- 660 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gerçek Bir Baba
Şimdi nasıl tam bir baba gibi “bu yanlış, doğrusu şu” diyebilirdi ki?! Çok yorgundu bir kere… Bir insanı kendisinin gölgesine çeviren bir süreçti bu. Kaba hatlarla çizilmiş bir resim gibi, ona en çok benzeyen yönlerini es geçip onu bir karikatüre dönüştüren adaletten yoksun, hoyrat bir süreç… Bir çeşit savruluş…
Ayrıca bir de parasızlık vardı. Babalığı tanımlayan en baş şeylerden biri olan o ‘her şeye gücü yeten kahraman’ imgesini yerle bir eden bir acze sürüklüyordu insanı. Az önce kapıdan girdiğinde çocukların sevinç çığlıkları atarak ona koşmalarını önleyen bir eksiklik yaratıyordu: Ellerinin arasında, babalık denen o ağacın en önemli, en göze çarpan dallarından biri olan ‘verebilme kudreti’nin kanıtları hâlinde gülümseyen, görünürde ıvır zıvır ama aslında fazlasıyla zaruri olan şeylerin olmamasından kaynaklanan boşluk… Fındıklı bir çikolatanın yerini alan kör kuyu…
Bir baba kapıdan girdinde çocuklar sevinç çığlıklarıyla karşılamıyorlarsa onu, o baba “bugün okul nasıl geçti” diyebilir miydi onlara? Daha doğrusu dese bile, kelimelere anlamlarını veren bir ifadeyle, sırf sormuş olmak için değil gerçekten cevabı öğrenme ihtiyacıyla, gerçek bir soru olarak yöneltebilir miydi bu cümleyi? Yoksa her bir cümleyi aynı cümlenin farklı ifadeleri haline getiren bir sürece mi girer, “ben babanızın” mı derdi.
İhsan Bey de öyle dedi işte! Farklı kelimeler kullansa, hiç belli etmese de gümbür gümbür bu cümleyi haykırıyordu gözleri, duruşu, her şeyi… Soruyu yönelttiği kişi, yani kızı Ayşe söylenmemiş bu cümleye mi yoksa görünürde sorulan soruya mı karşılık vermesi gerektiğine karar veremeden öylece bakakaldı İhsan Bey’e. Kafasındaki terazinin ayarı şaştı… Babalık kavramının olduğu kefe birkaç santim de olsa yükselmiş, kaybettiği ağırlığı diğer kefedekine, yani babasına vermişti. Demek ki İhsan Bey ‘baba’ imgesinin içini dolduran o şeylerden birini yapmış, babalığa bir adım da olsa yaklaşmıştı.
Ayşe ne zamandır ilk kez ondan çekinmiş, ne diyeceğini bilemeden susup kalmıştı öyle. Sanki içinde varlığını bilmediği bir boşluk dolmuştu birden. Tepkisinden çekinecek kadar saygı duyduğu bir baba saklandığı o dehlizden çıkmış, “ben buradayım” demişti.
‘’Matematikte zorlanıyorum biraz. Onun dışındaki derslerde bir sorun yok.’’
Kardeşleri Ömer ile Zehra’ya baktı. Onlar çok küçüktü henüz… Fark etmemiş olabilirlerdi bu ani değişimi. Akşam kapıdan girdiğinde elleri arasındaki o koca boşlukta kaybettikleri babalarının aslında kaybolmadığını; çikolataların, şekerlemelerin yerini başka şeylerle de doldurabileceğini bilemeyebilir, küskün küskün bakmaya devam edebilirlerdi.
Altı çizilmemiş cümleler gibi yok sayılan, diğerlerinin arasında gözden kaçan şeyler geldi gözlerinin önüne. Annesiyle göz göze geldi. O hep yanlarında olduğundan ne yapsa, ne söylese hemen görülüyor, duyuluyordu. Altlarını kalın kalın çizmesine gerek yoktu cümlelerinin. Annesi içinden geçenleri okur gibi tatlı tatlı gülümsedi. Ne kadar kolaydı dokunması onlara… Görünmez elleri vardı: Gülüşleri, bakışları, sesindeki anne kucağıyla tatlı tatlı okşuyordu çocuklarını… Babası kolay dokunamıyordu onun gibi. Yine de yılmadan devam ediyordu cümlelerine. Ayakkabıları yıpransa, okul için bir şey lazım olsa hemen gereği yapılıyor, ruhları bile duymadan yeni ayakkabılarına ya da ihtiyaç duyulan o şeye -kimi zaman biraz gecikmeli de olsa- ulaşmalarını mümkün kılan gizemli bir süreç yaşanıyordu. Altı çizilmeyen o cümle yine es geçiliyor, annelerinin gülümseyen yüzünün söyledikleri alıyordu yerini.
Sonra akşam oluyordu. Babaları yorgun argın işten dönüyor, yeni ayakkabılar aracılığıyla gönderdiği tebessümden en küçük iz taşımayan yüzlerde gezinen gözlerini apar topar tabağına yöneltip bir kez daha kendisine hiç benzemeyen o kaba hatlı resmin içine hapsolmaya zorluyordu kendini.
Bu akşam oraya sığamamıştı nedense. Gün boyu çok güzel bir hava vardı. Kuşların şakımasını belirginleştiren okşayışları vardı güneşin. Böyle hoş şeyler bir bütün hâlinde gösteriyorlardı kendilerini genelde. Kuşların cıvıldaması havanın da cıvıldaması, şarkılar söylemesiydi bir nevi. Bu kural insanları da kapsıyordu… Belki de bu yüzden İhsan Bey bu kadar farklıydı şimdi böyle; güneşin şefkati ona da dokunmuş, çocukluğundaki İhsan’ı uyandırmıştı.
“Hafta sonu pikniğe gidelim” dedi. Gözleri Ömer’le Zehra’ya kaymıştı nedense. Onlara cebinden çıkarıp veremediği şekerlemelerin, çikolataların yerine koyacak bir şey bulmuştu sanki. Belki bir uçurtma canlanmıştı gözlerinin önünde. Yıllar önce onlar küçücükken; -Ömer emeklerken daha, Zehra yeni yeni yürümeye başlamış-, pikniğe gitmişlerdi bir gün. Ayşe yürüyeli çok olmuştu… Engebeleri, çukurları keşfetmeye başlamış, düşe kalka da olsa yoluna devam etmeyi öğrenmişti. Ayaklarıyla aşılamayacak yollar da vardı, bunu da öğrenmişti zamanla. Bir babanın yüzündeki yolda da yürünebileceğini, hatta gerçek bir yolda yürüyormuş gibi orada da önüne taşlar, çukurlar çıkabileceğini ve hatta onlardan birine takılıp çok fena tökezleyebileceğini de öğrenmiş, bu yüzden de kardeşleri gibi sakınmadan, körlemesine ilerleyemez olmuştu. O yüzden babasının geçen gün saatlerce uğraşıp yaptığı o rengârenk uçurtma gökyüzünde süzülürken onlar gibi kaybolamıyordu onda. Onlar gibi o uçurtmanın kuyruğuna takılıp kuşlar gibi hafifleyemiyor, bulutlara dokunamıyordu bir türlü. Bir mont istemişti babasından geçenlerde bir gün, yüzündeki yolda yavaş yavaş ilerlerken. Engebeyi fark etmemiş, bu yüzden de hiç korkmadan yürümeye devam etmişti. Yere kapaklandığında ne olduğunu anlamamıştı bile.
’Parasızlık’ demişti annesi, çarpıp düşmesine neden olan şeye. Bu kelimeyi kullanmasa da söyledikleri bunu işaret ediyordu. Anne ve babaları olarak onları ellerinden geldiğince hiçbir şeyden mahrum etmemeye çalıştıklarını; bütçeleri el vermediği için çok lüzumlu olmayan, pahalı şeyleri çoğu zaman alamasalar da bunun onlara değer vermedikleri için değil, şartlar yüzünden olduğunu söylemişti.
Peki, sıra arkadaşı Zeynep nasıl giyiyordu o pahalı montu öyleyse? Onun babasının yüzündeki yolda ‘parasızlık’ denen o engebeden yok muydu? Eğer yoksa neden o olmayan şey onda değil de babasında vardı ille de? Bu haksızlık değil miydi? İşte şimdi bu yüzden babasına bu kadar kızgındı… Bu yüzden o uçurtmanın kuyruğuna takılamıyor, kardeşleri gibi geride bırakamıyordu her şeyi.
Oysa nasıl mutluydu babası o gün! Yüzünde engebesiz, pürüzsüz onlarca yol açılmıştı birden… Sanki ne deseler, ne isteseler “evet” diyecekti. Burada Zeynep’in babası gibi babalarla onu eşitleyen, her şeye kadir hâle getiren bir sihir vardı.
Yıllar sonra şimdi anlıyordu Ayşe… Paranın hükmünü yitirdiği o sınırdan geçmişlerdi o gün, sihir buydu. Zeytinyağlı dolmaların, köftelerin, gökte süzülen uçurtmaların, tavla pullarının hüküm sürdüğü bir yerdi orası; para geçmezdi… Babalar dolu dolu gülebilirlerdi yani. Alamadıkları pahalı şeyler için borçlu hissetmeden kendilerini; çocuklarına derslerinin nasıl gittiğini sorabilir, üstelik gerçekten de merak ederek sorarlardı bunu. Çünkü “ben babanızım” diye hatırlatmaya gerek duymayacakları kadar ışıldardı babalıkları çocuklarının gözlerinde… Kendilerini tam bir baba gibi hissederlerdi.
“Yine uçurtma yapar mısın?” dedi Ayşe, sesinde o piknik yerinin pırıl pırıl güneşi… Ve o güneşte eriyen buzulların, üzerlerini örttükleri her ne varsa ortaya çıkan gerçek yüzleri… En başta da babalarının yüzü… En çok buzla kaplı, en çok özledikleri… İşte o gün ortaya çıkan o yüz; yani gerçek babalarının, İhsan Bey’in yüzü vardı en çok da sesinde.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.