ARABA
ARABA
Önce sigarasından derin bir nefes çekti Murtaza. Önündeki masanın altına doğru ayaklarını olabildiğince uzatıp gayet lakayt bir oturuş sergiledi. Ağzında hapsettiği sigara dumanını havada halka olacak şekilde çıkarmaya başladı. Gözlerini tavana dikti. Çatıdaki çatlaklarda bir şey arıyormuşçasına gözlerini çatıdan ayırmadı. Gözlerinin önünde bir hayal perdesinin gerildiği ve aklını kurcalayan fikirlerin veya geçmişe kapı açan olayların bir asker nizamıyla geçit yaptığı anlaşılıyordu aslında.
Odada üç kişi vardı: Biri evin sahibi Murtaza, diğeri Murtaza’nın koğuş arkadaşı olan Mevlit, son kişi de Murtaza’nın hayran olduğu Salih. Sohbeti demledikleri ev, bir bodrum kat… Duvarlar nemden boyalarını koyvermiş; pencereler kirden, sokaktan geçenleri bir gölge halinde gösterir olmuş. Kapılar ayakta durup da gelenleri içeri buyur edecek halde değil. İçeride nem, alkol, sigara karışımı ağır ve mide bulandırıcı bir koku hakim.
Murtaza çirkindi, suratının ortasında alakasız bir oturuş pozisyonu alan kocaman bir burun yüzündeki çirkinliğe ayrı ayrı renkler katıyordu. Son derece itici bir tipe sahipti. Sabıka kaydı hayat boyu yaptığı iyiliklerin oluşturduğu listeden daha kabarıktı. Murtaza’nın bundan herhangi bir pişmanlığı olmadığı gibi Murtaza, yaptıklarından gurur bile duyuyordu.
Ağzındaki dumanları halka yapmaktan vazgeçen Murtaza ani bir hareketle doğruldu ve karşısında oturan Salih’e sordu.
“Salih abi Allasen, şu olayı tekrar anlatsana! Mevlit bilmiyor.”
Salih dirseklerini kirli masaya dayadı. Bir kaşını mümkün olduğunca kaldırdı ve sapsarı dişlerinin arasından ıslığa benzer bir ses çıkardı. O sese eşlik eden tek şey ciğerlerinden çıkan sigara dumanıydı. Ellerinin arasından önce Mevlit’e baktı. Anlatacağının aslında ne kadar büyük bir olay olduğunu mimiklerle mühürlemeye çalışıyordu. Son derece ciddi bir ses tonu ile konuya girizgah yaptı ki diğer ikisi de aynı ciddi havaya bir an önce girsinler istedi. Ela gözlerinin ciddiyetine kaşları da çatılarak eşlik ediyor ve “Siz şimdi vurgunu dinleyin, bakalım.” dercesine tavır takınıyordu. Dudakları ise o kadar bencil ve “Bu vurgunu hep yapıyorum.” eminliği ile aşağılara kadar yayılıyordu.
“Birader sene 90 mı, ne? Öyle bir şey. Tabi o dönemlerde bilgisayar falan yok. Yani kayıtlar defterlerde tutuluyor. İbrahim, ben ve Musa işi tezgahladık. Yerlerse güzel para kaldıracaktık; yok, yemezlerse de hapis yatmayı göze aldık. Gittik, iyice bir araba aldık. Yedek anahtarı falan her şeyi tastamam. Araba Musa’nın üstüne. Musa’yı İstanbul’da bıraktık ve ertesi gün İstanbul’dan çıktık, Ankara’ya gittik. Ankara’ya vardığımızda plakayı değiştirdik, sahte bir plaka uydurduk. Arabayı satacağımız yere varmadan İbrahim indi arabadan. Araba pazarına vardım. Arabayı satılığa çıkardım. Arabayı alabilecek saf tipleri seçiyordum çünkü yalanımıza inanacak adam olmalıydı. Sonra arabayı yaşlıca biri sordu. Şöyle bir süzdüm adamı, tam aradığım kişiydi. Almak için niyetli. Saf biri… Dedim araba bu kadar… Adam baktım, fazla buldu parayı. Hele mele derken güya pazarlık yaptık, indirim yaptım ve anlaştık parada. Adama dedim ki sen ver, parayı al arabayı, benim işlerim var bugün. Yarın sabahtan buluşur, notere gideriz ve satış işlemlerini tamamlarız. Tamam mı? Tamam. Senin ev nerde babam, dedim. Tarif etti garip, benim o bölgede işim var, sen beni götür oraya da ben de işimi halledeyim. Yarın da sabah senin evin önünde buluşur gideriz. Olur mu? Olur. Adam aldı arabayı, verdi parayı, ben de arabanın önceden çektirdiğimiz anahtarını adama verip atladım arabaya adamın evine kadar gittik. Varınca ev bura mı deyince onayladı. Hadi Allah’a emanet ol dedim, gittim. Aynı günün gecesi İbrahim arabanın gerçek anahtarı ile arabayı çaldı. Gerçek plakayı taktı. Önceden belirlediğimiz yere arabayı getirdi ve hemen Antep’e gittik. Sabah erkenden Antep’te aynı şekilde arabayı satacaktık.”
Konuşmanın içeriğini bilmeyen alelade biri, Salih’in dinî bir konuda büyük açıklamalarda bulunduğunu zannederdi.
Mevlit, elini yumruk yapıp çenesine dayamış; Salih’in bu macerasını merakla dinliyordu. Bir yandan sonucun ne olacağı da beynini kemiriyordu. Anlatılan olayla çok ilgilendiğini belli etmek için gözlerini ayıra ayıra Salih’e bakıyordu.
Salih çenesini hafif ovduktan sonra söze devam etti:
“ Arabanın asıl sahibi Musa görünüyor ya! Bu arada Musa arabam çalındı diye İstanbul’da polise gitti. Bu sefer arabadan ben indim, İbrahim bir araba galerisine gitti. Çok sıkkınım arabayı acil satıp borcumu kapamam lazım demiş. Galerici hemen almış. İbo, galericiye demiş, birader al anahtarı ver paramı ben borcumu yatırayım yarın noter işini hallederiz. Galerici kabul etmiş tabi. Bizimki tabi parayı alınca biz ikimiz İstanbul’a dönmek için buluştuk. Bir gün sonra işte polis Musa’yı aramış, demiş arabayı bulduk. Araba Antep’te bir galeride. Musa falan gitmiş Antep’e. Galerici demiş ben bu arabayı satın aldım. Aha, şöyle şöyle bir adamdı. Polis anlatmış valla bu araba çalıntı çünkü beyefendi – beyefendi de oldu Allahsız Musa- çalıntı ihbarını yapmış şu tarihte. İşlemler, ifadeler derken arabayı teslim etmişler Musa’ya. Musa da aldı arabayı geldi İstanbul’a. Yani anlayacağın bir arabayı iki kere sattık. Üstüne araba bizde kaldı.”
Murtaza:
- Ya, Ankara’daki adam ne oldu, haberiniz var mı?
Salih:
- Ne bileyim oğlum ben, o da polise gitti zahir? Plakayı verse ne olacak sahte plaka…