- 480 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
SOĞUK BİR KENTİN HİKÂYESİ/MİA
Kan ter içinde uyandı adam uykusundan… Rüzgârın ISLIĞINI DİNLEDİ GECENİN TAM ORTASINDA BİR KADIN KENDİSİNİ ÖPMÜŞ GİBİ ÜRPERDİ DUDAKLARI… O SIRADA AHŞAP EVİN TÜM TAHTALARI RUH AYAZINA TUTULMUŞÇASINA KIPIRDAMAYA BAŞLADI… Yakında bir yere çığ düşmüş olmalıydı. Ertesi gün ne olduğunu öğrenirim diye düşündü adam, umursamadan… Kaldığı dağ evi meraklı dağcıların çok sevdiği bir kayak merkezine yakındı. Tekinsiz bir yerdi ama insanın doğası gereği hep daha fazlasını yaşaması ,kanaâtkar olmaması,adrenalinle,dopaminle coşup ,kendini zincirden zincire savurup,düşme tehlikesine ramak - o zamanları sevmesinden ötürü hiç yalnız kalmadığını düşündü şehrin… Oysa o şehirden bile daha yalnızdı. Ellerini yüzüne götürüp dokundu tenine… Gittikçe beyazlayan kirli sakalını okşadı o kadın gibi. Kadın oraları terk edeli çok olmuştu. Adam o gün bugündür tıraş olmuyordu… Kadınla yeniden buluşacağı, O’na kavuşacağı günleri hayal ediyor,bu hayallerle, her gününün 24 saatinin,her saniyesini öylesine dolu dolu yaşıyordu ki… Kimse inanmazdı ayrıldıklarına…Kadının nefesi her daim odalarda dolaşır olurdu,bazen bir perdeye ya da evin önüne sere serpe uzanmış cömert bir kadın gibi duran göle dönük pencerelerin birine takıldığında gözleri,O’nun bakışlarıyla karşılaştığında hiç şaşırmaz,tersine kadının bal rengi gözlerinin nefesini içine çeker,tutabildiğince içinde tutar,buz tutmaya yüz tutmuş o odada nefessiz kaldığı da olurdu. O anlarda sonsuz bir arzuyla kadına sarılma isteği doğuverdiğinde yüreğine, kasıklarındaki o acı nüksettiğinde, kendi ellerine dokunup,okşamak alışkanlığına kapılmıştı.Böyle zamanlarda arka bahçeye bakan o odada hiç zaman kaybetmeden cama koşar,buğulanmış camlara dudaklarını dayar,gözlerini kapar,kendi kendine nefesini tutmaya çalışırdı… O sırada aklında kadının kızıl saçları, bal rengi gözleri olurdu.Gökyüzünde var gücüyle koşan kanatlı ATLAR KOŞMAYA BAŞLAR,KALBİ GİDEREK DAHA HIZLI ÇARPARDI. Buraya ait olmadığını bilmesi nedense ona özgürlük hissi veriyordu… Ellili yaşlarını geride bırakalı çok olmuştu… Artık aşkı insanın kendisinin yarattığını tam da bildiğini iddia etmeye hazırlanıyordu ki; karşısına bu beyaz yüzlü,kocaman bal rengi gözlü,uzun kızıl saçlı kadın çıkmıştı.Bir partide karşılaşmışlardı. Kadın nedense gözlerini O’ndan alamamış, O ise utanmış ama bir yandan da heveslenip,meraklanmıştı… Kadının O’na neden böylesine cesur, dokunaklı,hadi saldırgan ve tehditkâr bakışlı diyelim, mıhlanmış gibi baktığına dair hiçbir fikri yoktu. Kendisini yakışıklı bulduğu zamanlar geldi aklına…Bu olamaz diye geçirdi içinden… Kendisine karşı ne hissettiğini uzun zamandır,kendisi de bilmiyordu. Uzun zamandır bir çığın altında kalıp ölmeyi düşlüyordu. İşte o kadar umutsuzdu kadınla karşılaştığında… Ne olduysa o gece oldu… Kadın yanına geldi,teklifsiz elini O’na uzattı,ellerinden tutup adamın ellerini beline doladı ve saatlerce dans ettiler…. Adam dans ederken içinin zemheri kışı kendinden utanmaya başlamış,gecenin karanlığı gibi zemheri,bir o kadar beyaz olan kar kümelerinden oluşmuş çığ suya dönüşmüş,güneş sanki ertesi güne hazırlanıyormuş gibi içini ısıtmaya başladığında,dışarıda lâpa lâpa kar yağmaya başlamıştı…. Müzik ve şarap birbirlerine daha çok sarılmalarına vesile olsa da,her ikisi de gözlerini birbirinden kaçırıyorlardı.Ancak adam kızın gözlerinin kuyusunda küçük bir kız çocuğu,bir deniz kızı,beyaz bir gelinlik,kırmızı bir kurdelâ ve zincirler görür gibi olmuştu bir an… Kız ise,yani O kadın ,adama baktığında sadece küçükken babasının kendisini kucağına alıp,durup dinlenmeden dans edişlerini,kahkahaları,annesinin hasta da olsa,her ikisinin mutluluğuna mağrur gülüşlerle eşlik ettiğini hatırlıyor,adamın ellerini daha sıkı tutuyordu. Aniden kapı çaldı. Adam irkildi. Buzhanede dediği, camından karlı dağların göründüğü buz gibi odadaki halının üzerinde ,adeta donarcasına uyumuş olduğuna inanmaya fırsat bulamadan kapıya yöneldi. Kim O dediğinde kapıda bir nehrin akışını anımsatan duru sesli yaşlı bir kadının durduğunu ve KADININ YARDIM İSTEMEK AMACIYLA kapısını çaldığını hayal meyal düşünerek, kapıyı fütursuzca açtı. Kadın 70li yaşlarının başında, zayıf,beyaz saçları ince yüzüne çok yakışan, güngörmüş geçirmişliği her halinden belli olan,düzgün , anlaşılır bir Türkçe kullanan,şık giyimli bir kadındı. O’nu ilk kez görüyordu. Kadın merhabalaştıktan sonra, kendini tanıttı. O kadının annesiydi gelen. Size çok teşekkür etmeye geldim. Kaybolan kızım bana her şeyi anlatmıştı… Senelerdir konuşmuyorduk O’nunla… Nedense benim her zaman babasından daha önce öleceğimi düşünmüş, bana acımış,belki de beni sadece bu yüzden sevmişti. Ama yanıldı… Benim O’na, onu ne kadar sevdiğimi hissettirememiş olmam benim suçum… O’nun hiç kabahati yok… Ne yazık ki babasını 3 sene önce kaybettik… Eşime aşıktım. Ama ne O’nunla yaşayabiliyordum,ne de O’nsuz nefes alabiliyordum. Mia ,yani kızım,size adının Sare olduğunu söylemiş olabilir ,bilmiyorum açıkçası,-bizim aşkımıza inanmadı nedense…. Babasından daha çok, kendimi suçluyorum bu konuda. Ama o zamanlarda ,amansız bir hastalıkla savaşıyordum ve yaşayabileceğime olan inancımı yitirmiştim… Eşim Mehmet Emin’e yük olduğumu düşünüyor, Mia’nın annesiz kalacağına dayanamıyordum… Siz gerçi en iyisi şöyle deyin…. Vedalaşmak bana zor geliyordu. O yüzden vedamı kısa tutup, eşim Mehmet’i terk ettim… . O zamanlar bu bana nedense en makûl çözümlerden biri gibi gelmişti ama yıllar yanıldığımı söyledi. Bu arada söylemeyi unuttum dedi kadın… Siz babasına, yani eski eşime o kadar çok benziyorsunuz ki… Mia için önemli ve değerli oluşunuzun bunlardan çok daha fazlası olduğuna inanıyorum. O yüzden dayanamadım ve kızımın,sevgili Mia’mın sizi neden sevdiğini daha iyi anlamak için sizinle tanışmamın daha iyi olacağını düşündüm… TABii ki sizin için de sakıncası yoksa, bir kahvenizi içmek, evinizin kokusunu tatmak,sizinle kızım Mia’yı biraz çekiştirmek isterim… Şu günlerde O’ndan haber de alamıyorum…. Bana Milano’dan yazdığı en son mektubunda oradan Barselona’ya geçeceğini yazmıştı… Oysa O,sıcak şehirlerin ,yani kimi sıcak şehirlerin sadece denizini sevdiğini söyler. Mavi aşığıdır benim kızım… Bal rengi gözlerine kaç adam aşık oldu bilmiyorum ama O nedense her birine ayrı ayrı cevabını verdi. Adamlar bir tutam gülü bile koklayamadan, kimi hayal kırıklığına uğrayıp,kimi de hüzünler biriktirerek yollarına devam ettiler. Tek anlayamadığım şey ,O’nun için bu kadar değerli olmanıza rağmen nasıl oldu da sizden vazgeçti…Kimse O’nun kalbinin kıyısına-ki bu kalbinin uçurumları anlamına da geliyor-yaklaşmasına izin vermedi.Belki de siz ikiniz de aynı lunâparkta yer alan iki yalnız akrobata benziyordunuz. O sizden güç almışsa,mutlaka size de güç vermiş olmalı… Sadece almayı sevmedi hiç. Ha kezâ salt vermek üzerine kurulu bir dünya da O’nun değildi, olamazdı. Neye kırılacağı hiç belli olmaz benim kızımın, gülümseseniz fazla gelir bazen yüreğine ,korkutur O’nu,gülümsememenizse geçerli bir suskunluk çiçeğine dönmesine sebep olabilir. Bana hiç benzemedi. Çocukken ağız dolusu kahkahalarla gülmeye bayılırdı,en çok da babasının kollarındayken… Ben ne yazık ki iyi bir anne olamadım. Babası O’na hem annelik, hem babalık yaptı. İkisini terk ettiğimde 28 yaşındaydım,Mira ise 4 yaşındaydı, korkuyordum ama bu duruma daha fazla gücümün yetmeyeceğini anlayınca ,ki giderek eriyip yok oluyordum,veda bile etmeden,yanıma tek bir eşyamı bile almadan,evi terk ettim… O’na ise kocaman kırmızı, kalp şeklinde kocaman bir kutu içerisine dizdiğim bez bebekler bıraktım. Ben dinlenirken bebekleriyle tek başına oynardı, babası işte olurdu… Bebeklerinin saçlarını okşardı hep,yüzlerine gamzeli gülücüklerle bakıp,bebek buseleri kondururdu. En sevdiği şey kumsala gidip, dalgalarla gelgit oynamaktı,her defasında ayaklarını ıslatırdı,sonra hava soğuk da olsa bana yalvarırdı denize girmek için,ben elbette izin vermezdim… Eve gidince birlikte duş alacağımızı,tepemizden konfeti su damlaları yağacağını,O’nun benim küçük perim olduğunu,kulağına eğilir de söylerdim. Nedense kimse bilmesin isterdim. Nazar değecek diye korkardım. O da bunu benim gibi, ikimizin sırrı olarak kabul etmiş olacak ki,babasına bile söylemezdi… O’nu yalnız bırakıp, yurtdışına gitmeyi seçmem, bir daha iyi olamayacağımı düşündüğümden, adeta o evden kaçmam , affedilir gibi değil… Böylesi bencil olduğumu düşünmek içimi acıtıyor ama o zamanlar gençtim deyip,kendimi avutuyorum ben de.Yaşayacağıma ihtimal vermemiştim. Adam ,nedense çok gerilmişti. Dışarıdaki uğultu evi sarsmaya devam ediyor, tipi giderek hızlanıyordu. Midesi bulanıyordu.Kadının görüntüsü buğulanıyor,söylediklerinin bazılarını anlamamasına rağmen,anlıyormuş gibi kafa sallıyordu kadına. Yine içini bir keder kaplamıştı. Mia’yı ne kadar özlediğini fark etti. Birlikte hazırladıkları düğün davetyelerinin tümünü yakmıştı,O gittikten sonra… Sonra,konfetileri-çok sarhoş olduğu karlı ,yıldızlı bir gecede, göle bakarak,kaybedilen bir şeyin ardında bıraktığı boşluğun tanıklığında patlatmıştı. O gece de ölmemişti. Sonradan hayrete düşmüştü ayıldığında…. Beyaz güvercinleri ne çok özlediğini,çocukluğunun bin bir kapısının avlularına konan güvercinleri,teyzesinin ona Ankara’dan gönderdiği şiir kitabından seçtiği o şiiri hatırlamıştı. Kıza bu şiirden bahsedip bahsetmediğini unutmuştu… Kendi kendine mırıldandı. “Bana çiçek gönderme Bir kuş ağacı gönder Dallarında gezinsin Kül rengi güvercinler Konsunlar yastığıma Uyutmak için beni Sırtlarında kuş tüyü Gagalarında ninni Bana çiçek gönderme Bir kuş ağacı gönder Alnıma dokunanlar İyileşmiş desinler….” Nedense hep kızımın sizde ölümden çok yaşamayı seçtiğini düşündüm. Yanılıyor da olabilirim. Sizinle yaşarken de ölmeyi düşünmüş olabilir. Tanrım ,ne kadar da çok konuşuyorum. Yaşlı kadın kapıdan ayağını atar atmaz,dışarıdan hiç bitmeyecek diye korktukları bir uğultu ve sonrasında bitimsiz bir sessizlik geldi. Adam kapıyı kapamak istedi farkına varmadan, alelacele kapıyı kapadı. Hiçbir şey söylemeden kadını salona davet etti ve tek bir söz bile etmeden mutfağa girdi,kendini kahve yaparken buldu. Beethoven’ın Für Elise’si boşluğu doldurdu,evin içi ılıdı,süt taşmak üzereydi,adam sütü ocaktan aldı ve mis gibi kokan kahveyi,adeta seneler boyunca özlemini çektiği iki kişilik kalabalığın aşkına içine çekti. Kahveleri fincanlara doldurdu… Çok düşünceliydi ama ne düşündüğünü bilmiyordu.Aklına kızın buğulu bal rengi gözleri geldi,gözlerini o bakışlardan kaçırdı. Mia’nın annesi O’nu beklemeden oturmayı uygun bulmamış,odanın her üç duvarını da tamamen kaplamış kitapların kapaklarını incelemekle meşgûldü. Biraz evvel düşen çığın etkisiyle olacağını düşündürecek şekilde irkildi adam salona girdiğinde. Bakıştılar… İkisinin de aklında Mia’nın bal rengi gözleri olduğundan, gülümseştiler hatta.Bunu ikisi de bilmiyordu.Kahveler beyaz fincanlarda soğumaya başlamıştı bile. Pencerenin önünde karşılıklı oturdular. Adam kadındaki asalet karşısında afallamıştı. Mia’da gördüğü soğuk bakışlar,bu kadında da vardı.Kadının gözleri ancak dudakları gülmeye hazırlandığı zamanlarda,içlerinde sanki gece meşaleleri taşıyormuş gibi yanmaya başlıyor,bu sırada pek de uzak olmayan en yakın şehrin kızıl renkli,klaksonlu,park lâmbalı kızıl gecelerini andırıyor,kadın uzaklara baktığında da-özellikle gökyüzüne,yıldızları andıran beyaz bir ışık yayıyordu etrafına. Adam korkarak sordu… Korktunuz mu biraz önce… Kusura bakmayın ben de şaşırdım bir anda. O sesi duyunca, aklıma en son çıktığım dağ yürüyüşü geldi… Göğsümüz tıkanmıştı yüreğimizde,zor nefes alıyorduk,bazı arkadaşlarımız dağa çıkmaya niyetlenmişlerdi,çıkacaklarına emindiler,tüm uyarılara rağmen çıkmaya da yeltendiler. Bu, onları son görüşüm oldu. O yüzden kafam bir anda karıştı. Özür dilerim sizden… Kadın bu sözleri hiç duymaksızın, aldırış etmeksizin ,gözleri dalgın yere bakıyordu. Bir şey düşünüyor gibiydi. Adam biraz evvel ateşlediği odunları karıştırmak için ayağa kalktı. O’nu sadece bir kez ve bir ömür boyu hatırasını saklayacak kadar uzun süre gördüğünü, birbirlerinin hem anne babası,hem çocuğu oldukları,sanki dursalar öleceklermiş gibi düşündüklerinden,yataktan hiç çıkmadan seviştikleri o günden sonra hiç görmediğini hatırladı. Zaten hiç aklından çıkmamıştı. Giderek mevsimler değişiyordu, her kış erken geliyordu kente;peşinde yarım adam ve kadınlarla.Güzün ne eşsiz bir mevsim olduğunu yaprak döken ağaçlardan öğreniyordu adam.Keşke ,en azından bir kez daha Fransa’ya gidebilseydim diye geçirdi içinden … Haykırası vardı bu sözcükleri o ışıltılı kuleden… Hem belki Mia da duyardı… Üzgün,kırılmış,küskün bir kedi gibi kaçıp gittiği,nereye saklanacağını bilemediği dünyada,yeterince gezdiğine karar verir,soluğu adamın kollarında alırdı. Ne çok özlemişti O’nu adam,bunu kendine bile itiraf edemediğinden,sözcüklere sığındığı oluyordu. Adam o geceyi hatırladı. Mia’nın yüzünü hatırladı.Garip bir neşesi vardı,neşesinde ürkütücüydü yalnızlık.Kahkahaları uzaysı bir boşluğun çerçevesinde giderek bir mağmaya dönüşüyor;çoğalıp,büyüyor ve gökyüzü mağaralarını oluşturacak şekilde donup;garip şekillere dönüşüyordu. Mia, dünyadaki pencerelere sıra sıra dizilmiş, küçük,cüceleşmiş insan silûetlerinin bu durumun farkında olup olmadıklarını merak ediyor,belli etmeksizin sürekli göğe bakan insanları düşünüyordu. Ceplerindeki yıldızları sıcak asfalta düşüren adam bu durumu fark ettiği halde aldırmıyor, yoluna devam ediyordu. O zamanlar 40 yaşındaydı. Çimlerin üzerinde adı konmamış ilişkilerin sonsuzlukta bırakacağı izler;çiy damlalarının üzerinde yağmura evrilirken,bir kızın gözlerinden sulu sepken yaşlar boşalıyordu. Toprak tomurcuklanıyordu güllerin alnında… Gece dilsiz şarkının ağzında ,yalnız ve yaşlı hergelenin dişleri arasında anlaşılmayan bir fısıltıya dönüşüyor,o nemli yaz gecesinde bunalan şehirde,sivrisinek vızıltılarına eşlik eden derin bir sessizlik içinde durağanlaşıyordu zaman…. Kadın susmaya devam ediyordu....
EKİM/2019
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.