- 413 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Geçmişin ayak sesleri
Bir kez ölen mi? Binlerce kez ölen mi daha fazla ölür? Genç adam sessizce fısıldadı:
’ Gözünü sevdiğim azrail, ne olurdu bir kez de zamanında geliverseydin...
Bir gün, akşamın geç bir vaktinde babasını sızmış bir şekilde evlerinin önünde boylu boyunca yatarken bulduklarında, ne kadar çok mutlu olmuştu. O zamanlar onbir yaşlarında olmasına rağmen kocaman bir insanın olgunluğunda ve yüzünde çektiği acıların oluşturduğu çizgilerin, ince ince resimlendiği bir dönemindeydi. Kırışmamıştı göz çevresi ama yerini hazırlamıştı adeta...
’Yaşasın! Babamdan kurtulduk...
Ama sadece içip içip sızdığını öğrendiğinde, saatlerce ağlamıştı. Annesi çeke çeke, ite kaka zor sokmuştu içeri. ’ Yatsın dışarıda, soğuktan donsun ölsün, alma içeri!
Annesine sözü geçmemişti. Dondurucu bir ayaz vardı, belki de sabaha kadar dışarıda kalsa, babasından ebediyyen kurtulacaklardı...
Eline nereden geçmişti hatırlamıyordu ama kötü insanları öldürerek dünyadaki iyi insanlara hizmet ettiğini düşünen bir adamın hayatını işleyen bir cinayet romanı okumuştu. Çok etkilemişti okudukları. Annesini kurtarmak için, bir gün yeteri kadar büyüdüğünde babasını öldürme fikri beynini kemirip duruyordu sürekli. Zehirlemek yolu ile yapabilirdi mesela. Silahı olursa belki o şekilde de olabilirdi. Annesine sık sık bahsediyordu. Ama annesi her seferinde:
’ Oğlum beni seviyorsan bu hastalıklı düşünceleri sil kafandan! ’ Diyerek, ağzına tıkıyordu sarfettiği sözlerin cümlesini. Bu düşünceler ergenlik dönemine girdiği yıllarda iyice bir alevlenmişti. Aslında annesi çok ta ciddiye almıyordu oğlunun söylediklerini. Zira kendisi de bu tür düşünceleri yoğun bir biçimde zaman zaman yaşıyordu. Düşünce olarak kalacaktı. kolay mı bir insanı öldürmek. İnsanın canı yanınca işte böyle saçmalıyordu. Oğlunun babasını öldürme fikri de sadece habis bir urdu işte... Beynine sinsice yerleşmiş kocaman bir ur... Hepsi bu kadar.
Masanın üzerinde duran arkadaşına takıldı gözleri. Günlüğü melül melül bakıyordu genç adama. Evine dönüşünün ikinci gününde, sabahın köründe uykusu firar edip gitmişti işte. Ne yapacaktı. Kahvaltı yapmak... Şöyle anacığının demlediği sıcacık çay ve patates kızartması olsa ne güzel olurdu şimdi. Kalktı mutfağa gitti. Her yer tertemizdi. Muhakkak bir kadın eli değmişti bu eve. Ocağın üzerinde duran çaydanlığın altını yaktı, çay şeker hepsi hazırdı rafta. Bir iyilik meleği dokunmuştu evine. Dolabı açtığında bunu daha iyi anladı. Peynir zeytin yumurta ve daha bir sürü yiyecekle doldurulmuş dolap acıktığını hissettirdi ve içi mutlulukla doldu. Onu koruyan gözeten birileri vardı. Konu komşu işi değildi bu. Acaba ablası olabilir miydi?
Kapının sesiyle irkildi. Zilin sesi korkutmuştu. Daldığı düşüncelerden sıyrılıp kapıyı açmak için koştu. Belki ablası gelmişti. Ne iyi olurdu ne kadar çok özlemişti ablasını...
Ablası kaçmıştı, baba dayağından, sefaletten kurtulmak için kocaya kaçmıştı. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak deyimi cuk oturmuştu ablasının kocaya kaçışına. Kocası serserinin biri çıkmıştı, ve alkol bağımlısı bir ayyaş...
Aslında evleri bir kaç sokak ilerde olmasına rağmen ablasını evlendikten sonra topu topu bir kaç kez görmüştü. Kaçtığı için babası hiç affetmemişti ablasını. Baba ocağına zaten gelmek yasaktı.Bir komşunun evinde görüşmüşlerdi, ağlayıp kocasının nasıl biri olduğunu anlatıp anlatıp çekip gitmişti kös kös evine.
’ Babam gibi bir kocam var işte anne! ’ Demişti. Bir seferinde de sokakta rast gelmişlerdi, kocasına içki almaya bakkala giderken. Yine iki gözü iki çeşme. En son annesi felç olduğunda ise hastanede görüşmüşlerdi. Hepsi bu kadar... Annesi zaten kendisine faydası olmayan bir gariban olduğu için ne kardeşine ne de ablasına sahip çıkabilmişti. Babasının vefatından sonra tam özgürlüğüne kavuşmuş rahatlayacak vakit de felç geçirip yataklara düşmüştü.
Kapının önünde derin bir nefes alıp, elleri titreyerek açtı kapıyı. Ablası değildi gelen, komşuları Cemile Teyze’ye biraz şaşkın baktı:
’ Buyur Cemile Teyze?
’ Oğlum Halil, sana yiyecek bir şeyler getirdim. Nasılsın bakalım?
’ İyiyim sağolasın teyzeciğim...
’ Halil kuzenin sana bir mektup bıraktı oğlum, al şu emanetini.
’ Kuzenim!
’ Hıı Sibel’miş adı... Evi bir güzel temizledi, yeni eşyalar getirdi, dayadı döşedi, oğlum ne kadar iyi bir insanmış, Allah razı olsun ondan.
’ Sibel... Kuzenim mi?
Yaşlı kadın tabakla birlikte, zarfı eline tutuşturup gittiğinde kapının önünde kalakaldı Halil. Sibel adında kuzeni yoktu ki... Hatta kuzeni bile yoktu. Ama, ama tanıdığı bir Sibel vardı. Doktoru Sibel Hanım...
Doktoru kendisine mektup mu bırakmıştı. Ama evini niye temizlesin ki? Yok canım bir yanlışlık olmalı. Kız kardeşi veya ablası temizlemiştir. Gerçi Cemile Teyze tanırdı onları. Elinde ki zarfa bakarken bir taraftan da çayı demliyordu. Düşüncelerle adeta boks maçı yapıyordu. Bir sağ kroşe bir sol kroşe. Beyni sürekli düşünmekten o kadar çok yoruluyordu ki, beyninin o bölümüne kesip atmak istiyordu. Sürekli düşünmek... Babasını düşünmek. Annesini düşünmek. Ablasını, kardeşini...
Elinde ki zarfı buruşturup attı. Artık hayatında kimseyi düşünmek istemiyordu. Sadece boş boş yatmak. Hatta uyumak bile istemiyordu. Kabuslar görmekten de bıkmıştı. Kim bilir kaç kez kocaman devasa bir içki şişesi kovalamıştı rüyasında. Çocukken en çok gördüğü kabuslardan biriydi bu...
Çocuk olmak... Ve rüyalarda içki şişeleri tarafından kovalanmak. Masmavi gökyüzüne uçurtma salmak değilde, defalarca düşmek, uçurumlardan yuvarlanmak, kelebekler tavşanlar kovalamak yerine, devasa şişeler tarafından kovalanmak ve soluk soluğa koşmak gecelerce koşmak... Kaçmak hep kaçmak...
Kim verecekti bu günahın hesabını. Kaybolup giden çocukluğunu istiyordu. Hiç büyümemişti aslında. Annesinin kokusunu çekti içine. Mis gibi bir koku. Uzandı kanepeye, çayı unuttu. Kahvaltıyı unuttu. Mektubu unuttu. Şimdi sadece anacığının su yeşili gözleri vardı gözünün önünde. Ve yumuşacık bir el simsiyah saçlarını tarar gibi okşuyordu şimdi.
Annesi sessizce şarkı söylüyordu:
’ Kestane gürgen palamut, altı yaprak üstü bulut. Gel sen burada derdi unut...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.