- 343 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BEK TAVATIRIMIŞ
BEK TAVATIRIMIŞ!
Köylülük yerde bir çocuk dünyaya geldiği zaman ailenin çok yakınından gayrisi o eve bir müddet hiç uğramazlardı.
İnanışa göre doğum yapan (lohusa) anneye ve yavrusuna ola ki gelen kadının gözü değerse, ya da nazar ederse, oğlunun, kızının çocuğu olmuyorsa, veya bir başkasının hiç çocuğu olmadığından ister istemez hadi kıskanırsa korkusu olurdu.
Birde bunun yanında ziyarete gelen kadının eli, yüzü, giyeceği kirliyse veya o an için ‘ay halinde’ ise bu durum çocuk için pek iyi netice vermez, inanışa göre mikrop kapar, derdi belirsiz bir hastalığa maruz kalır, ya da annesiyle onu cin çarpar, enkabıt basar zihniyeti uyanırdı.
Genelde anne ve çocuk ziyareti o zamanki kadınların görüşlerine göre ’yarı kırkı’ ya da ‘tam kırkı’ çıkınca başlaması daha uygundu.
Halise ile Dağıstan çiftinin evliliklerinden bir müddet sonra adını İbrahim koydukları bir çocukları olur.
Dağıstan Kırşehir Malya Devlet Üretme Çiftliğinde çalışır, oranın hafta tatili olduğu anda köyün yolunu tutar, amcası koca Mıstık’la gözünü budaktan, emeğini işten esirgemez, çiftte, çubukta ona yardım ederdi. Zamanında babası Hacı Kırıkkale’ye bakkal dükkanı açmış fakat işin bir ucu köyde bir ucu da Kırıkkale’de olunca iki tarafa yetişememiş tekrar köye dönüş yapmıştı.
Ayşe gelin yeğeni Dağıstan’ın çocuğu olduğunu duyunca ne kadar sevinse de içini kemiren ”Acaba kime benziyor” merakına kapılmıştı. Hemen ertesi gün akşamdan sağdığı sütü pişirmesiyle sabah erkenden baba ocağı ağabeyinin evinin yolunu tuttu. Bu gidiş gelişler onu çok mutlu etse de ne de olsa el kapısı; ”kaynanam, kayınbabam ya bir şey derse” diye içi pek rahat etmiyordu.
Kocası Hüseyin Almanya da çalışıyor, sene de gelirse bir kez izne geliyor, belki bir ay veya yirmi gün sonra gidiyor, bu yüzden kaynana, kayınbaba eline bakıyordu. Gerçi şimdiye kadar onlardan bir kez olsun ”öte git” diyen olmamıştı. Diğer iki gelinleri Ankara da oldukları için Ayşe’nin sevgisi onların yanında bambaşkaydı.
Ayşe gelin yeğenini ziyarete kaynana ve kayınbabasıyla beraber gitmek için zemin arıyordu. Bir gün evde otururlarken durumunu onlara açtı. Etem ağası da ”olur gızım müsait bir zamanda hep beraber hayırlı olsuna gider, hem de senin ’goltuğunu gabartmış oluruz’ gızım” dedi.
Ayşe’nin sevinçten ayakları yere değmiyor, ”Acaba ne götürsem, ne yapsam” diye telaşlanıp adeta iki ayağı birbirine dolaşıyordu.
O yıllarda şimdiki gibi “Ben ona şunu götürdüm de o bana bunu getirmiş” ,veya ”Ben ona şunu takmıştım da o bunun yarısını takıyor; ayıp, ayıp” gibi hayırlı olsunlar ödünçlü olmuyordu. Herkes evinde neyi varsa veya elinden ‘Karınca, kaderince’ ne geliyorsa ‘gözü aydınlığa’ onu götürür “Allah analı-babalı büyütsün, akıl-fikir versin” gibi dua ve temennilerde bulunulurdu.
Müsait oldukları bir günün akşamında Etem’in elinde lüks lambası, hemen az arkasında hanımı Fati ve gelini olmak üzere yola düştüler.
Yine her zamanki gibi köpekleri zor-zor da yanlarında idi. Zor-zor bir yandan geçtikleri küllükleri eşeliyor, kokluyor bir yandan da kuyruk sallamayı ihmal etmiyordu.
Etem Fal öykülerini okuyanlar adama; ”Sen Etem’in atmış, yetmiş yıllık öykülerini yazıyorsun, bir köpek bu kadar yaşar mı?“ demezler mi. Tabi ki de yaşamaz. Ama bilinen o ki Etem amcam her ölen köpeğinin yerine getirdiğine hep aynı ismi takmış, aynı renk olmasına gayret göstermiştir.
Evin kapısını çaldıklarında Dağıstan tarladan henüz yeni gelmiş sofrada karnını doyururken Halise de İbrahim’i emziriyordu. Kapıyı ”Hayırdır inşallah” diyerek aceleyle Dağıstan açarken Halise de çocuğu emzirmeyi bırakıp beşiğe yatırmıştı bile. Gelenleri sofraya buyur etseler de ”Sağ olun biz o işi çokdan gördük”cevabını aldılar.
Halise çocuğu beşiğe yatırdıktan sonra sofrayı toplarken bir yandan da gaz ocağına çay suyunu koymayı ihmal etmedi. Her nedense az sonra İbrahim birden bire ağlamaya başladı
“Vay yavruuum, yiğeniiim, İrbaamim” diyen Ayşe halas oturduğu yerden hızlıca kalkarakı onu kucağına almış, çocukta sesini kesmişti.
Aradan geçen zaman içerisinde çaylar höpür, höpür içilirken boşalan bardaklar tekrar doluyor, Etem ağa da lafladıkça gülüşmeler birbirine karışıyordu.
İbrahim kucaktan kucağa ”Maşallah” sesleri arasında dolaşırken ”Yavrum şu çocuğu az da bana verin de ben de seveyim” diyen Etem’in kucağına gelini Ayşe çocuğu koyuverdi.
İbrahim akranlarına göre iri kıyım, esmer, iri kara göz ve kaşlara sahip, deyim yerindeyse ‘Tam maşallahlık, Allah nazardan esirgesinle anılacak’ bir çocuktu.
Etem amcası kucağındaki bu iri kıyım, kara yağız, güzeller güzeli çocuğu severken ”Yavrum bunun adı ne, Allah nazarlardan esirgesin, maaşallah, maaşallah….”
Dağıstan hemen oradan atıldı ”İrbaam, irbaam, adı İrbaam Etem ağa…” Dağıstan baba olmanın heyecanını daha henüz üzerinden atamamıştı. O hevesle
“İrbaam’i nasıl buldun Etem ağa?” diye sordu
Etem ağa kendisine sorulan bu soru karşısında biraz şaşırsa da birazcık sakalını karıştırmak süretiyle kendini çabuk toparlamasını bildi.
“MAAŞALLAH; BEK TAVATIRIMIŞ yavrum. Allah nazarlardan esirgesin, maaşallah, maaşallah…”
Bu gün kırk yaşını çoktan geçmiş İbrahim’i adı ve soyadıyla hangi köylüsüne sorsan biraz tereddüt geçirir, kim olduğunu hemen birden bilemez. Fakat TAVATIR kim diye ufacık çocuğa dahi sorsan anında bilir.
ERDOĞAN ÇALIŞKAN 11 05 2016 KIRŞEHİR GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR
Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmıyorum
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.