- 959 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
ARTOS DAĞININ ARDINDA
Çatak,Doğu Anadolu’nun küçük bir kasabası.O bölgedeki her kasaba gibi ürkek çekingen,ketum,fazla mütevazi,ve kaderine terkedilmiş. Babamın ilk tayin yeri. Babam neyle,nasıl bir coğrafyayla,hangi tabiatta insanlarla karşılaşağını bilmediğinden olsa gerek,sabırsız, huzursuz,tedirgin.Biz yükümüzü onun omuzlarına yüklemiş olmanın rahatlığıyla heyecanlı,huzurlu,umutlu ve sevinçliyiz.
Babamin kaderi bizim de kaderimiz. Turnaların en önde gideni o ve hep yol açanı.Göç güzergahını belirlemek,
fırtınaları hesaplamak,kara kışa yakalanmadan yolu bitirmek ve sonrasındaki göçün nereye olması gerektiğini düşünmek hep onun işi.Bizler babamın açtığı o yollarda akıntıda sürüklenen gamsız ve mutlu göçmen turnalarız.
Annem genç bir anne.Bulunduğu köyün dışına hiç adım atmamış.Bu onun içinde büyük bir macera ve umut yolculuğu.Yıllardır büyük ve kalabalık bir evden sonra kendi çekirdek ailesiyle oturacağı Küçük bir yuva.yeni bir coğrafyada yepyeni insanlar,yepyeni bir hayat.Heyecan dolu ,umut dolu,bir yolculuk.Sırtını erkeğine dayamış olmanın verdiği huzurla karışık mutlu bir yolculuk.O da bizim kadar mutlu,o da bizim kadar çocuk...
Otobüse ilk binişim.Evimden ilk ayrılışım.Oldukça uzun yollar aşıyoruz.önce kıvrımlı,sonra dümdüz,sonra yeniden kıvrımlı.Yolların ardı arkası kesilmek bilmiyor.Dağlar çıkıyoruz,yokuşlar iniyoruz.Bir ara keklikler kaçışıyor dere boylarından dağın eteklerine.Sonra yine dümdüz.Rüzgarlarda saçları savrulan selvilerin yanlarından geçiyoruz.Bazı yolların iki tarafı alabildiğine selvilerle dolu.Öylesine güzel görünüyor ki her geçtiğimiz yer bana, bir düş aleminin içinden geçiyormuşum gibi geliyor.Gün batımını da,gün doğumunu da ilk,görüşüm.
Yolumuz ilerledikçe coğrafya değişiyor.Artık yollar alabildiğine düz.Ağaçsız ağaçsız kocaman araziler.Bodur çalılıklar bile yok.Ara ara bir kaç yaşam belirtisi gösteren köylerde olmasa buralarda insan yaşayacağına ihtimal veremiyor insan.
Ağaçsız ve denizsiz bir yerde insan nasıl yaşar,çocuk aklım bunu bir türlü almıyor.Uzun bir zaman ağaçsız yollarda ilerliyor otobüs.
Yol boyunca tek bir ağaç görmüştüm. Sanırım o da bir dilek ağacıydı.Üstüne rengarenk çaputlar bağlanmış büyükçe bir arazinin orta yerinde bir başına bırakılmış...
Yol ilerledikçe ya mevsim kışa dönüyor ya da otobüsün kliması kısılıyor olmalıydı. Zaten sıska olan vücudum soğuğun da etkisiyle iyice büzülmüş,iyiden iyiye sıskalaşmıştı.
Poğaça,peynir,turşu,köfte ve bilmem daha ne türlü katıklar eşliğinde devam eden otobüs yolculuğu sona erdiğinde nihayet geldiğimizde inanamıştım.Ne kadar da uzun bir yolculuk olmuştu.Benim hayallerimin çok çok ötesinde masalımsı bir yolculuk.
Mahallede bazen pencereden bakarken görebildiğim en uzak tepede dünyanın bittiğini zannederdim.Bu yolculuk bana o tepeden sonra başka tepelerin de başladığını,sonra o bitince ardınca başkalarının da başladığını öğretmişti.
Zannettiğimden daha büyük,çok daha büyük bir dünya...
Şüphesiz ki bu yolculuğun bittiğine en çok annemle babam sevinmişti.Kucaklarında ikiz denebilecek kadar yaşları yakın iki çocukla onca yolu gelmek kolay olmasa gerekti.
Çatak, küçük,sevimli bir kasabaydı.Köy minübüsünün içinde bizim yabancı olduğumuz alnımızdan okunuyormuşcasına herkes hoşgeldiniz diyordu.Bir ara babamın bu insanları tanıdığına kanaat getirdim.Minübüs de istiflenmiş Van peynirleri gibi üstüste yığılmış bir sürü insan vardı.Ama herkes bu durumu öylesine kanıksamıştı ki şikayet şöyle dursun,herkes mütebessim bir çehreyle etrafına bakınıyordu.
Kılık kıyafetleri,konuşma tarzları benim büyüdüğüm mahallede ki insanlara hiç de benzemiyordu.
Bu coğrafyalar ,bu insanlar,ne kadar da garipsemiştim hepsini.Benim dünyama ne kadar da uzaktılar.Ama işte şimdi ben bu dünyanın içindeydim.
Kıvrımlı ve sürekli tırmanan bir yoldan ilerledik.Bu yol boyunu hiç hatırlamıyorum.Hatıramda kalan tek şey yolun kenarında,kerpiçten,beyaz badanalı fazlasıyla izbe,fazlasıyla ketum duran duvarları delik deşik olmuş tek pencereli bir kulübe olmuş.
Köye geldiğimiz de iki odalı ,köyün diğer evlerinde farklı olarak taş malzemeyle yapılmış,mütevazi,sevimli bir lojmana yerleştik.Okul da lojmanın dibinde,oldukça yakındı.Okulun eve yakın olması benimde okula erken başlamam için bir neden oldu. Benim çocukluk günlerimin en çok özlemle anacağım yıllarından bir kısmı da burda geçti.
Ailemizin bu köye,bu insanlara alışması tahmin edebileceğinizden daha kısa sürdü.Babam öğretmen olduğu için köylüler ona fazlasıyla saygı duyuyor,her ihtiyacımıza koşuyorlardı.Memurların ancak sürgünle doğuya gönderildiği o yıllarda kendi rızasıyla hizmet etmeye gelmiş bir memura saygı göstermenin gerekliliğine inanıyorlardı.
Birbirlerine göstermedikleri ilgi,şefkat ve ihtimamı bize fazlasıyla gösteriyorlardı.
Ailemizin her ihtiyacına yetişiyorlar,
köylerinde yetişen her üründen bizleri de fazlasıyla nasiplendiriyorlardı.
Öğretmen hanımı olmanın lüks olduğu o yıllarda hatırladığım kadarıyla annem bu imtiyazıyla hiç öne çıkarmadı kendini. Mütevazi olmayı,köylü kadınların hamurunda ayrışmadan yoğrulmayı büyük bir ustalıkla becerdi.Annemin o inanılmaz insan diyaloglarını unutmak mümkün değil.
Onun tandırın başında öyle bir aşina oturuşu olurdu ki bilmeyenler yüzyıllardır bu toprakların emzirdiği bir köylü güzeli sanıverirlerdi onu.Evet esmerliği benzemiyor değildi bu toprak insanına da konuşmasını duyanlar anlardı başka bir toprağın gülü olduğunu ve rüzgarlarla taa buralara savrulduğunu.
Tandırın başında geçen o sıcacık sohbetler.Tandırın duvarına yapıştırılmış ekmekleri almaya uzanan eller kadar sıcacık ve kor yürekler.Buğulu sıcacık ekmeğin arasına katılan otlu Van peynirinin birbirini bütünleyen o lezzeti. kaçak çayın koyu deminden daha da fazla demlenen,uzayıp giden muhabbetler.Boşalıp dolan bardaklar.Boşalıp dolan tandır.Tandırdan yüzüme çarpan tezeğin genzimi yakan buğusu.
Bizi çocuğuz diye çok da nasiplenemezdik çaydan ama çay içen suretlerdeki hazzı seyretmekte ayrı bir zevkti benim için.
Allah’tan ekmek ve peynirde bu hanımlar çayda yaptıkları cimriliği yapmazlardı da doyum döküm yerdik.
Köylü çocukları bir koluyla sıra için arkadaşlarını tartaklarken,diğer kollarına burunlarını silip şöyle bir elbisenin kollarını parlatmayı da ihmal etmezlerdi.Boya ve cilası tamamlanan elbiseler üzerine vuran güneş ışığının suda yakamozlanması gibi oyunlar oyadıkça kalabalığın içinde daha bir dikkat çekerdi de sıra onlara daha evvelce gelirdi sanki.
Ben her zaman onlardan biraz daha imtiyazlı olurdum. İlk ekmeği kapabilirdim mesela.ya da peynirden bir dilim fazla.ya da ilk sıra.Okulda da oyunlarda baş kahraman.Zannımca bu imtiyazim babamın öğretmenleri oluşuyla ilgiliydi.
Annem de en az benim kadar zevk alıyor olmalıydı ki bu tandır muhabbetlerinden,
tandır sönmeden anneminde muhabbet mumu sönüp bitmek bilmezdi.
Tandırın sönmesiyle birlikte üstüste yığılan bilmem kaç günlük ekmek işi aradan çıkarılmış olurdu.Ekmek denklerini bir koltuğunun altına alan kadınlar,hakedilmiş gururlarını da diğer koltuk altlarına sıkıştırarak
Kabara kabara yürürlerdi.
Annem de mecburen ayrılırdı tandırın sıcak halesinden.Bir sonraki yakım zamanını hasretle,sabırsızlıkla beklerdi,benim gibi.
Köylü kadınların ekmek işleri nihayete erince,su işleri başlardı.kalçasına güğümünü vuran ,koluna su bidonunu takan hoop diye köyün çeşmesinde alırdı soluğu. Sırada bekleme alışkanlığı olmayan kadınlar arasında ara sıra çemkirmeler olurdu,muhtemelen birbirlerine küfür de ederlerdi de bereket versin ben dillerini anlamıyordum işitme haber bülteni izliyormuş gibi hareketlerine bakarak ne demek istedikleri hakkında bir kanıya varıyordum.Bazen de arkadaşlarıma telaffuz ettiriyordum.Çesme başında da en sona çocuklar kalıyordu.Ellerindeki küçük bir bidonu doldurmak için dakikalarca bekliyorlardı.Benim su taşımak gibi bir görevim yoktu.Çeşme de tandır gibi benim için seyirlik mekanlardı.
Çeşme başlarında hikayelerde anlatıldığı gibi büyük ve romantik aşklar olur muydu bilemiyorum.Zira ben onları ne gözlemleyebilecek ne de anlayabilecek yaşlarda değildim o zamanlar.Ama o çeşme her nedense içimde akıp durmuş ve suları bugüne kadar ulaşmış.
Çeşmenin aşağısında bir yol anımsıyorum.Yolun her iki yanı erik ağaçlarıyla dolu olmalı.Hafızam da öyle kalmış ya da ben uyduruyorum bilemedim.Çünkü böyle bir yol varsa ağaçları olmalı,eriklerle dolu ağaçları olmalı değil mi.
Köy çocukları ne yaparsa ben aynısını yapardım.Ağaç tepelerine keçi gibi tırmanırdık.
Badem ağaçlarının gövdelerinde ki reçineleri ellerimizin üzerine yapıştırıp tatlı niyetine yediğimizi,ot gibi bir şeyi toplayıp tuzlayıp yediğimizi de anımsıyorum.O lezzeti yıllarca hatırlayıp durdum.
Bir gün Erzurum da öğretmenlik yaparken öğrencilerimin o otu topladığını görünce heyecanlanmıştım.Ve öğrencilerimle beraberce yedim ben de.Hiç te sandığım gibi lezzetli değildi.Resmen ot yiyordum.Çocuklar memnuniyetsiz yüz ifademe bıyık altından gülüyorlardı.Muhtemelen nasıl böyle bir tadı beğenmediğimi düşünüyorlardı.
Çocukluk denen zamanlarda ağzın bile bir başka tadı olmalıydı.
Babamla ,imamın keklik avına gidişleri ayrı bir macera olurdu benim için.Ava giden babamın başına kaza bela gelir mi acaba diye düşünecek kadar büyük değildim.Ben av dönüşünde yiyeceğimiz lezzetli keklikleri düşünürdüm. Babam her seferinde en az dört beş keklikle dönerdi.Bizim için büyük ganimetdi doğrusu...Evin içini dolduran kızarmış keklik kokusu ve doyan karınlarımızın huzuru içinde başımızı mutlulukla koyduğumuz keklik tüyüyle doldurulmuş yumuşacık yastıklar...
Köye alınan ilk renkli televizyonun bizim evde olması hasebiyle başlayan,uzun kış gecelerinin bol misafirli akşamları ayrı bir
Seyirlik manzara olurdu benim için.
Bütün nefesler tutulmuş;gözler ,odanın ortasına olanca enaniyetiyle kurulmuş lakırtısı bol bir kutuya çevrilmiş olurdu.Bir eski zaman hikaye anlatıcısı gibi konuştukça konuşur,salonu dolduran kalabalık da sustukça susardı.Annem de misafirlere çay yetiştireyim diye döner dururdu salonun ortasında.
Okuldan yorgun argın dönen babam da her akşam uzandığı kanepenin dolu olduğunu görünce biraz keyifsizlenir,ama bunu köylüden gördüğü onca iyiliğin hatırına sineye çeker,usulca kanepenin boş bir ucuna ilişirdi.
Zamandan alınan lezzet arttıkça zamanın geçişi de hızlanıyor olmalı.O zamanlar hızlıca akıp geçti de bugüne beş senelik yaşanmışlıklardan kala kala üçbeş satırlık hatıra kaldı.
Dört kişiyle gittiğimiz topraklardan beş kişi olarak döndük.Küçük kardeşime de o insan kokulu topraklarda doğmak nasip oldu.
Biz o güzel diyarın topraklarından göç edeli, güzel çehreli insanlarını görmeyeli yıllar oldu.yıllar sonra duyduk ki o insanlar da
terör yüzünden göç etmek zorunda kalmışlar topraklarından.Bizler göçmen turnalardık. Sıcağı görünce soğuğa sırtımızı döner çeker giderdik. Başka memleketlerin sıcak kucağına atılır,sinesinde büyürdük.Ama onların yuvaları,atalarının yuvaları asırlardır orasıydı.Topraklarının kokusu ten kokularıyla özdeşleşmişti.Sadece topraklarnda yetişen çiçeklerinin,böceklerinin,hayvanlarının,insanlarının seslerine aşinaydı kulakları.O topraklar sahiplenmişti ölüsünü dirisini.
O toprakların sularından beslenmişti hayat ağaçları.
Yıllar önce yeniden yolum düştü o topraklara.Onların da terör yüzünden göç ettiğini duymadan çok önceydi.Neden köyü ziyaret etmedim,çocukluk günlerimin hatırasına niye uzanmadım bilemiyorum.
Oraya ilk gidişimizde yol üstünde gördüğüm küçük kulübenin bunda etkisi olmalı.O kulübenin yanından geçerken sırtındaki mermi izleri beni korkutmuş olmalı.Kör penceresinden tek gözü bantlı,çürük dişleri olan bir kafa uzanacakmış,arabanın önüne kuşaklı ,fişekli birileri atlayacakmış gibi korkuyla geçtiğimizi anımsamış olmalıyım.
Keşke o an bu hatıranın kollarımın tüylerini diken diken etmiş olmasına aldırmadan,
Korkmadan yeniden o topraklara gitseymişim
Zaten masal diyarlarına ulaşmak çok da kolay olmamalıydı değil mi. Ya ağzından alevler püsküren bir ejderhayı yenmeli,ya yedi başlı bir yılanı altetmeli,ya da anka kuşunun sırtında hiç bir engele takılmadan uçmalı ve bu rüya alemini yeniden görmeliydim değil mi...
Cemile Ülkü
25 Mart 2020
Korona virüsünden dolayı evde zaruri istirahat
YORUMLAR
Şaşkınım. Mutluyum ağzım kulaklarımda Tuhaf ilk defa şahit oluyorum, Dokuz yaşında bir kız çocuğunun 30 yaş olgunluğuyla konuşmasına. Hayranlığın tavan yaptı Maşallah.
Nasıl ifade edilir bilmem o kadar lezizdi ki yazınız bitsin istemedim. Güzel olan çok olmuyor işte ellerinize sağlık.Ve bir de affınıza sığınarak bir şey tavsiye edeceğim.
Lütfen ama lütfen tabiat ve insanı ortak noktalarında buluşturan yazılar yazın. İçinizde boncuklardan tesbih yapmayı ümit eden ve bu işi seven bir cevher yatıyor. Gerek tabiata gerek canlı ve gerekse cansızlara dil olun. Bunu çok iyi yapacağınızdan ve ve okuru insan olmaya zorlayacağınızdan emin. Tebrik ve teşekkürlerimi bırakıyorum yazınızın altına.
Bayıldım inanın. Muhteşemdiniz.
Cemile Ülkü
Önemli.çok teşvik edici yorumlarda bulunmuşsunuz.sitede maalesef yorum yapılsın sırf diye birkaç cümle lütufta bulunuyor kimileri.teşvikleriniz benim için önemliydi.sağolun varolun diyeyim.ben de zaman zaman yazılarınıza göz atacağım.yorumlarda bulunacağım inşallah.yazılarınızı ustaca bulduğumu söylemeliyim.bu yüzden ayrıca yorumlarıınız önemli benim için.çok teşekkür ederim samimiyetle.saygılar ve selamlar
yeğinadnan
içinden gele gele demiyorsa hergele
Bir adam yavrusuna koçum dese suç olur. Kanaati bende hakim. O kadar hakaret yiyoruzki eleştirince yıldızların çoğu kaçtı semadan.Koyunun olmadığı yerde bize Abdurrahman çelebi deniyor işte.
Ben teşekkür ederim
Selam ve dua ile.
Cemile Ülkü
Geçmiş sanırım hepimizin özlemi. Yokluk yoksulluk önemli olmuyor işin içinde samimiyet olunca. Birlikte yaptıklarımız yıllar sonra bile karşımıza güzellik olarak dönebiliyor.
Terör ve sonrası sevdiğin mekanları terk etmek ne çok acı olmalı. Keşke terör olmasaydı da herkes yuvasında mutlu kalabilseydi.
Kutluyorum değerli öykünüzü ve sizi .
Saygılarımla...
Cemile Ülkü
Hayatın içinden bir dolu anı bir dolu yaşanmışlıkları öyküleştirmişsiniz ne güzel. Anılar ile birlikte güzel insanlarda biriktirilir mutlaka ve unutulmaz ömür boyu... Kutlarım yürekten...