- 984 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Dalgı
Gökyüzü kusuyor artık, hava bitap düştü. Nefessiz kaldık. Yazmayı düşündüğümüz hiçbir şeyi tamamlayamadık, hikâyenin yarım bıraktığı şiirler de kusurlu sayıldı. Veda sözleriyle biten şarkılara içimizden eşlik ettik, sevmeyi yanlış anladık. Yanlış hayallerin peşinden giderken inancımızı yitirdik, gecelerce sabahlamayı en kutsal inanç sayıyordum, şimdi uykudan gözümü açamıyorum. Savunduğum şeylere yaslanmayı unuttum, koruyamadım zihnimi. Eskiden bir yere takılıp düşmekten son anda kurtarırdım paçayı, şimdilerde takılmadan direkt düşüyorum. Gittiğim yolların izleri silinmiş, basmamaya çalıştığım çizgiler de bir şey anlatmıyor artık bana. İzsiz olmak hiç yaşanmamış gibi olmayı gerektiriyor, biliyorum ama söyleyemiyorum, söylüyorum ama duyuramıyorum. Nefes nefese kaldığım göğsümün çukurunda sakladığım, güneş görmemiş hayallerin kelimesi her geçen gün azalıyor, yakında hiçbir şey söylememiş, hiç hayal kurmamış olacağım. Tatiller bile tatil gibi değil artık, dinlenme ya da hayata kaldığın yerden koşturmaya devam etmek için bir mola.
Kış geliyor, kardan adam gelmiyor, ördüğüm el örmesi atkılar da yok artık. Kimse öyle şeyler taşımıyor. Bulunduğum şehri toparlayıp, kilim gibi altımdan çektiler, ben başka bir yere yuvarlandım. Şiir gibi olması gerekiyordu bu gidişlerin, ünlemi bile eksik vedaların, üç nokta sadece, ona da üşenir olduk ya son zamanlarda. Anlatmak içimi kesiyor, bir lodos esintisi hep başımda, deniz kenarında yaşadığımdan değil. Eskiden böyle değildi. Anlattıkça ağrılarım azalırdı, şimdi anlatmak yeni ağrılar açıyor başıma. Ederinden azına harcadım kalbimi. Yalanlar yordu kulaklarımı, çıkıp, yalanlara saldırmayı bekleyen kelimelerin zifti aktı içime, hayat nerede başlardı, huzur nerede biterdi, içerisi neresi, aile kimlerdi, ev neredeydi… Bedenim benim eski yaram.
Yaşamadığın öykünün mazisi kehanetten ileri gidebilir mi? Yıldızları çoğalan gökyüzü hayal ettin de her yıldız için yaktığın mumların vadesi dolmadı mı? Bir sen mi aydınlatacaktın koca dünyayı? Şimdi durmadan uyuyorsun, bırak ışığı, aydınlığı, mumu. Böyle giderse yanacak tüm buralar. Önce sana kızdım sonra buralara, sana kızmasam buralara kızmak aklıma gelmezdi. Bir şeyi beklemeyince günlerin hepsi aynı, birini sevmeyince tüm günler ardı ardına çöpe gidiyor. Bir şey anlatmayınca ömründen kalan eksiliyor. Sana vakit kalmıyor, bana mevsim kalmıyor. Kışsızlık ürpertiyor içimi. Bulutlar kaplasın buraları isterdim, gök yere insin, zamanın yönü değişsin ama sis kaplıyor sokakları. Dünyanın başına yıkılması için illa bir deprem gerekmiyor. Çatılar devrilir bazen, üzerine gelir duvarlar, evini bilemezsin, bilsen tanıyamazsın. Yerini bilmez, unutursun, adını bilmez, delirirsin. Evlerin huzuru eksik, pencerelerin şifası, yolların dermanı, dermansızlığım kaldı tırnaklarımın arasında, ne tırnak kaldı geride ne tutulan eller. Dil tutulmuşluğu aldı yerini, kimse kimseye bir şey söyleyemez oldu, söyleyebilse bile yanlış anlaşıldı. Geçmişle geleceğin arasındaki yolda iki ileri bir geri yapıyorum. Takıldım, yoruldum, taktım. Yorgunluğuma inandım, suskunluğuma konuştum, anlattığım masalların ilk ve son dinleyicisi oldum. Saksıda unutulan çiçeklerin yerine soldum. Sanki son kez gümbürdüyormuş gibi camlar, gök gürültüsüne tutuldum. Dünyanın ortasındaydım, dünyanın ortasını söktüler, sessizliğim kaldı. Tüm kitaplar okunmuş, tüm kitaplar yazılmış, tüm şiirler unutulmuş gibi, kâinat suskunlaştı. Kendi hayatıma misafir gibi gelip, gidiyorum, olsun önemli yok sayılmamaktı. Kirden, yalandan, rutubet kokusundan, kinden, nefretten, inançtan, kaostan büyüdükçe büyüyor dünya.
Her şeye bunca şükrederken yine de iyi hissedemiyorum, his diye bir şey olmasaydı dokunmaların bunca anlamı olur muydu? Belki o zaman daha az kötü hissederdim. Bir parçan varmış gibi bende, kalmış gibi, unutmuşsun gibi, unutulunca anlamı değişmiş benim bir parçam olmuş gibi, ne kadar az görsem o kadar iyi gibi ama yine de iyi olunmuyor. Şiddetli öfke bile zaman geçince kendini salıyor, zavallı bir şey oluyor. O öfke yazmaya yarıyor, daha iyi yazmaya. Neye neden kızgın olduğunu hatırlarsan öfkelenecek yeni şeyler bulabilirsin kendine, onlara benzeri ya da benzemeyeni. Sevdiğimiz şeylerin herkesle aynı olmaması belki de bölüyor bizi, camın diğer tarafında kalmış gibi, görünüyor ama hissedilmiyor, soğuktan başka bir şey yok. Akşamları gölgeme kızıp, onu çiğneyip, ezmek için hızlı yürüyorum. Sonra bu arada yazdıklarımı unutuyorum, huysuzluk belki de tam da böyle bir şey. Bana hiç söyleyemeyeceğin şeyler değiyor kalbime yalan yanlış. Ürperiyorum, o ürpermeyi hiç terk etmedim. Sözcüklerle sallanıp, durdum, bir kelime sarsın ve sarssın istedim, derinden, sahici bir sarsıntı olsun istedim, benden yine kendime geleyim istedim. Kim bilebilirdi ki, bir gün tüm bu sızıların bir yararının olacağını?
Denizde yüzüyorsun ama balık olduğunu bilmiyorsun, denizi de bilmiyorsun, belki hiç bilmedin orada doğduğun için ya da başka yerden getirildiğinde unutmayı seçtin. Karanlıktasın, aydınlığı bilmediğin için karanlığı da bilmiyorsun. Kanatların kırıldığı hâlde, uçmayı bir türlü aklından çıkaramıyorsun belki kırılan kanatlarını da unuttun, kalbin gibi. Yine de beni bazı şeyleri unutmuş olarak hatırla, unutunca tazelenmiş olarak hatırlayamasan da unutmuş olarak hatırlaman yetecektir bana, unutmuş, yaşamış, dersinden çok derdini almış ve akıllanmış. Sistem böyleydi belki de ya unutup kendince feraha erecektin ya da unutmayıp, delirecektin. Birlikte sırt sırta verip, kitap okuyacağımız hayali, akşamın bir körü, omzuna o karışık kafamı yaslayıp, okuyacağım kitapların isimlerini de unuttum mesela. Yarım kalmış hikâyelerimin neresinden tutup da tamamlayacağımı, nerede bitireceğimi unuttum ve şuan tamamen rastgele yazıyorum tıpkı yaşadığım gibi. Tedirginliklerimizden yarattığımız kaos bizi ömür boyu beslerdi, gidip de dönemeyeceğimiz bir yer rüyasıydı imkansızlığımız, meğer varmış öyle bir yer. Gidip gelmeyi düşledik biz ama ben içten içe dönmemeyi düşlemiştim, sana söylemedim. Meğer gidip de dönmemek mümkünmüş, yıllar sonra şimdi buldum bunu. Her şeyi bırakabildiğimden anladım, kendini bile bırakabiliyorsa insan. Kendi hayatımın içinden bir uyurgezer gibi geçiyorum.
Geçen yazı bir romanın içindeki gaflet gibi geçirdim, bundan sonraki yazlar nasıl geçer bilmiyorum. İçimi yemekten büyüdüm, içim dışıma çıktı, eski bir yaz yağmuru gibi döküldüm kendi üzerime, kendimi silkeledim, dut gibi düştüm yine içime, hoş düşecek başka yer de yoktu ya. Biriktirmek istemesem de arttım. Ucuz roman teşbihleriyle yetindim, hikâyesi olmayanın şiiri yazılmazdı, başkasının şiirine yama olamazdım, yara da olacak hâlim yoktu, üstelik acılar bunca faydalı olmuşken. Ucuz romanlarda da gururlu karakterler olurdu muhakkak, onlarla yarışamazdım. Kendi ayağıma kendimi uydurmam gerekecekti. Artık belki de bu uykudan uyanmalıydım ama uyandığımda gündüz olacağını nasıl hesaplayacaktım? Anlayışlıyım, keşke bunca anlamasaydım, bunca sarmaya çalışmasaydım, iyileştirmeyi bilmeseydim yaraları, yeniden kanamaya hazır hâle getirmek için sarmalamasaydım onları, iyileşemeyeceğini bilmese kanamasını da bilemezdi. Toparlayamıyorum bazen zamanı, aklımı, hep üşenmeden neden ve isim bulduğum sızılarımı.
Hepimiz bir süre için vardık, var gibiydik ama geçiciydik, bir şeyin etkisi gibi, uçucu bir şey gibi yok olmaya, gitmeye, unutulmaya mahkûmduk. Bir süreliğine bir yerlere gidiyor, bir zaman bir yerlere yerleşiyorduk, kıpırdamasak bile yerimizden, geçiyorduk bu dünyadan. Bir şey arıyorduk, bazen bulmuş gibi oluyorduk ya da yapıyorduk, tamamlanmış gibi hissediyorduk ama tamamlanmıyorduk, gibi oluyorduk hep. Duracağım ve gideceğim yer arasındaki tereddütten içim ezilmişti, ben kendimi seçmedim mesela.
Otuz Bir Mart İki Bin Yirmi 15:30
Nevin Akbulut