı. Oradan göründüğü gibi değildi. İstediğim kadar hafife almaya çalışayım, çocuksu gülüşler göndereyim, bana mısın demiyor, dik dik bakmaya devam ediyordu yüzüme.
Kendi dünyama öyle bir dalmış, dalgaların arasında öyle kaybolmuştum ki bir adım ötemi göremez olmuştum. Bütünden kopmuş; hiçbir şeyi tamamlamayan, anlamsız bir parça olarak kalakalmıştım ortada öyle. Oyundan çıkmış, tek başıma oyunlar icat etmiştim kendime… O çocuk bakışını kaybetmiştim.
“Aylin“ dedi tanıdık gelen bir ses. Arkama döndüm hemen… Bu sokağı aşina kılan gölgelerle dolu yüzüyle güzel bir kadın vardı karşımda. Burnundan tanıdım onu: Leyla… O kusursuz, minicik burun ancak ona ait olabilirdi. “Leyla?” dedim, sesimde onunla birlikte bu sokakta koşturduğumuz o günlerden kalma ılık bir duygu…
“Nerelerdeydin?” dedi, boşlukta aniden beliren mucizevi bir şeymişim gibi inanmaz gözlerle tepeden tırnağa süzerek beni… “Hiç değişmemişsin. Hemen tanıdım seni.” Birden yaklaştı bana, sımsıkı sarıldı. Yüzümdeki yabancılığı silip süpüren bir büyü yaptı bu hareketiyle sanki… Ayrıldığımızda ben yine bu sokağın çocuklarından biriydim artık. Bir yetişkin gibi görünsem de sonuçta o çocuktan da esaslı bir parça yok muydu bütünümde? Yoksa neden yıllar sonra buralara gelip bu sokakta gezineydim ki?
“Ne günlerdi!” dedi, elimi sıkı sıkı tutmuş peşinden sürüklerken beni. “Nereye?” dememe kalmadan çok iyi tanıdığım o apartmana doğru yöneldi. Her şey bıraktığım gibi, gelmemi bekler şekilde, en süslü giysilerini giyinmiş, gülümsüyordu sanki. En küçük bir parça bile biraz olsun yerinden kımıldamamış, sanki yıllar önceki o resim her nasılsa öyle görebileyim diye sabırla gelmemi beklemişti. Peki, Leyla hiç çıkmamış mıydı bu sokaktan? Böyle güzel bir kadın çocukluğundaki o oyunlar aracılığıyla dokunduğu hayata karışıp biraz da onun sokaklarında dolaşmamış, toza toprağa bulanıp büyümemiş miydi? Bunları konuşmak için erkendi daha… Bol bol vaktimiz vardı, özlem giderme zamanıydı şimdi.
“Sen annemin poğaçalarını çok severdin.” dedi. “İçine doğmuş gibi onlardan yaptı bugün. Senin için yapmış meğer.”
Giriş katında oturuyorlardı. Nermin Teyze pencereden gördü beni. Şöyle bir baktı yüzüme… Birkaç saniye ancak sürdü beni tanıyıp yerinden fırlaması. Az sonra apartmanın kapısına dikilmiş, beni karşılamaya hazır bekliyordu kocaman bir tebessümle.
Az sonra çay eşliğinde o enfes poğaçalardan yerken, eşimle boşanmaya karar verdimiz o günden söz ederken buldum kendimi. Daha kapıdan gireli yarım saat olmamıştı, bense buradan uzakta geçen hayatımın en kuytu köşelerini ortaya sermiş, kimseye anlatamadığım şeylerden söz etmeye başlamıştım bile. O anlattığım kadın ben olmaktan çıkmış, epey bir uzağa savrulmuştu konuştukça sanki. Ben yine bu sokakta seksek oynayan, ip atlayan o küçük kız olmuştum. O kadına; oynadığım o oyunların içinden, o sıcacık kucaktan bakmış… ve ne zamandır O’nu ilk kez gerçek hâliyle; yani hayat denen oyunun içinde düşe kalka oynarken görmüş, gülümsemiştim.
YORUMLAR
Ne güzel bir zaman dilimidir çocukluk ve çocuklukta yaşananlar. İnsan o günlere, o masum yıllara özlem duyamadan yapamıyor. Sonrası büyüdük mü dünyada kirleniyor, masumiyetini kaybediyor, biz de kirleniyoruz maalesef... Güzel bir yazıydı kutlarım...