- 526 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HALİFELİK TARTIŞMALARI
TOPLUMLARDA HALİFELİK TARTIŞMALARI
Sevgili gönül dostları, hepinizi sevgi ve saygılarımla selâmlıyorum. Allah’ın rahmeti, bereketi, mağfireti üzerinize olsun diyorum.
Konumuz:
TOPLUMLARDA HALİFELİK TARTIŞMALARI
Sevgili dostlar:
Halifelik, Bundan bin beş yüz yıl önce, Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa s.a.s Efendimizin 632 yılına vefatından sonra, hem Dini lider, hem de Devlet yönetiminin başı olarak bilinen kişilere verilen bir unvandır.
Peygamber efendimizden sonra Devlet’in ve yönetimin başına Hz. Ebubekir Sıddık efendimiz gelmiştir. Onunla birlikte Halifelik dönemi başlamıştır.
HALİFE sözcüğü, İslam cemaatinde reis, yönetici ve peygamberin vekili olarak kullanılır.
Halifelik teorik olarak tartışmalı bir konudur. Ama pratikte çözümlenen bir kurum haline gelmiştir.
İslam tarihinde ilk halife, Hz. Ebubekir’dir. Ama o,” Allah’ın halifesi” unvanını hiç kullanmamıştır.
Kendisinden sonra gelen Hz. Ömer de, Resulullah’ın Halifesi unvanını, Hz. Ebubekir’e saygısından dolayı kullanmamıştır.
Onun yerine “ Emir-ül-Müminin” müminlerin emiri unvanını benimsemiştir.
İslam cemaatinde kimin halife seçileceği konusu, başlangıçtan beri tartışmalı olmuştur.
Büyük ölçüde bu husus, Halife Hz. Ali ile Şam valisi Hz. Muaviye arasındaki Sıffın Savaşı’ndan (Miladi 657) sonra şekillenip tartışılmaya başlanmıştır.
İslam hukukçuları (Fıkıhçılar) ve siyaset bilimcilerine göre, Halife olacak kişilerde bulunması gerekli şartlar şu üç görüşte özetlenmiştir.
Birinci görüşe göre;
Halife olacak kişi, Peygamber soyundan yani Ali İbn. Ebu Talip ile Peygamber’in kızı Fatıma’nın torunlarına (ehl-i beyt’e) ait olmalıdır.
İkinci görüşe göre;
Sıffın Savaşı ve Hakem olayından sonra, iki tarafa da yani
“Ali ve Muaviye ye” katılmayan bunlardan dolayı Harici diye adlandırılan görüşüne göre;
Halife İslam cemaatinin lideridir. O seçimle iş başına gelmelidir.
Üçüncü görüşe göre;
Halife seçilecek kişinin, soyluluk veya Kureyş kabilesinden olması şart değildir.
Dindar, bilgili, liderlik vasfına sahip bir Müslüman, Arap olsa da, olmasa da hatta bir köle olsa bile halife seçilmelidir.
İdaresi, ahlaka ve fazilete dayanmayan, şeriattan ayrılan bir halife, azl edilmeli, hatta idam bile edilmelidir.
Bu görüş uzun süre yaşamıştır. Zamanın modern İslam akımları içinde yerini almıştır.
Bu tür tartışmalar sonucunda bir hayli akım ortaya çıkmış, toplum fırkalara tarikatlara ayrılmıştır.
Bundan sonraki zaman dilimi içinde tarihin derinliklerine inildiğinde,
Millet toplulukları ve milliyetçilik mefhumları oluşmaya başlamıştır.
Türk Milleti’nin varlığı çok eski tarihlere dayanır.
Türklerin mili kimlik kazandıkları dönem, bu günkü Moğolistan’ın kuzey yönünde yer alan ÖTİKEN’İN ormanlık alanlarında yerleşmesi ile başlamıştır.
Sonuçta Türkler, buralardan batıya doğru fetihler yaparak Viyana surlarına kadar dayanmışlardır.
Hazar Denizinin kuzeyinden ve güneyinden geçerek
Çin Seddinden başlayan ve Balkan yarımadasına uzanarak diğer kavimlerle beraber yaşadığı bir “TÜRK HAVZASI” GERÇEĞİNİ DÜNYA TARİHİNE MAL ETMİŞLERDİR.
Günümüzde bu havzada Türk kültür ve medeniyetinin açık izleri görülmektedir.
Ayrıca “TÜRK CUMHURİYETLERİ” ve “TÜRK TOPLULUKLARI”, 21 yüzyılda da varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Türk Milleti’nin ayrılmaz parçaları haline gelen, ama değişik sosyal özelliklere sahip olan topluluklar (DİL, DİN, IRK) gibi Türk Milleti tanımlaması içinde yer almışlardır.
Bunları Yurttaşlarımız olarak kabullenmişiz. Bunlar Anayasal bir vatandaşlık kavramı içinde yer almışlardır.
Bu nedenle onları Türk Milleti kavramından dışlamak mümkün değildir.
Günümüzde mevcut insan nüfusu yedi milyara dayanmaktadır.
Bu nüfusun en az iki miyarı Müslümandır.
TÜRKİYE’nin( % 99.9) Müslüman olarak yaşamaktadır. Türkiye’de yaşayan nüfusun içinde, Hristiyanlar, Museviler ve Ermeniler de yer almaktadır.
Miladi 750-1258 yılları arasını kapsayan Abbasiler Devleti döneminde, 751 yılında yapılan TALAS savaşından sonra İslamiyet Türkler arasında kabul görmüş ve hızla yayılmaya başlamıştır.
Bu durum sadece Türk İslam tarihi için değil, tüm dünya tarihi için adeta bir dönüm noktası olmuştur.
İslamiyet’in fetihçi anlayışı ile hızlanan göç hareketleri, yeni kıtaların keşfine dönük hareketleri, Avrupa ülkelerini sarsmaya başlamıştır.
Osman oğullarının tarih sahnesine çıkması ve imparatorluk haline gelmesi, Doğu Roma İmparatorluğunda, tehlike çanlarını çaldırtmaya başlatmıştır. Hele Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi, Türklerin ve Müslümanların dünya tarihine yazdırdıkları en önemli başarılarından biri olmuştur. Bu dönemlerde liderler Devlet başkanları henüz halife unvanı almamışlardır.
Böylece Müslümanlık, 10.uncu Asrın başlarından itibaren Türk Milleti kimliğinin ayrılmaz bir ana unsuru olmuştur.
O tarihlerde Müslümanların sayısının üç yüz milyonu aştığı söylenmektedir.
Miladi 928 yılında Endülüs Emevi Hükümdarı, Üçüncü Abdurrahman tarafından “halife” unvanı benimsenmiştir.
Daha sonraki zamanlarda da Abbasiler Selçuklular ve Osmanlı padişahları Halife unvanını kullanmışlardır.
Osmanlı Sultanlarının kurduğu manevi hâkimiyet göz önüne alındığında XI. Asırda Sultanlık müessesesi ortaya çıkmıştır.
Yavuz Sultan Selim, 1517 de Mısır-Hicaz hâkimiyetinden beri, “HALİFE” sıfatını almıştır.
Bu durum Türklerin İslam dünyasının lideri olarak kabul edilmesi anlamına gelmektedir.
Osmanlı Sultanları, kendi sınırları dâhilindeki Türk olmayan azınlık nüfusa değer vermiştir. Amma Avrupalılara göre, Rusya, Britanya, Fransa ve Hollanda’daki Müslümanlara karşı daha sempatik davrandıkları söylenmektedir.
Bunun sebebi, Osmanlı Padişahlarının Panislamizm Politikalarını etkili bir biçimde uygulamalarındandır.
NOT: Panislamizm (bütün İslam ülkelerinin bir siyasal birlik oluşturmasını isteyen, bu amaç doğrultusunda çalışan siyasal akım.) demektir.
Özellikle ikinci Abdülhamit’in bunu başarıyla kullandığı söylenmektedir.
Öbür taraftan da Britanya, Osmanlı içindeki Arapları Türk hilafeti aleyhinde kışkırtmaya başlamıştır.
Çarlık Rusya ve özellikle Avrupa, hilafeti sadece uluslararası ruhani bir kurum gibi değerlendiriyordu.
İstanbul bu durumdan memnun idi. Panislamizm politikanın arkasında duruyor ona göre hareket ediyordu.
İkinci Abdülhamid onlar için daha sempatik bir görünüm arz ediyordu.
Kısacası, ikinci Abdülhamit’in Panislamizm politikasını başarıyla kullandığı kabul edilmektedir. Bu durum 1909 da İkinci Abdülhamid’in ölümünden sonra gevşemiştir.
Velhasıl, İlk İslami asırda, çatışmalara sahne olan Halifelik müessesi, Endülüs Emevilerinden beri ve giderek 15-16 yüzyılda birçok İslam hükümdarı hilafet iddiasında iken;
Şimdi 19 yüzyılda hilafetin artık bir tek devlette, Osmanlıda olduğu yaygın bir biçimde kabul görüyordu.
Bunun sebebi, papalığa benzer bir kurum haline dönüşmesin
den kaynaklıdır.
İslamiyet’te hilafet tartışmalı olmasına rağmen, Devleti yöneten bir kurum halinde fonksiyonunu sürdürmüştür.
Papalık gibi, sadece dini yetkilere sahip bir hilafet anlayışı, İslam tarihinde hiç olmamıştır.
Islahat fermanı sonrasında, padişaha yürütme, halifeye de dini yetkiler verilerek çözümlenmiştir.(Kanuni esaside böyle ifade edilmiştir.)
Her şeye rağmen Osmanlı Sultanları “hilafet ve Müslümanların halifesi” unvanı hep kullanmışlardır.
Hatta ikinci Abdülhamid Han 1909 yılında ölmüş olmasına rağmen, 1910 yılına kadar Zenzibar kentinde hala onun adına hutbe okunmuştur.
Osmanlı kurumlarının değişen dünyaya göre biçimlenmesine göre Hilafet Kurumu da değişikliklere uğramıştır.
Asıl amacından saptırılmış Dini değil dünyevi ve siyasi bir hal almıştır….
İslami ideolojinin demokratik oluşumu, Cumhuriyet’in oluşumuna kadar, İslamcı aydınlarda takip edilebilecek bir oluşumdur.
Abdülhamid yönetimine karşı ilk örgütlü muhalefet ulema kesiminden gelmiştir. Mehmet Akif Ersoy’un Abdülhamid düşmanlığı bundandır.
Sonuç olarak:
Bu müessese, yani Halifelik, on üç asırlık tarihi içinde en zor ve ilginç dönemini 1919-1924 Türkiye’sinde yaşamıştır.
1919 da Anadolu da işgal kuvvetlerine karşı mücadelede, halâ “Hilafeti ve Saltanatı” kurtarmak sloganını ihmal etmeyenler olmuştur.
Ankara’daki BÜYÜK MİLLET MECLİSİ tarafından, veliaht Abdülmecid, usulden halife seçilmiştir.
(18 Kasım 1922) de Saltanat makamı lağvedilmiştir.
Bu Saltanatın uzun ömürlü olmayacağı, 23 Nisan 1923 de T.B.M.M. tarafından hissediliyordu.
Abdülmecid’in halife seçilmesindeki anlam büyüktür.
Şöyle ki:
1300 yıl içinde ilk defa bütün milleti temsil eden bir şura oylayarak halife seçiyordu.
Bu durum asırlar öncesinde Hariciler fırkasının önerdiği halifenin seçimle iş başına gelmesi önerisi, şimdi değişik şartlarda gerçekleştirilmiş oluyordu.
Zaten bu halifenin uzun ömürlü olmayacağı biliniyordu.
Öteki tarafta da hilafetin devam etmesini isteyenler de vardı.
Ama Kemalist iktidarın iradesi, bu müessesenin kaldırılmasına yetti.
Bu görüş, hilafetin dini değil, dünyevi ve siyasi bir kurum olduğu kanaatini taşıyordu.
Cumhuriyet rejimi, hilafeti siyasi iktidardan koparmıştı.
Hilafeti kaldırarak hanedanı yurt dışına sürmek fikri önceden oluşmuştur. Eylül 1922 de zafer kazanılınca, son Sultan VI. Mehmed Vahdettin ülkeyi terk etmiştir.
5 Mart 1924 te sabahın ilk saatlerinde, son halife Abdülmecid ve ailesi, ( 37 Şehzade, 42 Sultan, 27 Kadın efendisi yani( imparatorluk Prensi, ve Şehzade eşi), kendi istekleriyle yurdu terk ettiler. Abdülmecit Sıkıntılı sürgün hayatının sonunda Paris te vefat etti. Cenazesinin Türkiye’ye nakli, Demokrat Parti devrinde uzun görüşmelerden sonra reddedildi, imkânsız görüldü.
Nihayet 30 Mart 1954 te, cenazesi, Medine de Müslümanların Peygamberinin civarında CENNET-ÜL BAKİ mezarlığına nakledildi. Bu gün kabrinin tam olarak tespitinin mümkün olmadığı hala tartışma konusudur.
Konuşmama son vermeden önce bir hususu daha vurgulamak istiyorum.
Müslüman olan Türk Milletinin her ferdi, kendi inancının gereklerini, özgürce bireysel yaşantısı içinde dilediğince yaşamalıdır.
Ayrıca dinin, toplumsal ortak değerler içindeki yerini, görmezden gelmemelidir.
Sosyal müessese niteliğinin gereğini yapmalıdır.
Ben yerine biz demeyi, bütünleştirici, birleştirici, uzlaştırıcı tebliğlerini göz önünde tutmalıdır.
Toplumsal yapıyı ve huzuru tahrip etmemelidir.
Laiklik kavramının zaman zaman yanlış yorumlanıp uygulanır duruma gelmesine dikkat edilmelidir.
Şöyle ki:
Laiklik kavramı Batı Dünyasında, modern zamanlarda ortaya çıkıp, demokratik ülkelerde uygulanmaktadır.
Bu rejimin şekli, din ve vicdan hürriyetini sağlayan bir prensip olarak kabul edilmektedir.
Ama laiklik kavramını, kendine ait çerçeveden çıkarıp, bütün bir toplumun ve onu oluşturan fertlerin yaşayış ve davranış biçimlerini “dinden koparan” bir anlayışa saptırmaya çalışanlara karşı uyanık olunmalıdır.
Çünkü onlar, fertlerin ve cemiyetlerin dini yaşayışına müdahale ederek manevi değerlerini, Örflerini, ananelerini,
Sosyal tezahürlerini,
Kendi ideolojik kabullerine göre yeniden şekillendirmeye çalışmaktadırlar.
Asıl amaçları onları dinden koparmak yani hayatın tümünü dini normlar ve yaşantılarını kültürden uzaklaştırarak densizleştirmeye çalışmaktır.
Gittikçe hızını artıran bir rekabetin, yarışın cereyan ettiği dünyamızda, her alanda gelişmesi gereken ferdin, baskı altına alınması, Toplumu ayırımlara iterek manevi yaşayışını tahrip etmeye çalışılmasının farkında olmalıyız.
İçinde yaşadığımız çağı iyi anlamak, İslam’a, Müslümanlara İslam toplumlarına ve ülkelerine karşı düşmanca bir tutum içinde olan ülkeleri iyi tanımak gerekir.
Diyorum ki;
İslamiyet doğrudan doğruya insanları muhatap almaktadır.
Kutsal Kitabımız Kur’an’ı Kerim’de:
“Ey İnsanlar”
“Ey İman edenler”
Veya “Ey inkâr içinde olanlar!” Çağrıları ile ebedi hakikatleri
Duyurmaktadır.
İnanan kişi, İslam’da tam ve mükemmel bir hayat rehberi bulmaktadır. Çünkü İslam’da tevhit ve adalet imanın ana esasıdır.
Konumuzla pek alakalı değil amma, izninizle bir hususu daha vurgulayarak konuşmama son vermek istiyorum.
Hz. Peygamberin çetin mücadelelerle elde ettiği parlak zaferi, bazıları kirletmeye çalıştı.
İsrailiyat denilen uydurma fikirleri, tefsir adı altında yaygınlaştırmaya çalıştılar.
Kur’an da söz konusu edilen ve Tevrat ve İncil de de bulunan kıssalardan bahsederken, uydurulmuş fikirleri tefsir adı altında yayınlamışlardır.
Mesela Âdem kıssasında:
Bakara suresinde Yüce Rahman; “ Biz ey Âdem sen ve eşin Cennette sakin olup, orada yeğin” diye anlatır.
Cennetin nerede olduğuna, memnu ağacın nev’ine, şeytanın hangi hayvan vasıtasıyla kandırdığına, Âdem ve Allah arasındaki, konuşmaya temas etmez.
Tevrat’a bakıldığında ise, bunları en ince teferruatına varıncaya kadar anlatıldığını görürüz. Cennet’in nerede olduğundan, ağacın hangi ağaç olduğundan, Hz. Havvayı kandıran yılanın ayaklarının bu yüzden kesilerek karnı üzerine süründüğünden bahsettiği görülür. Bu ve buna benzer nice uydurma hikayeler mevcuttur.
Kur’an’ı tefsir eden müfessirler ve ya Müslüman olan Yahudiler bu hikayeleri yazmışlardır. Bunları hikaye diye göz yumanlar olduğu gibi gerçek diye iddia edenlerde vardır.
İşte bu ve buna benzer yazılanlara karşı uyanık olunmalıdır.
İslama kavuşan insan, fiziki, ruhi hayatıyla diğer prensiplere sahip olmalıdır. Bu İslami esaslara inanıp uygulayan mümin, dünya ve ahiret saadetine ulaşır inşallah.
Yüce Yaratanın iyilikleri emreden, kötülüklerden men eden İlahi mesajını hiç unutmadan uygulamamız gerekir.
Adil olmak Cenabı Hakkın sıfatların dandır.
Rabbım bizleri de sıratı müstakimden, Hak ve Hukuktan ayırmasın. Amin diyor,
Bir şiirimle yazıma son veriyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.