- 1094 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
İnsan Köyü Niye Özler
İNSAN KÖYÜ NİYE ÖZLER
Sevgili dostlar, hangi yazıyı okursanız okuyun, nereye bakarsanız bakın, hangi hikâyeyi dinlerseniz dinleyin ve hangi televizyon kanalını, hangi sosyal medyayı takip ederseniz edin: köye ve köy hayatına ait insanlarda derin bir özlem duygusu ve tekrar köye dönme arayışı var.
Neden acaba?
Köyüne özlem duyan bu insanlar: metropollerde, şehirde, ilçelerde şimdi daha rahat yaşamıyorlar mı, her türlü sosyal imkânları yok mu, başlarına bir iş geldiği zaman en yakın sağlık kuruluşu beş dakika uzaklığında değil mi, medeni hayatın kendilerine sunduğu tüm bu rahatlık yetmiyor mu? Internetin sağladığı imkanlar tüm dünyayı ellerinin altına, gözlerinin önüne getirmesi, sınırsız bilgiye ulaşma… Bu ve benzeri soruları sonsuza kadar uzatabiliriz.
Rahatlık mı battı yoksa bir şeyleri mi kaybettik…
Fazla zağa gitmeye gerek yok. Biliyorsunuz ülkemiz ve dünya hızlı yayılan ve öldürücü (Cıvıd-19) virüsü yüzünden zor günler yaşıyor. En önemli korunma tedbiri olarak: temizlik ve insanların kendilerini dış dünyadan izole etmesi yakın temastan kaçınmak görülüyor. Önlemler de devletimiz tarafından gerek duyuldukça aşama aşama alınıyor; Çok doğru. En son olarak daha dün, (10.4.2020, saat: 21-22 sularında) İçişleri Bakanlığının aldığı 11-12 Nisan 2020 Cumartesi ve Pazar günleri 30 büyük il ve Zonguldak’ta SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI ilan edildi. Daha aradan yarım saat geçmeden binlerce insanın alınan fiziki mesafe, sosyal mesafe, maske takma kurallarını hiçe sayarak: aç-susuz kalacağız endişesiyle marketlerin, fırınların, bakkalların önünde kavga ederek, itişip-kakışarak sokağa dökülmediler mi?
Şehir hayatındaki her türlü varlığa ve rahatlığa rağmen 2 gün dayanamayan insan…
Bu İnsanlar Köyde Nasıl Yaşıyorlardı?
Şehir hayatından bıkan ve köye özlem duyan insanların geçmişte bir eli yağda, bir eli balda mıydı? Bi bakalım isterseniz:
- Köy ve köy için yanıp tutuşan bu insanlar, önceki köy hayatlarında veya çocukluklarını yaşadıkları dağda belde (yavan ekmekleri veya kimi zaman yumurta-ekmek, kimi zaman peynir-ekmek, kimi zaman yavan ekmekleri) bitip aç kaldılar. Aç kaldıkları zaman: tekecen, yemlik, madımak, karakavuk, kursalık, kenger v.b. otlar ile karınlarını doyurmak zorunda kalmadılar mı, kaldılar. Susuz kalıp, dilleri damaklarına yapışınca yabanda hayvan izlerinde biriken yağmur sularını veya çamurlu göletlerde yüzükoyun uzanıp kirli suları içmediler mi?
- Yazın sıcağında tarlada: tırpan biçerken, anadut alırken, tırmık çekerken, kısacası: ırgatlık ederken kan-ter içerisinde kalıp bir damla soğuk suyun hasretini çekmediler mi, bardaktan boşanırcasına damlayan terleri elbiselerini kireç gibi yapmadı mı, terlerini silecek temiz bir mendile hasret kalmadılar mı?
- Harmana taşıdıkları sapları, danelerini ayırmak için harman yerine serip günlerce atların, öküzlerin, katırların çektiği düvenlerde ha babam dön, ha babam dön… Düven sürmediler mi? Aniden bastıran yağmurda ıslanan sapları-samanları kurutmak için günlerce ters-düz aktararak çileye katlanmadılar mı? Bunlar geçtim, düven ile ezdiklerini yığıp tınaz yaptıktan sonra gece gündüz doğru yönden esecek rüzgârı bekleyerek geçirmediler mi, rüzgâr çıkınca bir an önce savurup daneyi ayırmak için kan-ter içerisinde kalmadılar mı, gözlerine toz-duman-saman dolmadı mı?
- Öküz, katır ve atlar ile günde sürebildiği veya ekebildiği kaç dönümdü acaba, 40-50- dönümlük bir tarlayı ekip biçmek için kaç gün o yollarda ömür tüketiyorlardı?...
- 70’li yıllardan sonra tarım makinalarının yaygınlaşması sonucunda harman makinalarından olan patoza sap yetiştirmek için kan-ter içinde kalmadılar mı, ilk yıllarda kayış ile çevrilen bu makinaların kayışlarına elbisesini, kolunu-bacağını kaptırdıkları için onlarca can veren, sakat kalan olmadı mı?
- Hayvancılık kolay mı? Onun derdi daha başka. Hayvancılıkla uğraşanlar bilirler, çobanlar daha iyi bilirler. Hayatları hep yabanda geçer. Yumuşak yatak yüzü görmezler, varsa yoksa bir lüksleri keçeleri, onda yatar, onun altında hayatlarını geçirirler. Gece gündüz koyunları, keçileri oğlakları, kuzuları gütmek kolay değil. Elde ettikleri süt, yoğurt ve peynirleri de hak ettiği. Değerden satılamaz.
Say, say bitmez…
Bütün bu saydıklarımın bir veya bir kaçına, ya da tamamına köyde yaşayanlar şahit oldu ve birebir yaşadılar… Bunlar yaşanmaya ve olmaya da devam edecek.
Peki bu zor şartları insanlar yaşamışlarsa neden köyünü özlüyorlar?
Evet şehir hayatında rahatlık, temizlik, kolaylıklar var ama iki şey yok: ÖZGÜRLÜK VE DOĞAL YAŞAM.
Yedikleri, içtikleri, kullandıkları her şey fabrikasyon, genetiğiyle oynanmış, katkı maddeleri ile zenginleştirilmiş gıdalar… Soluduğumuz hava fabrika ve sanayi baca dumanları ile kirletilmiş hava, eskiden yaşadığı, özlediği hava değil. Su desen, sanayi atıkları ve ev atıkları ile kirletilmiş olarak barajlarda toplanıp arıtılarak sunulan su; musluklardan akan suyu içemediği, ilave para vererek satın alıp içmeye mahkûm oldukları işlenmiş sular.
Şehirdeki insanın her şeyi var ama doğal değil; fabrikasyon, tadı ve kokusu farklı, katkılı ve yapmacık.
Her şeyleri oldu ama sağlık ve iç huzuru, özgürlüğü bir türlü bulamadılar. İnsan ve doğa ayrılmaz ikilidir.
- Köy fırınında doğal buğdaydan yapılmış tandır ekmeği yok, tohumları, unları ve ekmekleri genetiği oynanmış buğdaydan. Tam buğday ekmeği ve genetiği bozulmamış buğdaylardan yapılan ekmekleri arar oldular, daha pahalı almaya başladılar.
- Köy çeşmesinden kana kana içeceği suları yok, hazır su.
- Kümesinde beslediği tavuklardan aldığı doğal yumurtalar yok, her şey çiftlikten.
- Çayırda-merada beslenen yerli ırk hayvanlardan sağılan sütlerden yapılan, sütü, yoğurdu, peyniri, tereyağı yok; hepsi (ithal Simental, holştayn, montofon gibihayvanların)fabrikasyon ve katkı maddeli.
- Yaptığı yemeklerde, bahçesindeki ağaçlarından topladığı zeytinlerden sıktığı zeytinyağı değil; sızma, naturel, rivyera diye çeşit çeşit fabrikasyon yağlar.
Boşalan köyler aynı zamanda üretimin terki vakasını da beraberinde getirdi.
Köylerin boşaltılması ulusal ve uluslararası bir planın neticesi olarak 1960’lı yıllardan itibaren boşaltıldı.
Bunda tarımda makinalaşmanın yaygınlaşması ve alet ve ekipmanların pahalı olması, tohumların genetiği ile oynandığı için her sene tohum ve atılmadığı zaman ürün azalışına sebep olan pahalı gübre almaya muhtaç edilen çiftçilerin toprağa küsmesi sonrasında üretim azaldı, ihracat yerini ithalata bıraktı ama Türk insanının üretme sevdasından vazgeçiremedi.
Ve tüm bu olumsuzluklara ve rahat yaşamaya rağmen insanları ister istemez aslına dönmeyi teşvik ediyor. Emeklilik hakkının da elde edilmesiyle artık insanlar “AZICIK AŞIM-AĞRISIZ BAŞIM” demeye başladılar ve köy hayatını özlüyorlar; köye dönüşlerde hızlandı.
Tüm canlılarda olduğu gibi insan ve doğa ayrılmaz bir ikilidir. Bir Kutup ayısı çölde yaşayamaz. Bir Palmiye ağacı dağlarda yetişmez. Bir balık tarlada yaşayamaz. Genlerinde köye ait kalıntılar bulunan insanlar eninde sonunda aslına dönmeyi arzuluyor.
Yani her şey aslına dönüyor… Bu günlerde yaşananlar da bunun tezahürü.
Ne demişti Avrupalı gezginlere yerli turist rehberleri:
“Meksika’da Inka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.
Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar ve sonunda dağın üstündeki görkemli Inka tapınaklarına geliyorlar.
Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor:
“Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik?”
Yaşlı rehberin cevabı o kadar anlamlı ki;
“Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok geride kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik…”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.