- 852 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
SİNCAP
Onu, köyde çalışan öğretmen arkadaşım getirdi bana. Öğrencileri okul bahçesinde bulmuşlar. Ormana bırakmalarını söylemiş çocuklara. Fakat yavru ısrarla gelmiş okulun kapısına. Sonra, okula yakın bir mesafede annesinin ölüsünü bulmuşlar...
Hayatımda ilk defa bir sincap yavrusunu yakından görüyordum. Önce almak istemedim. Kim bilir belki de korktum! Belki de o an sorumluluk almak istemedim. Ayrıca gerçekten bakmasını bilmiyordum. Sonra birden fikrimi değiştirdim. Onu, sarılı olduğu bezle birlikte korkarak elime aldım. Gözleri çapaklanmış ve her yeri çok pisti. Nemli sıcak bir pamukla sildim ve hemen temiz bir beze sarıp onu petek üzerinde ısıtmaya çalıştım. Öyle küçük, öyle küçüktü ki… En az benim kadar o da çaresizdi. Hemen internetten araştırmaya başladım. Hani derler ya ‘Bin bilsen de bir bilene danış!’ Herkesten, her yerden akıl aldım. Önce cezvede süt ılıttım. İğnesini çıkarttığım enjektöre bir miktar süt çektin ve minik sincabıma zorla içirdim. Bir damla, iki damla derken bu olayı sıklaştırdım. Birkaç gün sonra minik sincabım gözlerini açmış, sevgiyle bakıyordu bana.
Bu olanları hayat bilgisi dersinde öğrencilerimle paylaştım. Gözlerindeki merhameti ve merakı bir görmeliydiniz… Herkes bir şey söylüyordu. Bir kız öğrencim: “Öğretmenim, geçen sene yaptığımız kuş yuvasını siz çok beğenmiştiniz. Size getirsem sincap evi yapar mısınız?” dedi. Memnuniyetle kabul ettim. Artık güzel bir evi vardı yavru sincabın. Öğrencilerim ısrarla sincabı soruyorlar ve bir an önce görmek istiyorlardı. Her sabah altı buçukta uyanıyor ve üşenmeden sütünü ısıtıyordum. Enjektörü sıcak suyla temizledikten sonra bir miktar süt çekiyordum. Onun emzik zannederek enjektörün plastik ucunu emmesi bana annesizliğini hatırlatıyor ve içimi acıtıyordu... Her süt faslından sonra ağzını peçeteyle kuruluyor, sıcak havluya sarıp kuş evine özenle yatırıyordum. Öğle arası bir koşu eve gelip, yine ilk önce onun temizliğini ve beslenmesini yapıyordum. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Benim miniğim bir hayli güzelleşmişti. Ayrıca, nöbetçi olduğum günler aklım hep evdeydi. Bir sabah okula götürmeye karar verdim. Ve süslü kuş evinin üzerini beyaz bir tülbentle örttüm. Okul müdürünün ne tepki vereceğini bilmediğim için yakalanmak da istemiyordum. Hani derler ya insanın korktuğu başına gelirmiş… Benimkisi öyle de oldu!
Hiç lafı ağzımda gevelemedim. Olanı biteni kısaca anlattım. “Doğa ve hayvan sevgisi söylemle değil, eylemle öğretilir” dedim. Kendisinden hiç de tahmin etmediğim bir yanıt aldım… “Ne demek hocanım? Bırak sınıfta kalsın! Günlerce anlatacağın bir konuyu insan ömrüne sığdırıyorsun. Bundan güzel ders mi olur?”dedi. Kuş evini arkamda saklayarak sınıfa girdim ve gerisini siz tahmin edin! Öğrencilerim sevinçten çıldırdılar. En sonunda ona bir isim koymaya karar verdiler. Söyledikleri hiçbir ismi es geçmedim ve hepsini alt alta tahtaya yazdım. Oylama sonucunda “Fındık” ismini sincabıma yakıştırdılar. Bu arada, özel isim olan kelimeleri öğretivermiştim çaktırmadan…
Fındık, evimin ve sınıfımın bir parçası olmuştu. Öğrencilerim fındık, fıstık, meşe palamudu… ne buluyorlarsa getiriyorlardı masama. Bu arada Fındık’ı çişe de alıştırmıştım. Her beslenme faslından sonra kum kabına çişini yaptırıyordum. Hafta sonları ise evimize iki kilometre uzaklıktaki hobi bahçemize götürüyordum. Artık iyice büyümüştü ve doğal yaşama alışması gerekiyordu. Ve bir akşamüzeri onu domates fidelerinin içine salıverdim. Kümesteki tavukların yemiyle-suyuyla uğraşırken sincabımı unutuverdim. Hava hayli kararmıştı. Bahçenin içinde yürürken arkamdaki sesle irkildim. Geri dönmemle birlikte bizimkisi pıtır pıtır omzuma çıktı ve boynuma yatıverdi usulca. ‘Beni lütfen bırakma!’ diyordu bana.
Tam üç ay bir bebek gibi baktım ona. Ama artık doğaya salınması gerekliydi. Dediğimi yaptım ve onu bahçemize bıraktım. Akşam eve dönerken eşime, doğru olanı yaptığımı uzun uzun anlattım da anlattım… Aslını sorarsanız çok üzgündüm! Aklıma hep kötü şeyler geliyordu! Her bağa gittiğimde ona sesleniyordum. Ve benim Fındığım ortalıkta yoktu. Nihayet bir gün dut ağacının tepesinde çıkıverdi ortaya. O bana bakıyordu, ben ona!... Çocuk azarlar gibi çıkıştım ona. Sonra da sevinçten olacak içimi çeke çeke ağladım! Şimdi düşünüyorum da… bir daha aynı yollardan geçer miyim bilmiyorum.
Üşenmeyip, bütün kış boyunca ceviz kırıp bıraktık yuvasına. Şu an hâlâ bağımızda benim sincabım. Seslenince geliyor yakınıma ve hınzır hınzır bakıyor bana. İnanın verilen emeği ve sevgiyi biliyor bizim hayvan dediğimiz canlılar. Şunu öğretti yaşadığım hayat bana: Hiçbir hayvan, insan kadar nankör değil bu yalancı dünyada!..
Yazan: MEHPARE GÖKÇE
YORUMLAR
uzun uzun yazmak istedim.Vaz geçtim.İnsan olamayanlar yüzünden insanlara haksızlık edip duruyor ,Neden se şunu bir türlü akıl edemiyoruz.Mevcut her şeyin bir adı var.At,Eşek,Serçe Kuzgun,Karga,Aslan,Taş,Pencere,ev. Bunlar olmuş olabilenler. Evet bir de hayvan diye bir şey var. Hiç bir şey olamamış olanlar. Hayvan.Canlı demek olup canının istediği gibi yaşayanlara verdiğimiz isim. Oysa sincap Sincap işte.Hayvan değil.
Duygulandım sanırım
Hayırlı geceler. Ve elinize sağlık.