- 527 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Biz Kaç Kişiydik?
Huzurlu olduğum günlerin verdiği rahatlıktan sıkıldığım zamanlardı. Her şey yolunda gidiyorken hep bir şeyler dürter ya insanı. Hâlbuki, evden işe işten eve gidip geldiğim günlerin dinginliği ile avunabilirdim. Bungun bir ruh hâline özlem neden?
Mutluluk bir türlü yakamı bırakmayınca güzel günlerimi ellerimle katletmeye karar verdim. Bekir abiyi aradım. Bekir abi değer verdiğim, fikirlerine güvendiğim bir zat’tı. Bekir abi ile konuşurken fazla mutlu olduğumu söyleyince, ’’İyi ya o hâlde bu anı belgele. Ne bileyim yağlı boya bir portre resmini yaptırabilirsin mesela. Mutsuz olduğun anlarda da portrenin karşısına geçer, ’mutlu olduğum günlerin ceremesini çekiyorum’ dersin. Böylece Allah’a isyan etmediğin için de günaha girmezsin,’’ dedi, çok isyankârmışım gibi.
İlk başlarda Bekir abinin fikrini hemen kanıksayamadım. Yalnız kaldığım zamanlarda uzun uzun düşününce önerisinin esasen mantıklı bir düşünce olduğunu kabullenmek isteyen yanım ağır bastı. Zira, ziyadesiyle mutluydum. Ve gerçekten de bu günlerimin resmedilerek belgelenmesi hiç de kötü bir fikir değildi. Lakin bu fikri eyleme dönüştürmek için evvela bir ressam bulmak gerekiyordu. Öyle eften püften bir ressam da değil, işinin uzmanı bir ressam... Bana öylesi yakışırdı.
Uzun uğraşlarımdan sonra nihayet mutlu günlerimi ellerimle maziye gömdüm. İstediğim olmuştu. Artık günlerim yağlı boya portremi yaptıramıyor olmamın verdiği kederle geçiyordu. İstediğim apaçık bir mutsuzluktu ama bu defa da istediğimi elde etmeme karşın bir şeyi bile doğru dürüst beceremiyor olmamın verdiği kızgınlıkla boğuşuyordum. Entellektüel, sanatsever bir adam da değildim ki ahbaplarıma bir haber uçurayım, istediğim şeyi istediğim gibi yaptırabileyim.
Öfke dolu günlerim ne kadar sürdü bilmiyorum. Ama artık bıçağın kemiğe dayandığı, bu günlerin canıma yettiği bir gerçekti. Mazoşistlikten sıkılınca, madem bu yağlı boya portre fikrini Bekir abi verdi beni de bu kör kuyudan o çıkarmalı diyerekten tekrar Bekir abiyi aradım.
Bekir abinin tavrından çekiniyor olsam da parmaklarım bana inat Bekir abinin numarasını çevirmişlerdi bir kere. Bekir abi sakin bir ses tonuyla açtı telefonu. Konuya giriş yapınca da aynı sakinlikle dinlemeye devam etti. Bir an psikiyatrıma olan randevuma gidememişim de derdimi telefonda anlatıyormuşum gibime geldi ama bu düşünceyi tez zamanda savuşturdum aklımdan. Her ne kadar ben son derece manyak olsam da Bekir abinin kabzımallık mesleğinden emekli olduğu gerçeği o şekilde düşünmemi baltaladı sanırım.
Bekir abiye derdimi anlattıktan sonra; eski bir arkadaşının ressam olduğunu, İstanbul’da yaşadığını ve Bekir abinin ricasını kırmayacağını öğrendiğimde dünyalar benim oldu. Ertesi gün de Bekir abiyle buluşarak konunun detaylarını yüz yüze görüşme fırsatını yakaladım. Bekir abi yine sakin sakin beni dinledikten sonra; ’’Tablonu çizecek olan ben değilim Hulusi. Detayları ressam arkadaşım Şevket’le görüşmelisin. Sana numarasını vereyim, ara,’’ deyip, topu taca attı. Çaylarımızı içtikten sonra kendi dünyalarımıza dalmak üzere ayrıldık Bekir abiyle.
Acil işler sıcağı sıcağına halledilmeli mantığından yola çıkarak aynı günün akşamüzeri aradım ressam Şevket’i.
’’Alo. Şevket Bey ile mi görüşüyorum acaba? Ressam Şevket Bey ile...’’
’’Buyrun, benim. Siz kimsiniz acaba? Çıkaramadım da...’’
’’Ben Hulusi, Şevket Bey. Eskişehir’den. Kabzımallıktan emekli Bekir Bey’in arkadaşıyım.’’
’’Oooo Bekir’in arkadaşı demek. Hâlâ yaşıyor mu ya o deyyus?’’
Telefonda konuşuyorken, kendim gibi dengesizin birisiyle daha tanıştığım için yüzümde enterasan bir ifadenin oluşmasına engel olamadım. Aynaya baktım ve hakikaten yine mutlu mesut bir görüntüm vardı. Telefonu Şevket Bey’in yüzüne kapattıktan sonra hemen o anın özçekimini yaptım ve çizilmesini istediğim portremin görüntüsünü telefonuma kaydettim. Ardından hemen Şevket Bey’i aradım yine.
’’Kusura bakmayın Şevket Bey. Sanırım bir an çekmedi telefon ve kapandı. Özür dilerim.’’
’’Mühim değil Sururi. Bazen çekmediği oluyor telefonların, haklısın. Sen neden aramıştın beni Sururi? Yoksa Bekir hasta falan mı? Konu nedir?’’
’’Sururi değil Şevket Bey, Hulusi benim adım. Bekir abinin hiçbir sağlık sorunu yok çok şükür. Turp gibi!’’
’’Kendine bakar zaten Bekir. Domuz gibidir teres!’’
Şevket Bey’in Bekir abiye olan giydirmelerinin sonunun gelmeyeceğini anladığımdan bir an önce konuya girmek için Bekir abiyi saf dışı bırakmam gerçeğiyle yüzleştim. Ve Şevket Bey’den yerine getirmesini isteyeceğim tablo konusuna yatay, dikey, Allah ne verdiyse her türlü geçişi yaptım.
’’Ben sizi tablo hususunda rahatsız ettim Şevket Bey.’’
’’Satın almayı istediğin bir tablom mu var, hangisi? Yalnız peşin peşin söyleyeyim benim tablolarımı öldüm fiyatına alamazsın. Ölücüysen seninle asla anlaşamayız. Peşinen söyleyeyim yani.’’
Şevket Bey para konusundaki hassasiyetini sıklıkla kullandığı ’peşin’ kelimeleriyle bana bir güzel empoze ettikten sonra kısa süreli bir sessizlik oldu aramızda. Sonra, tablo konusu benim için artık bir ’namus meselesine’ dönüştüğünden ’üçün beşi hesabını yapmayacağım anasını satayım. Yeter ki şu tablo istediğim gibi olsun,’ diye düşündüm ve:
’’Hayır. Satın almayı düşündüğüm bir tablonuz yok Şevket Bey. Satın almaktan ziyade çizmenizi isteyeceğim bir tablo var. Bir yağlı boya portre tablosu. Benim tablom...’’ dedim.
Cümlem bitince epey bir süre konuşmadı Şevket Bey. Sanatçı kaprisidir diye düşündüğümden ben de çıt çıkarmadım. Sonra telefonun diğer ucunda bir bekleyen olduğu aklına gelmiş olacak;
’’Ben portre çizim yapmıyorum Peyami. Daha çok doğa, yalnızlık ve at temalı yağlı boya resimler çiziyorum. Kara kalem dersen bir denerim. Ama yağlı boya için bir şey diyemeyeceğim. Çünkü bugüne değin hiç yağlı boya portre resim çizmedim,’’ dedi.
Bunamış olduğuna kanaat getirdiğim Şevket Bey ismimi yine yanlış telaffuz etmişti ama bu defa yanlışını düzeltme gereği duymadım. Odaklandığım konu bambaşka idi. Benim için olmak ya da olmamak anlamına gelen yağlı boya portremi kotarmaktı derdim. Şevket Bey’i iştahlandırmak için yine Bekir abinin ismini anmak gerekli diye düşündüm. Yaşlı da olsa, bunak da olsa, biraz gaz verince Şevket Bey’in de yelkenleri suya indireceğini, tabularını yıkacağını biliyordum.
’’Hay Allah! Hâlbuki sizin için ’üstesinden gelemeyeceği iş, yapamayacağı resim yoktur,’ demişti Bekir abi. ’Resim konusunda güvenebileceğim tek adam Şevket’tir. Onun tabloları üzerine tanımam,’ diye de eklemişti.’’
’’Halt etmiş o Bekir! Hayatında kaç tane ressam tanımış, kaç tablo görmüş ki o dangalak? Allahın kabzımalı işte. Fakat iyi adamdır Bekir. İttir, puşttur ama severim keratayı. Tamam. Sırf Bekir’in hatırı için yağlı boya portreni çizmeyi kabul ediyorum. Yalnız sana biraz pahalıya patlar bu iş. 3250 TL paranı alırım. Boyaları da sen alacaksın tabi ki. Sakın ’düz hesap 3000 TL olmaz mı,’ diye bir pazarlığa girme. Sanatta pazarlık olmaz! Ne fiyat belirlediysem o. Zaten Bekir’in hatırına en makul fiyatı söyledim sana. Üstelik daha önce hiç denemediğim bir çizim türünde...’’
deyip, şartlarını kalın ve siyah puntoyla altını çizerek sundu sanatkâr Şevket Bey. Ben de ’’Tamam,’’ dedikten sonra resmimin çıktısını alıp Büyükada’daki adresine yolladım. Hemen hemen teknolojinin hiçbir nimetinden faydalanmadığından resmimi bilgisayar ortamında iletemedim kendisine. Sadece 3250 TL parayı Şevket Bey’in banka hesabına havale ederken bize aracılık etti teknoloji.
Resmim eline ulaşır ulaşmaz hemen aradı Şevket Bey.
’’Resmin geldi. Yüz hatların epey karmaşık. Beni baya bir uğraştıracak bu tablo ama sana söz verdim bir kere. Dönmek olmaz! Ama şu kadarını söylemeliyim ki sırf dudakların için üç tüp boya harcanacak. O nasıl bir yüzdür öyle mübarek? Bunları baştan söylüyorum ki; yarın ’ne bitmez tabloymuş bu. Ne çok boya alıyorsun sen?’ gibisinden, bana horozlanma.’’
diyerek, isteyeceği boya parasının az bir para olmayacağını açıkça belli ettti Kırık Şevket.
’’Tamam. Mühim değil. Siz hesabınıza havale etmem gereken parayı söyleyin Şevket Bey. Boya dediğiniz nedir ki? Yeter ki portrem güzel olsun,’’ dedim, cömertçe.
Para konusunda yokuş yapmadığım için keyiflenen Şevket Bey:
’’Helal olsun Nazmi Bey. Sanattan anlıyorsunuz vesselam. Sanatçıya ve fikirlerine de değer veriyor, sanat adamını önemsiyorsunuz. Sizinle anlaşabileceğimizi en başından anlamıştım zaten. Boya masrafları için 1375 TL ödemeniz kâfi,’’ dedi ve kapattı telefonu.
İsimleri aklında tutmak konusunda yetersiz kalan Şevket Bey’in beyni para küsüratları konusunda uzmanlaşmıştı. Yine ’1375 TL’ gibi boktan bir rakamla şovunu yapıp hesabına yatıracağım parayı beklemek için köşesine çekildi. Ben de, Şevket Bey’le ödemem gereken boya masrafları konusunda polemiğe girmeyip bir an önce tabloma kavuşabilmek için aynı gün içerisinde 1375 TL’yi hesabına havale ettim.
Tablomun çizilmesi işini bunak da olsa, kırık da olsa, ayarsız da olsa Şevket Bey’in omuzlarına yüklediğim için gündelik hayatıma geri dönmüştüm. Şevket Bey’le görüşmemizin üzerinden tamı tamına dört buçuk ay geçtikten sonra, çarşıda dolaşırken tesadüfen Bekir abiye rastladım. Birer çay içmek için oturduğumuzda doğal olarak konu döndü dolaştı tabloma ve Şevket Bey’e geldi.
’’Ne yaptın tablo işini Hulusi? Görüşebildin mi, anlaşabildin mi Şevket’le?’’
diye sordu Bekir abi. Ben de anlaştığımızı fakat dört buçuk aydır Şevket Bey’den ses çıkmadığını söyleyince;
’’Nasıl olur? Şimdiye kadar çoktan yapmış olması gerekiyordu tabloyu. Benim bildiğim Şevket bu kadar oyalanmaz. Dur, hazır sen de yanımdayken bir arayalım Şevket’i,’’ dedi.
Şevket Bey’le görüştükten sonra Bekir abinin yüzü düşünce endişelendim. Ne olduğunu sormaya korktuğumdan, Şevket Bey’le ne konuştuklarını zamanı gelince Bekir abi anlatsın istedim. Biraz bekledikten sonra memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle konuşmaya başladı Bekir abi.
’’Şimdi Hulusiciğim, Şevket Bey tablonu çizmiş çizmesine ama ortaya çıkan resim sana hiç benzememiş. İlk kez böyle bir şey denediğinden bahsetti. Hâl böyle olunca da resim hayli kötü olmuş. Satışa sunmuş, hiç rağbet görmeyince de sinirlenip kırıp atmış tabloyu. Bu olayda senin hiç suçun olmadığından da portreni yeniden yapmak için senden boya parası talep edemiyormuş. Üç aylığı hesabına yatar yatmaz, yeniden resmini çizmeye başlayacakmış. Biraz değişik adamdır Şevket, eski kafalıdır. Emekli maaşını bile üç aydan üç aya alması da eski kafalılığından. Sen iyisi mi biraz daha
bekle. ’Yapacağım,’ dediyse mutlaka yapar Şevket. Ben Şevket’e kefilim.’’
Bekir abinin güven kokan cümlelerine inanarak ’’Tamam öyleyse. Madem ’biraz daha bekle,’ diyorsun bekleyeceğim Bekir abi. Hem, ’geç olsun da güç olmasın,’ yeter ki tablo içime sinsin,’’ deyip, kapattım konuyu.
İş yerindeki birkaç arkadaşıma da tablo konusundan bahsettiğimden dolayı sürekli tabloyu sorar olmuşlardı. Sorulardan bunaldığım için paydos saatlerinde durmadan kitap okuyormuş gibi yapıyor, olası sorulardan kurtulmaya çalışıyordum. Mesai arkadaşlarım Bülent G. ve Şuayb B.’nin ’’Şevket’i bir ara bakalım. Ne yaptı senin tablo işini şu sersem bunak!’’ baskılarına daha fazla dayanamayıp, aradım Şevket Bey’i.
Üç defa art arda aramama rağmen telefonlarımı açmadı. Aradan biraz zaman geçince tekrar aradım ama bu kez de telefonunu kapatmıştı dengesiz moruk! Şevket Bey’e ulaşamadığımı Bülent abi ve Şuayb’e söyleyince daha önce aralarında yaptıkları istişare üzerine dolandırıldığım hususunda fikir birliğine vardılar. Beni daha önce de Şevket Bey’in tutarsız konuşmalarından dolayı sık sık uyaran Bülent abi ve Şuayb’in aksine ben ’dolandırıcı’ sıfatını bir türlü konduramıyordum Şevket Bey’e. ’’Sonuçta sanatçı adam. Yaşını başını da almış. Sanat camiasında kendince de nam salmış bir ressam,’’ diyerek, sürekli içimi rahatlatıyordum.
Şevket Bey’i aramamın üzerinden üç gün geçtikten sonra bu defa kendisi aradı. Özür dileyerek başladığı cümlesini;
’’Ne deseniz haklısınız Taci Bey. Tablonuzu yapmam konusundaki anlaşmamızın üzerinden epey bir vakit geçti, biliyorum. Lakin bu zaman zarfında aksilikler de bir türlü yakamı bırakmadı. Büyükada’da yaşadığım için önce çetin kış şartları elvermediğinden İstanbul’a, boya almaya gidemedim bir süre. Sonra da borçtu harçtı derken para harcandı gitti. Şimdi diğer üç aylığımın hesabıma yatmasını bekliyorum dört gözle. Yatar yatmaz hemen boyaları alıp tablonuzu yapmaya başlayacağım,’’
dedi ve yine bana konuşma fırsatı vermeden aceleyle yüzüme kapattı telefonu . Hâlbuki aceleci davranmayıp biraz bekleseydi, mutlu hayatımın içine ettiği için kendisine teşekkür edecektim. Çünkü mutluluktan sıkılıp mutsuz olmak için şartları zorlayan bendim. Böyle olunca da Şevket Bey amaç değil, basit bir araç olmuştu mutsuzluğum konusunda. Mutsuzluğuma giden duble yolda basit bir araç...
İş yerine gittiğimde Bülent abi ve Şuayb’e haklı olduklarını söyleyip ’’Galiba dolandırıldım,’’ dedim. Fakat hâlâ, ’’Galiba dolandırıldım,’’ söylemim ikisinin de hiç hoşuna gitmedi. ’’Ne galibası ya? Halen ne galibası Hulusi? Bu şerefsiz bunak düpedüz dolandırıcı işte. Buna kefil olan şu Bekir abine bir telefon et bakalım. Durumdan bahset. Ne yapabiliriz gibisinden bir ağzını ara o dürzünün,’’ dediler. O anlarda, çemberin içinde olduğumdan sağlıklı düşünemiyordum. Bülent abi ve Şuayb de fikirleriyle önümdeki barikatları kaldırıp yolumu açıyorlardı.
Bekir abiyi aradım ama umduğum gibi bir telefon konuşması geçmedi aramızda.
’’Vallahi ne desem bilemiyorum Hulusi kardeşim. Şevket şerefsizine kefil oldum ama beni de çok şaşırttı, inan. Artık baktın olmuyor, hukuki yollarla hakkını ara. Beni de durumdan haberdar edersen sevinirim,’’ deyip sıyrıldı işin içinden.
İşe güce kanalize olmayı deneyip birkaç ay aramadım Şevket düzenbazını. Şevket de geçen süreçte bir kez olsun beni aramadı. Soğuk bir savaş oluyordu aramızda. Yaşlı bunak sanat ayağına 4625 TL paramın üzerine yatmıştı. Gayem mutsuz olmaktı belki ama, enayi yerine konulmak değildi. Dolandırıldığımı hazmedemiyordum. Hele ki yaşlı bir moruk tarafından dolandırıldığımıysa düşünmek bile istemiyordum. Katil olmak işten bile değildi.
Aradan sekiz ay gibi bir zaman geçince dayanamadım tekrar aradım Şevket şerefsizini. Özür dileyip alttan alacağı yerde dayıvari konuşup ’’Elinden geleni ardına koyma. ’Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın,’ dedi ve ’’Sanki paran kaldı. Sanki kaçıyoruz. Ne paragöz adammışsın sen Recai,’’ deyip, yeniden yüzüme kapattı telefonu. Beşikten mezara kadar sövdüm Şevket’e.
İş yerinde yine kitap okuyormuş gibi yaptığım bir paydos vakti esnasında Bülent abi ve Şuayb yanıma gelip Özdilek Sanat Merkezi’ndeki resim sergisi broşürünü attılar masama. ’Bunlar şaka hususunda iyice gemi azıya aldılar, benimle bildiğin eğleniyorlar,’ diye düşünüp, broşürü buruşturup çöpe attım. Bu tavrıma kızan Bülent abi söylenerek uzaklaştı yanımızdan. Şuayb ise çöpten broşürü aldı ve serginin ’onur konuğunu’ gösterdi sol işaret parmağıyla: Şevket Şekercigiller...
Şevket düzenbazının Tepebaşı Belediyesi’nin davetlisi olarak, üstelik de ’onur konuğu’ olarak Özdilek Sanat Merkezi’ne geleceğini öğrenince içimdeki çocuk yeniden parklara koştu, gökyüzü daha bir mavileşti. Yıllar sonra tekrar denize açıldı küskün balıkçılar, yeryüzüne barış geldi... Ben de bu iyi haberden sonra sımsıkı sarılıp kucakladım Şuayb’i.
Şevket’in Özdilek Sanat Merkezi’ne geleceği günün bir gün öncesi son bir kez Bekir abiyi aradım. Şevket’in Eskişehir’e geleceğini bilip bilmediğini öğrenmek istiyordum. Sıradan sohbetimizi yaptıktan sonra telefonu kapatmaya yakın ’’Yarın Özdilek Sanat Merkezi’nde resim sergisi varmış Bekir abi. Oraya gideyim diyorum. Belki bu defa dürüst bir ressamla anlaşıp tablomu çizdirme olanağım olur,’’ dedim. Attığım yemi havada kapan Bekir alçağı:
’’Sergiden haberim var Hulusi. Hatta Şevket’in vesilesiyle haberim oldu. Geçenlerde arayıp ’26 Mayıs’ta Eskişehir’e geliyorum Bekir. Özdilek Sanat Merkezi’nde sergi var. Ben de onur konuğu olarak katılacağım. Ona göre yap hazırlıklarını. Sergi bitince bir yerlere gider, efkâr dağıtırız,’ diyerekten beni haberdar etti,’’ dedi.
Şevket’le aramızdaki husumetten en ince detayına kadar bilgisi olan Bekir’in beni aramayıp, Şevket’in Eskişehir’e geleceğinden beni haberdar etmemesine ifrit oldum. Nevrim iyice döndüğünden ’’Adam mısın Bekir sen? Sen ne karaktersiz biriymişsin ulan! Şevket’in geleceğini bildiğin hâlde, bana yaptığı yamuğu bildiğin hâlde, kendin bile ’tanıyamamışım demek ki, şerefsizin tekiymiş,’ dediğin hâlde, ben aramasam Şevket’in yarın geleceğini bana söylemeyecektin. Senin Şevket şerefsizinden ne farkın kaldı şimdi? İnsan mısınız lan siz?’’ dedim ve Bekir’in yüzüne kapattım telefonu.
Perşembe günü mesai bitimi hiçbir yerde tutunamadım. İçimdeki öfke o denli büyüktü ki her yer ufak geliyordu. Hiçbir yere sığamıyordum. Dile kolay, cuma günü geliyordu Şevket şerefsizi. Şehrime, avuçlarımın içine geliyordu. Üstelik ödüllendirilmek için...
Cuma iş çıkışı doğruca Özdilek Sanat Merkezi’nde aldım soluğu. Konferans salonu oldukça doluydu. Broşürlerdeki ’onur konuğu’ resmi, zanlının robot resmi olmuştu benim için. Kürsüdeki toy ressam ’Resim Sanatı’nın Geleceği’ üzerine bir konuşma yapıyordu ama ben oralı bile değildim. Ben; kaptırdığım paranın, aptal yerine konulmamın, dolandırılmamın, kısacası kendi geleceğimin derdindeydim. Salonu etraflıca taradıktan sonra en ön sırada soldan üçüncü sandalyede oturan adama dikkat kesildim. Yanındakiyle hararetli biçimde bir şeyler konuşuyordu. Yan profilden gördüğüm ihtiyara biraz daha dikkatli bakınca, ihtiyarın Şevket şerefsizinin ta kendisi olduğunu anladım.
Gündüzleyin iş yerindeyken, Bülent abi ve Şuayb’le öğle arasında konuşup anlaştığımız gibi hiç zaman kaybetmeden ilk olarak Bülent abi ve ardından da Şuayb’i arayıp Şevket şerefsizinin salonda olduğunu haber verdim. Yalnız başımayken bir delilik yaparım diye korktuklarından onlar da yanımda olmak istemişlerdi. Ardından, tekrar Şevket’i göz hapsinde tutmaya devam ettim. Bir ara, Şevket’’in yanında oturan ve hararetli bir biçimde konuşmalarına tanıklık ettiğim adam beleş ikramlardan nemalanmak için çay ve kuru pastaların olduğu masaya doğru hareketlenince ’fırsat bu fırsat’ deyip bir anda adamın yanında belirdim.
’’Merhaba. Siz Şevket Bey’in arkadaşı olmalısınız. Rica etsem kendisine söyler misiniz, beş dakikalığına bahçeye kadar çıksın.’’
’’Pardon da, gördüğünüz gibi adamın çayını bile ben ayağına götürüyorum. Ki farkında mısınız bilmem ama Şevket Bey üstadım bu organizasyonun onur konuğu.’’
Adamın Şevket’i övgülerle gökyüzüne çıkarmasına daha fazla dayanamayıp sert bir tavırla:
’’Yedirme bana şimdi organizasyonunu da, Şevket Bey’ini de, onur konuğunu da. Git ona, onu dışarıda beklediğimi söyle. Niyazi sizi bahçede bekliyormuş de, o anlar. Portresini çizmediğiniz, dolandırdığınız Niyazi...’’
Adam, Şevket şerefsizine mesajımı iletirken ismimi Hulusi de dese, Şevket’in bana yine başka bir isimle hitap edeceğini çok iyi bildiğimden bu defa ismimi bilerek yanlış söylemiştim. Zaten benim paralar da ne şehit ne gazi olduklarından durumuma en uygun isim Niyazi’ydi.
Bahçede Şevket’i bekliyorken Bülent abi ve Şuayb de gizlendikleri kolonların arkasından sivil polis gizemiyle beni izliyorlardı. Operasyon için herkes yerini almıştı. Biz, üç kişiydik: Bülocan, Şuaybcan ve ben; Suphi. Ha Hulusi, ha Sururi, ha Suphi. Şevket şerefsizinin yüzünden artık ismimin de bir hükmü kalmamıştı.
Çok geçmeden Şevket çıktı salondan. Merdivenlerden indi ve bahçede, tam karşımdaki yerini aldı. Beti benzi sararmış, titriyor ve ne yapacağını bilmez bir tavır içerisinde yüzüme bakıyordu.
’’Yaaa Şevket Efendi gördüğün gibi dünya küçük. Telefonda attığın yalanları, cesurca yaptığın konuşmaları, atıp tutmalarını bir de yüzüme karşı yap da göreyim. Seni dinliyorum,’’ dedim.
Konuşmadan önce etrafına dikkatlice bakınan Şevket düzenbazı güvenlik görevlisini görmüş olacak; sesini yükselterek:
’’Sen ne diyorsun be adam! Ettiğin küfürleri aynen sana iade ediyorum. Ben ki mesleğe kırk yılını vermiş, kimlere ne tablolar çizmiş usta bir ressamım ama bu zamana kadar senin gibisini hiç mi hiç görmedim,’’ dedi ve mağduru oynadı.
Güvenlik görevlisi bize doğru yaklaşmakta iken Bülent abi koluna girip güvenlik görevlisini büyük bir ustalıkla yanımızdan uzaklaştırdı ve ağırbaşlılıkla durumu izah etmeye başladı. O esnada Şuayb de gizlenmiş olduğu kolonun arkasından çıkıp yanımıza gelince Şevket düzenbazı kekeleyerek konuşmaya, af dilemeye başladı.
Ben Şevket’le konuşuyorken nasıl olduysa Şuayb Şevket’e bir yumruk attı ve adam dimanitlenen bir bina gibi ayak uçlarıma devrildi. Ben de o an galyana geldim ve içimdeki canavar ortaya çıkınca Şevket’in üzerine çullandım ve Şevket’i yumruklamaya başladım. Sonra Şuayb sakinleşti, beni Şevket’in üzerinden aldı ve Şevket’i ayağa kaldırdı. Sonra Bülent abi geldi kibar kibar konuşmaya, orta yolu bulmaya çalıştı. Şevket yine küstahlaşınca bu defa da Bülent abi adamı yere yıktı ve tekmelemeye başladı. Şevket’e acıdığımızdan Şuayb’le birlikte, Bülent abiyi Şevket’in üzerinden aldık. Sonra çok geçmedi üçümüz de aynı anda Şevket’i dövmeye başladık. Adam perişan bir hâldeyken:
’’Şurada bankamatik var. Paranızı çekip ödeyeyim Hulusi Bey,’’ dedi.
Dayak işe yaramıştı. Şevket hem paramı ödemeyi kabul etti, hem de ismimi hatırlayıp bana gerçek ismimi tekrar geri bağışladı. Paramı aldıktan sonra Bülent abi ve Şuayb’le ufak çaplı bir kutlama yaptık. Tablo fikrimden de vazgeçtim.
Ve asıl olarak o gece bana öğretti ki; insan öfkelenince sakinleşede- biliyormuş, deliredebiliyormuş, kontolünü de kaybedebiliyormuş, kontrolünü kaybedeni de sakinleştirebiliyormuş, almak istediğini de alabiliyormuş ve daha pek çok şey...
O gece normalde hep sinirli olan Şuayb ilk başta gerçek kimliğindeydi sonra en sakinimiz o oldu. Normalde son derece mülayim bir insan olan Bülent abiyi ise gece boyunca yatıştıramadık. Ben de yaşantım boyunca kararında sakin ve öfkeli birisi olmama rağmen o gece bütün duygularımı en uç noktalarda yaşadım. Herkesin içinden başka başka kişiler çıktı.
Gecenin final sahnesindeyse külhanbeyi havalarında gezinen, ona buna caka satan Bekir döneği bahçedeki patırtıyı duyunca evvela salondan çıktı. Sonra baktı ki Şevket’i bir güzel benzetiyoruz, merdivenlerden hızla inip bir gölge gibi ortalıktan kayboldu. Bekir de içindeki korkağı ortaya çıkardı, külhanbeyini ise azat etti. Herkesin içinden iki üç farklı insan çıktı. Sahiden o gece, o bahçede kaç kişi vardı?