- 351 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇINAR AĞA (3)
ÇINAR AĞA (3)
Sazaktepe’de Huzur
Çonga’da çoralların dibini çapalıyordum. Üst tarafta, bahçemin kuzey cephesindeki yolda bir keçi gördüm. Dik kuyruklu, dik boynuzlu, kapkara bir keçi… Ani bir sıçramayla bahçeme girip en baştaki çoralımı kemirmeye başladı. Canhıraş bir haykırışla koştum ama yetişemedim. Zıplaya zıplaya kaçtı keçi. Lanet olasıca hayvan bir yıl önce yaptığım aşının filizini yemiş. Öylesine öfkelenmiştim ki yakalasaydım Allah yarattı demez elimdeki çapayı geçirirdim kafasına.
Keçiyi bulmak için sağa sola bakındım: Aman Allah’ım! Bir değil bin keçi var; hepsi de bahçemde, hepsi de ilk gördüğümün birer kopyası. Bu çirkin keçiler kör olmalı, çünkü bahar fışkırığı yemyeşil, semiz ve tertemiz otları hiçbiri görmüyor. O güzelim kazayaklarını, dipdiri labadaları, çemen ve çiriş otlarını eze çiğneye geçip çorallarıma saldırıyor adiler. Nerede aşı sürgünü taze filiz varsa bulup bulup yiyorlar. Sağa sola koşarak bağırıp çağırıyorum ama ne fayda! “Hiç olmazsa onu kurtarayım,” diye düşünerek bahçemin ortasındaki çınar fidanıma koşuyorum. Telaştan mıdır, şaşkınlıktan mıdır fidanımı bulamıyorum. Yok fidanım. Ortalıkta ne filiz ne kök ne de gövde görebiliyorum. Şaşılacak bir şey; birileri söküp götürmüş fidanımı.
Aniden uyanıyorum; ter içinde kalmışım, atletim yapış yapış. Kâbus görmüşüm. Neredeyim ben? Çevreme bakınca Sazaktepe’deki kulübemde olduğumu idrak ediyorum. Son hatırladığım kişi pazarcı Kâzım. Dağ yolunda yürürken traktörüyle yetişip beni römorka bindirmiş ve küçük çiftliğime kadar getirmişti. Kulübeme girer girmez bir ağırlık çökmüştü üstüme. Belki de üstüme çöken şey; yılgınlık, bezginlik, usanmışlık ve ümitsizlikti. Pantolon ceket uzanıvermiştim tek kişilik somyama.
Saate bakıyorum: 17.18… “Ne çok uyumuşum!” diyorum kendi kendime. Artık bu gece uyku durak yok bana. Ne zaman ki gündüz yarım saat dahi kestirsem o gece uyuyamam, yatağa yatsam dahi kâbus üstüne kâbuslar görürüm.
Kalkıp soyunuyorum, çamaşırlarımı değiştirip tekrar giyinerek çıkıyorum kulübemden. Gölgesinde tek kişilik kırma masa ve iki sandalye olan patlıcan incirine doğru yürüyorum. Birkaç incir koparıp sandalyeye oturuyorum.
Adı üstünde, Sazaktepe burası. Her şeye en yukarıdan, en tepeden, âdeta bir kartal yuvasından bakıyorum. Aşağılarda köyüm var; uzaktan ve tepeden bakılınca marula benzeyen top top yeşil zeytin ağaçları arasında kahverengi çatılar ve eğri büğrü, incecik yollar görüyorum. Daha aşağılarda, çatıların sonlandığı yerlerde tekrar başlıyor marul manzaraları. Zeytin ağaçları; karacası, macarı, çelebisiyle on binlerce zeytin ağacı… Benim, evlatlarımın, torunlarımın, köylümün emekleri… Top marulların bittiği yerde rahmet, bereket, güzellik, canlılık ve hayatın kaynağı başlıyor.
Su deryası… İznik gölü… İkindi güneşinin göldeki parlak yansımaları gözlerimi kamaştırıyor. Kırkağaç kavunu gibi upuzun uzanıyor göl. Burada, bu tepede; her yöne, tüm İznik havzasına hâkimim. Batıda, yirmi üç kilometre uzakta belli belirsiz de olsa İznik görünüyor; doğuda, on altı kilometre uzakta ise Orhangazi… Tam karşıda, Samanlı Dağları’nın eteklerindeki yeşillikler arasında bir sürü köy görüyorum: Dutluca, Sölöz, Gürle…
Burayı, içinde oturduğum bu küçük çiftliği ne zaman ve nasıl mı edindim?
99’da iki evladımı da kaybedince bunalıma girmiştim, üstüne üstlük çiftliğin yeni sahibi olan Selim Bey’in kız torunu Yeliz Hanım’la kafam barışmıyordu. “Çiftliğe de Çonga’ya attığın kadar gübre attın mı, Çonga’daki ağaçlar neden daha verimli?” gibi laflar ederek canımı sıkıyordu. En son “Bizim havuzlara on bir ton zeytin attığını söylüyordun ama havuzdan çıkan zeytin dokuz ton; hayret bir şey!” deyip de beni hırsız çıkarmaya kalkınca bıraktım çiftliği. Oysa defalarca “Havuza atılarak tuzlanan zeytin, acı suyunu salınca yüzde yirmi fire verir,” demiştim ama anlamıyor kadın. Anlasa da inanmıyor. Çonga’yı ve çiftliği Kemal’in oğlu Zeki’ye devredip köye dönmüştüm. Zeki o zaman elli yaşında; tam verimli çağı. Oğlu Hakan’la el ele verip çalışıyorlar, torunu Tayfun ise beş altı yaşlarında bir sabi.
Ben çiftliği terk edince Zeki de ne yapmış; “Sen misin dedeme hırsız diyen?” deyip Yeliz Hanım’ın gözleri önünde yüz litrelik bir plastik bidona üç kasa, yani yetmiş beş kilo iri zeytin koyup tuzlamış. Sonra da yığmış üstüne koca koca taşları. Bidonu da Yeliz Hanım’ın gözleri önünde sağdan soldan, yukarıdan aşağıdan kınnap ipiyle sarıp sarmalamış. Yeliz Hanım’ın imzaladığı küçük kâğıtları da iplerin muhtelif yerlerine bantla iyice yapıştırarak bidonu mühürlemiş. Sekiz ay sonra, yine Yeliz Hanım’ın gözleri önünde ipleri çözerek zeytini çıkarıp tartmış. Çıkan zeytin elli dokuz kilo gelince Yeliz Hanım mosmor olmuş tabii. Sonrasında özür üstüne özür…
Fakat dönmedim çiftliğe. “Dönmedim” derken tarımsal faaliyetlere katılmadığımı anlatmak istiyorum. Yaşlanmıştım zaten, merdiven taşımak, merdivene çıkıp ağaç budamak veya zeytin toplamak benim harcım değildi artık. Hem Çonga’ya hem çiftliğe hem de Ahmet’in torunlarına devrettiğim diğer bahçelere sürekli gidip geliyordum. Bahçelerde gördüğüm eksiklikleri bir bir not ediyor, mülk sahibi torunlarıma talimatlar veriyordum. O günlerde: “Beni hiçbir güç ağaçlarımdan koparamaz, sağ olduğum müddetçe onlarla hasbıhâlim devam edecek,” diye düşünüyordum, ama yanılmışım.
Şimdi çok iyi anlıyorum ki o yıllarda tam anlamıyla bunalımdaymışım. Deli danalar gibi bağ bahçe dolaşmalarım, sürekli bir arayış içinde oluşumdan kaynaklanıyormuş. Bazen çiftlikte, bazen köydeki evimde yatıyordum. Torunlarımdan ve gelinlerimden bir memnuniyetsizlik hissetmesem de huzurlu değildim.
Eylül ayının sonlarında, bir akşamüzeri köy kahvesinde Yörük Musa’yla sohbet ediyorduk. Musa “Sazaktepe’deki bahçeyi satacağım ama kimse para vermiyor; içinde su da var,” deyiverdi. Sözünü ettiği yeri biliyordum, iki dönümlük küçük bir araziydi, dağa odun kesmeye giderken yanından çok geçmiş fakat hiç girmemiştim. Tepede, yokuş aşağı, kaplumbağa sırtı gibi engebeli bir yerdi. Hatırladığım kadarıyla orada yabani mersin ve pırnaldan başka bir şey yoktu. “Su” kelimesini duyunca benim kulaklar dikildi tabii. “Kaç liraya satacaksın?” diye sorunca şaşırdım. Söylediği para benim dört maaşıma denk geliyordu, tabiri caizse bedavaydı benim için. “Gidip görelim,” dedim. Aheste aheste yürüyerek bir saatte çıktık Sazaktepe’ye.
Yörük Musa’nın “bahçe” dediği yer, bahçeden başka her şeye benziyordu. Sanırım “çalı çırpı ormanı” demek doğru olur. Hatırladığım gibi insan boyunu aşan kuru otlar, çalılar, yabani mersinler, pırnallar ve canlanmaya çalışan diz boyunda meşe filizleri sarmıştı her yanı. Yılan çiyan çıkar korkusuyla elimize birer değnek alıp baştan aşağı gezdik araziyi. Yabani ağaçların ve devedikenlerinin arasında kurumuş birkaç meyve fidanı ve canlılığını yitirmekte olan on beş yirmi asma gördüm. Musa: “Kınalı yapıncak bunlar,” diyordu. “Dağ üzümü bambaşkadır. Dedemin zamanında bu asmalardan topladığımız üzümleri yemeğe doyamazdık.”
Bahçenin hâli içler acısıydı lakin üst tarafta iki küçük kaya arasından çıkan parmak kalınlığında suyu görür görmez vurulmuştum buraya. “Söylediğin fiyatı kabul ettim ve burayı aldım,” deyince sevinçten gözleri parlamıştı Yörük Musa’nın.
Tapu işlemleri bittiğinde bayrama çıkan çocuklar gibi sevinçliydim, yıllarca yâr hasreti çekip de sevgilisine kavuşan delifişek bir delikanlının mutluluğuyla mest oluyordum. Kafamda çılgın hayaller vardı.
Evet, yeni bir sevgili bulmuştum. Bana yaşama sevinci verecek, beni hayata bağlayacak yeni bir sevgili… Biraz çirkin görünüyordu ama iyi bir makyajla masallardaki peri padişahının kızına benzetirdim onu.
“Çalı çırpı ormanını adam etmek için kan ter içinde kaldım, ellerim nasır tuttu, dizlerimin bağı çözüldü,” dersem inanır mısın? İnanırsınız tabii. “Bin küsur zeytin ağacından başka yüzlerce erik, vişne, kiraz ağacı yetiştiren Çınar Ağa için iki dönümlük bakımsız bahçe çocuk oyuncağıdır,” diye düşünüp inanırsınız. Hayır kardeşim, orayı adam edinceye kadar ne kan ter içinde kaldım ne de ellerim nasır tuttu. Fiziki işler geçmişti benden fakat tam olarak “ağa” diyemesem de ağalara yaraşır param pulum vardı Allah’a şükür! İlçeye gidip bastırdım parayı, kepçe denen iş makinelerinden birini bir günlüğüne kiraladım. Evet çok para, çok para ama kepçe sekiz saat içinde hallaç pamuğu atar gibi kattı karıştırdı tarlayı. Sökülmedik ne ot ne de kök kaldı arazide.
Bahçeme kepçe sokuncaya kadar “İnce pınarımın üst tarafına bir kulübecik yaptırırım,” diyordum. Makinenin gücünü görünce fikir değiştirip küçük fakat betonarme bir evceğiz yapmaya karar verdim. Kepçe sayesinde yarım saat içinde hayalimdeki evin temel yeri derinlemesine kazılmıştı.
Köyden güçlü kuvvetli üç delikanlı bulup bahçeyi temizlettim. Gençler iki günde tertemiz yaptılar arazimi. Ottur, köktür, taştır hiçbir şey bırakmadılar. Sıra fidan dikmeye gelmişti. Kazmayı küreği alıp çoral söktüğümü zannetmeyin. Televizyon icat edilmiş, cep telefonu diye bir şey çıkmış; fidancılık geri kalır mı? İlçemizde fidancı dolu. Bir kamyonet tutup kasabaya gittim. Önce kırk adet zeytin fidanı, sonra da aralara ekilmek üzere otuz civarında meyve fidanı aldım. Elma, armut, şeftali, kiraz, incir… Ne bulduysam ikişer üçer alıp Sazaktepe’ye döndüm. Bahçemi temizleyen gençler yine iki gün çalışarak küçük kuyular kazıp fidanlarımı diktiler.
İlçeden getirdiğim iki usta şu gördüğünüz kulübemi temelden çatıya kadar bir ayda yapıvermişti. Kulübem dediğime bakmayın; beşe beş boyutlarında tam yirmi beş metrekare. Fakat tek odadan ibaret olduğu için kulübe demek zorundayım. Önce temele taş döşetip beton attırdım. Üzerine biri orta direk, dördü kolon olmak üzere beş beton direk diktiler. Alt katı ardiye olarak kullanacağım için iki metre yukarıya kulübemin taban betonunu döküp kolonları üç metre daha yükselttikten sonra duvarları ördüler. Çatıyı ahşap perde ile kapatarak kiremitleri dizdiler. Köyümüzün demircisi Necati ustaya da; ardiye olarak kullandığım basık tavanlı alt kata ve ikinci kattaki kulübeme birer demir kapı ve aynı şekilde üst kata iki, ardiyeye bir olmak üzere demir kasalı üç pencere taktırdım. Pencere camları da takılınca kulübem –gönlüme göre küçük saray- hazırdı. Fakat taşınamadım. Kış gelmişti çünkü.
Bütün bunları yaparken millet zeytin toplama derdine düşmüştü, kimse kimseyi görmüyordu. Ben yeni dünyamı inşa ederken inanılacak gibi değil ama zeytini falan unutmuş, bahçelerime bir defa dahi gitmemiştim.
O kış, baharı iple çekmiştim. Yağmur veya kar yağmadığı günlerde kendimi yollara vurup Sazaktepe’ye çıkarak fidanlarımı ve içinde bir gece dahi yatamadığım küçük sarayımı kontrol ediyordum.
Şubat çıkar çıkmaz da taşındım. Nisan başından başlayarak gül ve sebze bahçemi oluşturmaya başladım. Beton direkler diktirip aralarına tel örgü çektirerek yaptırdığım çitin önüne yediveren gülleri diktim. Zeytin ve meyve fidanlarının arasına da gönlümün çektiği yere çeşit çeşit sebze ekiyordum. Uzun bir hortum sayesine ince pınarım her yere ulaşabiliyordu. Sıcaklar bastırınca çok önemli bir eksikliğimin olduğunu fark ettim. Buzdolabım yoktu ve asla olmayacaktı, çünkü elektrik bağlatamazdım; geceleri gaz lambası ve fenerle idare etmek zorundaydım. Kavurucu yaz sıcaklarında ekşiyip bozulan yemekleri atarken içim gidiyordu. Ona da bir çare buldum tabii. Güçlü kuvvetli iki delikanlı tutup bir metre derinliğinde kuyu kazdırarak kendimce bir sarnıç yaptırdım. Sarnıç sayesinde gıda maddelerim daha uzun ömürlü olmuştu.
Günlerim su gibi akıp gidiyordu. Sazaktepe’deki işler oyalayıcıydı fakat çok kolaydı.
Sonraki yıllarda dağı keşfettim. Dağın ve özellikle dere yataklarının mucizevi zenginliğine şahit oldum. Dağlardan kekik ve nane toplayarak kurutmayı âdeta iş edinmiştim. Dere kenarlarında yetişen bakımsız ve sahipsiz ıhlamur, kestane, fındık, kızılcık ve muşmula ağaçları, kuşüzümleri ve böğürtlenler muhteşem bir zenginlik sunuyordu bana. Ne zaman dağ ve dere seferine çıksam şaşkınlıklarla, hayranlıklarla ve içi dolu sepet ve torbalarla dönüyordum Sazaktepe’ye.
İşte benim son eserim, yeni dünyam! Mazimin kötü günlerini burada unutuyor, burada mutlu oluyorum. “İnsan yüzü görmeden, biriyle sohbet etmeden nasıl yaşıyorsun ey Çınar Ağa?” diyebilirsiniz. Alakası yok. Sazaktepe’nin arkasında Haydar İsmet’in kışlası vardı o yıllarda; on beş dakikalık yol. Bazen ben giderdim onun yanına, bazen de o beni ziyaret ederdi. Hoşsohbet, iyiliksever bir adamdı rahmetli. Beni yoğurtsuz, peynirsiz bırakmazdı. Onun vefatından sonra da sohbet arkadaşlarım oldu. Dağ köylerine gidip gelenler sürekli uğrardı bahçeme, hepsini de güler yüzle ağırlardım. Hatta hiç unutmuyorum, beş yıl önce Yörük Musa da ziyaretime gelmişti bir defa. İşte burada, bu patlıcan yemişinin altında oturup sohbet etmiştik de: “Burayı kaça satarsın Çınar Ağa?” diye sormuştu. Alacağından değildi, takdir ettiğini belirtmek için, latife olsun diye soruyordu. Ben de: “Sana dört maaşımı vermiştim, şimdi sen bana dört yüz maaşım kadar para verirsen satarım,” diye cevap verince gülüşmüştük.
Az önce kopardığım incirlerden birini soyup yerken kol saatime bakıyorum: 17.25… İkindi ezanı okundu okunacak. İnce pınarımda aceleyle abdest aldıktan sonra öğle namazının farzını kılıp ezan sesi duymak amacıyla dikkat kesilerek birkaç dakika bekliyorum. Minareye takılan hoparlörden çıkan ezan sesi dalga dalga yayılarak kulaklarıma kadar geliyor. İkindiyi de kıldıktan sonra sebze bahçemden domates, biber, salatalık ve yeşil soğan topluyorum. Sarnıcı açıp pazarcı Kâzım’ın getirdiği ciğerlerden birini alarak kendimce bir ziyafet sofrası hazırlıyorum. Yemekten sonra, solgun görünen sebzelerin köklerine hortumla su vererek akşamı ediyorum.
İnsan ne biliyorsa ona inanırmış. Doğru mudur, yanlış mıdır bilmem ama bence yatsı kelimesinin yatmak ile bir ilgisi var. Bu ilgiden dolayı atalarımızın bize “Yatsı namazından sonra hemen yatmalısın,” öğüdünü verdiğini düşünür ve uygulardım. Her zamanki gibi lambayı söndürüp yatağıma girdim ama uyuyamadım. Açık pencereden odama ay ışığıyla birlikte cırcır böceklerin sesleri giriyor. Sağa dön, sola dön; nafile… Kalkıyorum, bir hırka giyerek incir altındaki masama kuruluyorum.
Batıda İznik’in, doğuda Orhangazi’nin, tam karşıda ise kıyı köylerin ışıklarını görüyorum. Işıklar göz kırpar gibi yanıp yanıp sönüyor. Gök kubbesinin muhteşem lambası, Katırlı dağlarını ve köyümü terk ederek İznik gölünün batısına hicret etmiş gibi. Gölün birkaç metre üstünde duruyor, ha düştü ha düşecek gibi görünürken bembeyaz ve parlak ışıklar saçıyor. Gölün batı ucundaki Karsak sahilleri Ay’ın şavkına ayna tutuyor; gökten göle, gölden göğe akseden ışık ipiltileri titreşip duruyor. Aklımdan “Kanatlı bir kuş olup da uçaydım, o sulara dalaydım,” diye geçirirken semaya bakıyorum.
Gök kubbenin lambası bizi terk etmişti ama kandilleri her zamanki gibi bize sadık kalmıştı. Tek yıldızlar tek tek, yıldız kümeleri hep birlikte selam veriyor bize. Aman Allah’ım, ne çok yıldız var gökyüzünde! En küçükten en büyüğe, en sönükten en parlağa, en yalnızdan yıldız bulutlarına kadar milyarlarca ve milyarlarca yıldız…
Askerlik yıllarımda gece nöbet tutarken, gençliğimde gece zeytinlik sularken, on beş yıldır da uyuyamadığım gecelerde burada otururken yüzlerce kez yıldızları seyretmiştim. Yıldızlarla ışıldayan bu muhteşem sema her defasında da bana iki şey hissettirirdi: Küçüklük ve yalnızlık…
Gökyüzünün ihtişamından ve yıldızların çokluğundan etkilenmemek ne mümkün! Böyle gecelerde ilk aklıma gelen şey kâinatın büyüklüğü ve dünyanın küçüklüğü idi. Hele benim dünyam! Koca dünyada ufacık bir köy ve bu köyde küçücük bir insan: Ben… Ve ne kadar yalnızım. Askerdeyken de yalnızdım, karım ve üç evladım sağken de yalnızdım, şimdi de yalnızım. Yalnız doğdum, yalnız öleceğim.
Hafif bir rüzgâr esiyor, başımın üstündeki incir yapraklarının hışırtısına köyden gelen köpek havlamaları karışıyor. Cırcır böceklerinin bir yükselip bir alçalan aralıksız ve bitimsiz ses korosunu işitiyorum. Bahçemin alt taraflarından birkaç gece kuşunun kısa süreli ve karşılıklı cıvıltılarını duyuyorum. İnce pınarımda bir kurbağa vraklıyor. Sağ tarafımdan, güllerin kökleri arasından gelen hafif çıtırtı için, “Kaplumbağadır,” diyorum.
Ben görmesem de şu karşımdaki gölün derin sularında büyük balık, küçük balığı yutuyordur. Ben duymasam da şimdi bir yerlerde bir kurt uluyordur. Orada olmasam da, sırtımı döndüğüm dağın zirvelerinde bir ağaç devriliyordur şimdi ve çürümüş kökte bir tohum, hayat bulmak için kabuğunu çatlatıyordur. Ayaklarımın altındaki toprağın içinde bir solucan deliğinde kıvranırken tam tepemde, göğün en yükseğinde bir kartal uçuyordur.
“Ne çok canlı yaratmışsın yarabbi!” diye mırıldanıyorum.
“Bu bahçe benim, tapusu bende,” diyerek övünüp duruyorum ya hani; külliyen yanlış kardeşim, külliyen yanlış! Bu ağaçlar ve bu toprak sadece benim değil. Şimdi çok iyi anlıyorum ve kalben inanıyorum ki bu dünyanın başka sahipleri de var.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.