- 322 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İhlas tevhidin sağlamasıdır
"İslamiyet üç kısımdır: İlim, amel ve ihlas. Tasavvuf yolundan maksat ihlas makamına varmaktır. İhlas makamına kavuşmabilmek için de enfüsî ve âfâkî mabudlara tapınmaktan kurtulmak gerekir." Mektubat-ı Rabbanî’den.
Daha ilkokuldayken öğrendiğimiz şeylerdendir: Bir işlemin doğru yapılıp yapılmadığını ’sağlama’sından anlarsınız. Sağlamasını yaptığınızda yine başa dönebiliyorsanız işlem doğrudur. Yok, yola çıktığınız yere değil de başka bir noktaya varıyorsanız, o işlemi doğru yapmamışsınız anlamına gelir. En azından matematikte işler böyledir.
Şunu bize en evvel sûre-i İhlas söyler: İhlas tevhidin kalpteki karşılığıdır. Yansımasıdır. Okunuşudur. Gerektirdiğidir. Uyumudur. Sağlamasıdır. Eğer İhlas sûresindeki gibi bir Allah’a inanırsanız artık başkasının rızasını merkezinize almazsınız. Daire-i muamelatta bazı bazı gaflet halleri arız olsa da daire-i itikatta ayarlar bellidir. Kısa bir meali de şöyledir: "De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir. O doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur." İşte, ilahınız böyle kemalde bir Allah olunca, amel de ihlasla kemaline erer. Ondan gelen Ona döner. Madem birdir. Ehad’dir. İkinciler gaye edilmez. Sanki başka ilahlarmış gibi rızalarına bakılmaz. Ancak Rabbin de razılığı anlamına geliyorsa gönülleri hoşnut edilir. Allah’a rağmen onlara itaate koşulmaz. Hele isyan sözkonusu olduğunda ebeveyne dahi itaat yoktur.
Madem Samed’dir. Öyleyse, herşey Ona muhtaçken, O hiçbirşeye muhtaç değildir. O halde başkalarını ’ilah’lık payesinden attığımız gibi kendimizi de atmalıyız. Âfâktan enfüse dönmeliyiz. Dışımızda okuduğumuzdan içimize de dersler çıkarmalıyız. Çünkü hiçbirşeye muhtaç olmayan elbette imanımıza da muhtaç değildir. İbadetimize de muhtaç değildir. Yapacağımız hayırlara da muhtaç değildir. Bütün bunları yapmamızın sebebi bizim ihtiyacımız/borcumuzdur. ’Doğurmamış’ ve ’doğmamış’ olan elbette mahlukatıyla ilahlık-kulluk ilişkisi dışında başka türlü ilişki buyurmaz. Hiyerarşideki yerimizi şaşırmamalıyız.
Madem durum mutlak bir şekilde böyledir. O halde denklik çağrıştıracak her türlü iddiadan da soyunmalıyız. Dışımıza tevhidle ilan ettiğimiz gibi içimize de ihlasla duyurmalıyız. Evet. "Küçük âlemde ’ene’ büyük âlemde ’tabiat’ gibi tâğutlardandır!" hakikatine buradan bakabiliriz arkadaşım. Dışarıda takıldığımız taşlar gibi içimizde de ayağımıza bağlar var.
İşte, kanaatimce, biraz da bu hikmetle ’içinde ihlastan hiç bahsedilmeyen’ şu mübarek sûrenin ismi ’İhlas sûresi.’ Çünkü o ihlasın bizzat kendisinden bahsetmese de üzerinde durduğu zeminden bahsediyor. Kalpte yeşertilmesi gerekenin âlemde yaslandığı hakikati anlatıyor. Ve ihlası kazanmakla biz de kalbimizdeki niyetleri tevhid etmiş oluyoruz. Hepsinin içine ’Niyet ettim Allah rızası için...’ bidayetini koymakla birbirlerine ilikliyoruz. Dokuyoruz. Her gülümseyen yüz ile kendimizden geçmiyoruz. Her şehla göz için aklımızı yitirmiyoruz. İçerde bir mehdi, gördüğü her güzelliğe perestij etmeye yatkın, çapkın, şıpsevdi yüreğimizi dizgininden tutuyor. "Dur bakalım!" diyor. "Onlar, Allah değil ki, değmezler alaka-i kalbe."
Ah, bilsen, bu nasıl bir özgürlüktür! İnsan, rızası kazanılacakları birlediği zaman kalbinde kaç putu birden devirir, bir bilsen! Hem bundan başka hürriyetlerden hiçbiri de sahici değildir. Ya? Putperest hürriyetidir. Dilenci zenginliğidir. O ne demek şimdi? Dökeyim arkadaşım: Putperestler de ’daha çok şeye tapabilmeyi’ hürriyet sayarlar. Daha çok kapıdan dilenebilmeyi. Dikkat et. Cümle şirklerin sonu en nihayet panteizmdir. Neden? Düşünmeli. Hem ateizm de putperestliğin bir başka zirvesi değil midir? Ateist için yaratıcıların sayısı üç-beş, on-onbeş, yüz-bin değil, sonsuzdur. Zira bütün nedenler/sebepler birer fail-i muhtardır.
Evet. Onlar ’hiçbirşeye tapmama’ görüntüsü altında ’herşeye taparlar.’ Çünkü herşeye ’ancak ilahlara verilebilecek payeleri’ verirler. Işığı güneş yaratmıştır. Ağacı toprak yaratmıştır. Yıldızları uzay yaratmıştır. Ateistler için herşey birer yaratıcıdır. Doğrusu, bu zamanın Ebu Cehilleri görünce, eski zamanın Ebu Cehilleri bile damaklarını şaklatırlar.
’Panteizm’ dedik. Yarım kalmasın. Efendimiz aleyhissalatuvesselama da putperestler anlaşmak için geliyorlardı. Okumuşsundur. Tekliflerinden bir tanesi şöyleydi: "Bizim ilahlarımıza da seninki yanında bir paye ver." Bakınız, Allah’ı inkâr etmesini falan istemiyorlardı, kendilerininkine de bir meşruiyet alanı açmasını talep ediyorlardı.
Bu bir çeşit panteizmdir işte. Bugün Hindistan sinemasını şöyle bir takip ettiğinizde böylesi birçok mesaja rastlarsınız. Zira şirkte işler öyle karışır ki, en nihayet, "Hangi birisine tapalım?" sorusundan "Amaaan hepsi bir işte!" eşitlenmişliğine gelinir. Gariptir. "Allah birdir!" hakikatine yanaşmayanlar da yine gidip bir ’birlik kurtarıcılığına’ sarılırlar. Fakat burada varılan birlik ’bütün şirklerin aynı kapıya çıktığı’nın görülmesidir. Çaresizliktir.
Çok dağıttım. Birşeye daha dokunup toparlayayım. Mürşidim 1. İhlas Risalesi olan 20. Lem’a’ya Zümer sûresinin 2-3. ayetleriyle başlıyor. Kısa bir mealleri şöyledir: "(Resûlüm!) Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah’a has kılarak (ihlas ile) kulluk et. Dikkat et halis din yalnız Allahındır." Eskiden, yani yukarıdaki tevhid-ihlas ilişkisine uyanmadan evvel, bu ayetlerin sırf içlerinde ’ihlas’tan bahis bulunduğu için konulduğunu sanırdım. Artık farklı düşünmüyorum. Burada bize ayrıca şu da söyleniyor olabilir: Tevhidi olmayan dinde ihlas yoktur. Niyetlerin bölündüğü yerde ihlas yoktur. Allahça paye verilen başkalarının olduğu yerde ihlas yoktur. Şirk, sadece tevhidin değil, hakiki ihlasın da zıttıdır. Kim ihlası diriltmek istiyorsa itikadını gözden geçirsin.
Evet. "Allahu’l-a’lem!" kaydıyla diyeyim ki arkadaşım: İhlas ile tevhid arasında kurulan bu ilgide İhlas sûresinde verilen aynı ders var gibi. Nasıl bir Allah’a inanıyorsun? Bu sorunun cevabına verebileceğimiz en ’gönülden’ cevap ihlasımızdır. O, tevhidin gereğidir, hatta sağlamasıdır. Ya Rabbi, İhlas-ı şerifin hürmetine, bizi de hakiki ihlasa eriştir. Amellerimizi zayi ettirme. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.