- 672 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
gül kokusu
Zaman, zaman ağlamanın, çölleşen yüreğimize hayat ikram ettiğine inanmışımdır hep. Benim kadar sulu göz olmak lazım mı bunu bilmiyorsam bile uğruna ağladığım hiç bir şeyin beni çürütmediğini biliyor, belki de aczimin zaferi saydığım, gözyaşlarıyla her kırıldığımda, kırıldığım yerden yeniden yeşeriyordum. Savunmaları sevmem ben. Şahidi Allah olan şeyin, savunması olur mu hiç.
O biliyorsa kimsenin bilmesine gerek yok dedikçe yanan canım, yandıkça yeşeren yanıma eşlik eder ağladığımda, En sevdiğim şey yalnızlık birde, zira insan, kendi kalabalığından her kurtulduğunda O’nun huzurunda olduğunu hatırlıyor. Masiva diye, bildiğimiz; Allah’dan gayri her şeyin, şu ya da bu şekilde bizi ağlattığından da eminim . Zaman zaman her birimiz bir kuytuda ağlamaya çekiliriz masivamız sebebiyle. Çünkü Allahtan başkası bilsin istemeyiz ağladığımızı. Çünkü O; bizi aşağılamaz.
Başımıza kalkmaz güldüğümüzde gözyaşlarımızı. Her defasında kapısına gerekli gereksiz gittiğimizde kovmayacağından emin olduğumuz yegâne sahibimizdir O bizim.
Neye ve niye ağladığımızı bildiğini, bilmenin verdiği güven hissi ile ağlarız feryat figan.
Açıkmış bir bebeğin feryat ederek “gel beni emzir” diye ortalığı inlettiği gibi inletir bu halimiz atmosferi. O’nun, ağlayan kuluna imdat eli kat, kat üstündür annelerimizin kinden.
Sahi annemiz bile “zırlama, patlama, geldim, yeter artık, al zıkkımlan, ömrümü yedin ” eşliğinde emzirir bizi bazen. Ama O ne zaman gitsek ve onu ne kadar ihmal etsek, ne kadar avaz, avaz bağırsak hatta isyan etsek. Vaadinden dönmez. Söylediği gibi hep şah damarımızdan daha yakındır bize. Her halimizi bilir ve her vereceğini kendi hazinesinden karşılıksız olarak verir. Üzerimize rahmet ve şefkat eliyle dokunur bilmediğimiz mahiyetsiz bir biçimde. O dokundukça mı yağıyor yoksa yağmurda bulutlardan, bilgim yok. Böylece fikrin birinden diğerine savruluyordum kimsesizlerin Kimsesinin yanımda olduğunu bilerek.
Önce kafatasımın karıncalandığını hissettim. Ardından üzerimdeki meşe kaplı tavanın ses çıkarmak istemiyormuş gibi zorlanarak ikiye ayrıldığını. Yırtılan tavandan gökyüzü ve oradaki yıldızlara değdi bakışlarım, engin bir karanlık içinde yüzen yıldızlara baktım. Ne kadar küçükler diye geçti aklımdan. Sonra küçük olan yıldız değil senin görüşün diye müdahil oldu aklım. Kusur yıldızda değil ona bakan gözdeydi. Utandım. Kalbimin en derin yerinden, iniltili bir hissedişle."affet" Allah’ım" affet" dedim. Utancım geceyi elimden almış, o arada, henüz kapanmış olan çatı aralığından minik bir yıldız sıyrılmıştı içeri. Odada evham dağıtan bir esinti, yüreğimde meltem tadında bir serinlikle yüzüne baktığımda, anladım. Onun yıldız olmadığını.
O gelmişti yine. Zaten hiç gittiği yoktu da içimden. İçimdeyken canımı yakan bir duruşu vardı hep. O Unuttuğumda kendini hatırlatan, hatırlattıkça kanatan, kendisinin kabahatlisi olmadığı bir duruşa sahip. O’nun gece ziyaretleri daha hoştu. Bu duruşundan.
- Zeynep ?? Dedim.
Hayranlıkla hayret arası bir tondaydı sesim. Ve sevincim seziliyor olmalıydı ki
- Efendim.
Dedi. Utangaç yüzünü yere çevirirken kızıl ve pembenin hemen her tonu raks ediyordu yüzünde. Utanmasına gerek olmadığını bildiğimden
- Hayırdır? Gök kuşağına benziyor yüzün. Diye sordum.
Henüz bir kaç günlük tırnaklarının başına taç giymiş prensesleri andıran, iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek, yüzünü sevimli bir eda ile buruşturdu. Sonra, kafasını nazlı bir şekilde sağ tarafına doğru çevirerek.
- Kızdın mı bana? Diye sordu. Sanki kızılacak biriymiş gibi.
- Yok diye bildim sadece. Yok. Neden kızayım ki hem.
- Hani dün öyle aniden, Şey yani ne bileyim. Verdiğim Cevabı beğenmeyince sen, İşte öyle. Diye noktaladı.
Neticesinde hiç bir anlam olmayan ama Vücut dilinin ansiklopediye çevirdiği cümlesini. Önce biraz naz etmek istedimsede beceremedim. Daha çok kıyamadım sanırım tebessüm ederek
-Hoş geldin. Dedim. O’ da otura bilirmiyim diye baktı gözlerime ve anlaştık.
- Hadi başla bakalım bay bilmiş. Dedi tebessüm ederek.
O’na bir sınır çizemiyordum. Hitap etmesi, etme şeklinden daha azizdi sanki.
Onun ağzından çıkacak hiçbir kelimenin hakaret ya da aşağılama olmayacağından o kadar emindim ki.
Bir evlat annesinden, bir baba yavrusundan bu kadar emin olamazdı. Uzatmadım. Nereden başlamam gerektiğini sordum.
- Oku. Ne demek onu açıklayacaktın ya? Yani okumanın ne olduğunu izah edecektin güya.
Sesindeki aşağılamayı hissetsem de ruhumu okşuyor incitmiyordu beni.
- İyi otur bakalım o zaman diyerek. Başladık
Bu defa ben açıklayacağım sen sadece dinle ve itirazlarını ilet ve sorduklarıma yorum yapmadan cevap ver lütfen. İçtenlikle Peki derken gözlerini usulca kapatıp açtı yeniden. Merakla dudaklarıma bakıyordu. Çıkan her harfi yutacağından emindi bakışları ki, bu iştiyakın olmadığı kimsede hiç bir şey de inkişaf etmezdi zaten. Dün kızıp gitmesinin sonradan dönüştüğü pişmanlık bu gece ilme talip kılmıştı, onu sanırım. Anlatacaklarımı daha iyi anlasın diye önce kendisine sorular soracağımı ve her soruya doğru cevabı buluncaya kadar kendisini yoracağımı söyledikten sonra.
-Sıkılmak, bıkmak, usanmak yok. Söz mü? Diyerek kendisinden aldığım söz üzerine başladık konuşmaya.
- Neydi şiirimiz. Önce onu bulalım. Hah burada diyerek uzanıp kitabı alıp kıtayı okudum. Pür dikkat dinliyor muhtemelen de sesimin ne kadar yaşlı ve gürültülü olduğunu düşünüyordu.
Ben, yaşayan biriyim, ne ölüyüm ne diri
Çöküvermiş zamanın gırtlağıma elleri
Yemek yiyip su içip ben sanırken semiren
Hem semiren o imiş hem de beni kemiren. Okudum ve bitince sordum
- Ben. Nedir?
-İnsaaann ?
-Değil.
Yine gözleri iri, iri olmuş, yüzü anlamını yitirmiş öylece bakıyordu. Bakışlarında merak vardı sadece. Devam etti.
- Yani birinci tekil şahıs.
- Hayır. O da değil
- Ya sen nasıl sensen; Bende işte öyle benim. Ne var bunda anlaşılamayacak.
Derken sesi biraz kabalaşmış olsa da içinde demin ki meraktan başka bir şey yoktu, sesin
- O zaman şöyle sormayı deneyeyim. Taş, Dolap, Halı, Kilim, Kazan vesaire. Bunların dili olsa ve Onlardan birine sorsan “Ben” Ne demek diye. Sana ne cevap verirdiler.
-Eminim İnsansın. Derlerdi.
Bu cevabı beklemiyordum. Önce şaşkınlık içinde bocaladım sonra kendimi toparlayarak
ve biraz da belki onun cahilliğine gülerek, soruyu değiştirdim.
- Kazanın, kendisini kast ederek sorduğunu bilerek, sor ve cevabını kazanın dilinden ver.
Yani kazanı oku.
Şimdi şok olma sırası ona geçmişti.
- Nasıl yani? Bom boş bir ifadeyle bakıyordu yüzüme. Anlamsız yüzündeki şaşkınlık
Alçıdan bir bebeğin yüzü kadar hareketsiz bir o kadar berraktı.
- Vallahi anlamadım? Nasıl kazanın dilinden konuşayım. Nasıl okuyayım kazanı?
Ya sorumu anlamıyordu. Ya da her şeyi bildiğini sanıyordu. Bu iki şıkkın dışında izahı yoktu bu halin.
- Kazan ne? Biliyor musun?
- Evet.
- Neden yapıldığını?
- Nasıl yapıldığını
- Eh işte. Babamların çocukluğunda bir demirci varmış. Babam orada zaman, zaman görmüş, evde o anlatırdı. Ben de az çok tahmin ediyorum.
- O zaman bir yerden başla kazanın Ben olduğu zamana kadar geçirdiği evreleri. Birden gözlerinde ışık belirmiş ne denek istediğimi anlamıştı. Hemen başladı
- Demir bir ateşte ısıtılarak Diye başlamıştı ki sözünü kesip, biraz daha geriden almasını söyledim.
Saçlarını soldan sağa doğru hafifçe savurarak, haklısın der gibi bir bakış atıp yeniden başladı
- Önce dağlardan demir elementi olan toprak alınarak bir fabrikaya götürülür.
Dedi ve durdu.
- Daha geri gitmemi istemezsin herhalde değil mi?
-Hayır, buradan başlamış olman kâfi. Yola gel şöyle bakışları altında devam etti kaldığı yerden.
- Orada bazı işlemlerden geçerek topraktan ayrıştırılarak sırf cevher elde edilir.
Sonra eriyen cevher muhtelif kalıplara dökülerek şekiller halinde stoklanır.
Kazan yapmak isteyen biri gelip bu demiri alır ve aaaaaaaaaaa! Anladııııımmmm! Diye bağırdı birden
- Neyi anladın?
- Ben olmayı anladım. Anladığını görüyordum gözlerinden.
- Tabii ya nasıl düşünemedim. Nasıl ki kazan kendini inşa edene borçlu ise “Ben” de öyle bir şey.
Hiç ses çıkarmadan onu dinliyordum o da ben orda değilmişim gibi sadece konuşuyordu.
- Yani anne ve babanın, bensiz seçildiği bir yerde "Ben" olamaaaazz! Hatta. Kimse ve hatta hiç kimse
Aslında kendisi değil. Yani kendiside; Tek başına kendisi değil.
Önce hayat bulması sonra doğması ve büyümesi, ardından sosyal çevresi, okulu, etkilendiği olaylar.
Saf aklın etkilendiği ekoller, aman Allahım daha neler, neler. Bildiğimiz kelimeler, onlara yüklediğimiz anlamlar ve senin de dün dediğin gibi içini kendimizin doldurduğu kavramlar, aman Allahım. Bu nasıl bir engin deniz ki, biz içinde zerreyiz. Aman Allahım aman Allahım! Derken iki elini kapattığı yüzünden az aşağı çekerek araladığı gözleri dehşet içinde bana bakıyordu. Sanki bir nefeste tüm âlemi içine çekmişti de yutkunamıyordu. Dışarı çıkmak üzere olan gözlerinde gözbebekleri büyüyor, muhtemelen acı çekiyordu. Bu kadar bilginin birden bire farkına varmış olması, yaptığı bazı hataların farkına varmasını sağlamıştı onlar geçiyordu zihninin derinliklerinden. Yok, yok gitmem lazım benim, hemen gitmem lazım. Diyerek kalktı yerinden. Çoktan unuttuğu beni, yine odanın karanlığına terk ederek uçmuştu. Kendi kendime, düşündüklerinin onu terlettiği hükmüne vardım. Zira her tarafta gül kokusu vardı.
YORUMLAR
Utancım geceyi elimden almış, o arada, henüz kapanmış olan çatı aralığından minik bir yıldız sıyrılmıştı içeri. Odada evham dağıtan bir esinti, yüreğimde meltem tadında bir serinlikle yüzüne baktığımda, anladım. Onun yıldız olmadığını.
O gelmişti yine. Zaten hiç gittiği yoktu da içimden. İçimdeyken canımı yakan bir duruşu vardı hep. O Unuttuğumda kendini hatırlatan, hatırlattıkça kanatan, kendisinin kabahatlisi olmadığı bir duruşa sahip. O’nun gece ziyaretleri daha hoştu. Bu duruşundan.
Şunu farkettim siz zeynepten bahsederken başka türlü yazıyorsunuz.zeynep de bir büyü olmalı.bilmiyorum kızınız mı ama benim bir kızım var adı zeynep.birgün bahsederim ben de belki.o pek sevmez böyle şeyleri ama.belki benim de kalemimin seyri değişir.
Siz bana kardeşim diyorsunuz ben de size abi diyeyim o zaman.Ben ifadelerinizi çok güçlü buluyorum.
yeğinadnan
cümle evlatları Allah bağışlasın Önce anne ve babalarına sonra kendi evllad-ı-iyaline. Hayrolsunb akşamınız. Bu gün siteye girmek nasip olmadı şu ana kadar .:)