- 607 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Esma ayetlerin tutkalıdır
Kur’an Allah’ın el-Mütekellim isminden gelen kitabıdır. Kainat Allah’ın el-Halık isminden gelen kitabıdır. Kur’an’da tecelli eden diğer bütün isimler el-Mütekellim isminin gölgesinde görünürler. Kainatta tecelli eden diğer bütün isimler de el-Hâlık isminin ardında tebessüm ederler. Yani ki, Kur’an Rabbimizin ’okunan kitabı’dır, kainat ise ’yaşanan kitabı’dır. Peki bu sistemde ’nübüvvet’ nereye düşer? el-Cevap: Nübüvvet de yine Rabb-i Rahim’imimizin el-Hâdî isminden gelen yüce bir müessesesidir. O da bir kitaptır. Ama insandan bir kitaptır. Muallimdir. Kainat okulundaki Kur’an dersinin öğretmenleridirler. Onların tedrisinde ayrıcalıklı olan şey ’okunan’ ile ’yaşanan’ın eğitimini kendilerinde birleştirmeleridir. Yani, başta Efendimiz aleyhissalatuvesselam olmak üzere, bütün peygamberler hem ’okunan’la hem de ’yaşanan’la kuşanmış eserlerdir. Çift kanatlı/boyutlu yol göstericilerdir. Hem ’vahiyden beslenişleri’ hem de ’kainatı yaşayışları’ onlara Kur’an-kainat ilişkisini açıklamada bir berzahiyet yüklemiştir. Evet. Sünnetin müslümanlar için ’olmazsa olmazlığı’ da buradan kaynaklanır zaten: İki âlem arasındaki geçişkenlik en muvaffakiyetli şekilde nebilerin rehberliği üzerinden sağlanır. Yani öğrenilir. Elhamdülillah. Verdikleri dersler sayısınca hem de.
Buradan şuraya geçelim: Kur’an’da malumunuz ’Nahl’ isminde bir sûre var. Anlamını çoğunuz bilirsiniz ya ben yine de zikredeyim: Nahl ’arı’ demek. Sûreye bu ismin verilmesinin sebebi içinde arılardan bahsedilmesi. Hakkında bilgi veren hemen her metinde yazıyor bu. (İnternette de kolaylıkla bulabilirsiniz.) Fakat meselenin oralarda pek bulunmayan yönü şu: Bu isim sûreye sadece ’arılardan bahsettiği için’ verilmemiş olabilir. Ya? Nahl belki de burada bir sembol. Bir kanunun ucu. Bir uyanışın dikkat çekici başlangıcı. Tıpkı Newton’un başına düşen elma gibi arkasında saklanan büyük bir düsturdan haber veriyor. Peki neymiş bakalım o? el-Hâdî isminin kanun şeklindeki tecellisi.
Allah ’hidayet verici’dir. el-Hâdî özetle bunu söylüyor. Hidayet ne demek peki? En kısa şekliyle ’doğru yol’ diyorlar. Bunu ’şimdilik’ kaydıyla kabul edelim. Girmeye çalışalım. Bu makamda merhabamız bir sualle olacak: "Yol bulan sadece biz miyiz?" İşte, bu suali sormayı başardığınız an, sûrede verilen bütün misaller havada uçuşmaya başlıyorlar. Nihayet birbirlerini bulmuş kardeşler gibi sarılıyorlar. İpe dizilen inci taneleri gibi gülümsüyorlar. Aynen. Yani farkediyorsunuz: Hak Teala arının yol buluculuğundan bahsediyor. Çünkü kendisinin ’yol göstericiliğini’ görmemizi istiyor. Bunu gördükten sonra, el-Hâdî ismini okuduktan sonra, artık kainatın her köşesi de onun renginden bir renk almaya başlıyor. Nihayetinde inandığımız tevhid değil mi? Hepsinin ilahı aynı Allah değil mi? Çiçekler başkalaşsa da güneşleri bir değil mi? Mesela: Başka bir ayetinde diyor: "Yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı!" Hadi bakalım. Oldun mu sen de şimdi bir arı? Maşaalllah sana. Çırp akıl kanatlarını. Duyalım neşeli vızvızlarını. Demek bu mübarek sûreye ’Nahl’ isminin verilmesi ’içinde arının zikredilmesinden’ değil sadece. Ya? Herşeyin bir parça arı olduğu farketmesi için.
Arı bir kapıdır. Dağlar, ırmaklar ve yollar birer kapıdır. "Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir!" Eğer bugün fiziği, kimyayı veya biyolojiyi yasalarla avlamaya çalıştığımız gibi, bütün eşyayı kanunlar içinde tarif etmeyi başarabilsek, tabir-i diğerle ’herşeyin teorisine’ ulaşabilsek, onun Esmaü’l-Hüsna olduğunu görürdük. Varlığı tefekkür ederek ulaştığımız düsturlar aslında bize Allah’ın isimlerini anlatıyorlar. Herbirisinin ardına düşüldüğünde bir/birçok ismin gölgesine ulaşılıyor. Eşyadaki düzene bakıyoruz mesela. Düzenleyici olanı buluyoruz. Sevgiye bakıyoruz mesela. Sevdireni buluyoruz. Merhamete bakıyoruz mesela. Rahman’ı buluyoruz. Terbiyeye bakıyoruz mesela. Rabliğini buluyoruz. Hasılı: Bunlarla ilgili diğer bütün okumalar daha üstlerindeki bir anayasanın altmaddeleri olarak dünyamızda tezahür ediyorlar. Fakat bazen bu altmaddeler aklımızı başımızdan alıyor. Hatta bazısı daha da ileriye gidiyor: Yasalardaki sarhoşluğuyla anayasayı inkâr ediyor. Kanun koyucuya karşı da körleşiyor. Halbuki bir kanun koyucu olmadan hangi kanun yürürlükte kalabilir? İşleyebilir?
Risale-i Nur okumalarının bana kazandırdığı yeteneklerden birisi de herşeyi Esmaü’l-Hüsna’ya dönük şekilde düşünebilme refleksidir. Buna ’refleks’ diyorum. Çünkü bir noktadan sonra ihtiyarsız olarak da bunu yapıyorum. Şuur gibi yanımda taşıyorum. Eğitimini aldığım şey hayatıma yön veriyor. Sadece hayatıma mı? Hayır. Kur’an ve kainat tefekkürlerime de. Hatta Kur’an ve kainat arasındaki ilişkiyi anlamama da bu refleksim ciddi bir zenginlik katıyor. Anayasa bilgisinin böyle bir artısı vardır. Anayasayı bilirseniz yasaları yerli yerine koyabilirsiniz. Esma’yı bilirseniz şeyleri ayetleştirebilirsiniz. Ve dahası: Ayetler arasındaki ilişkileri o berzahlardan geçerek daha sıkı şekilde kurabilirsiniz. Esmaü’l-Hüsna’ya dair sahip olunan marifet ve bu marifeti kullanabilme yeteneği/pratiği, bilimkurgu filmlerinde boyut atlamayı sağlayan kapılar gibi âdeta, ’okunan-şahit olunan-tecrübe edilen’ arasındaki geçişkenliği sağlar. Kainatta okuduğunuz bir isimden onun Kur’an’daki karşılığına, Kur’an’daki karşılığından sünnetteki karşılığına, sünnetteki karşılığından kendi hayatınızdaki izdüşümüne ulaşabilirsiniz. Onların birbirinden ayrı/parçalı şeyler olmadığını farkedebilirsiniz.
İşte yine Nahl sûresinin kapısını çalma zamanı geldi. Ama bu defa el-Hâdî kapısından içeriye girmeyeceğiz. er-Rahman isminden eşiğini öpeceğiz. Hatta bu defa arıdan bahseden 68. ayete kadar da çıkmayacağız. Daha evvelinde takılacağız. Bununla birlikte yine bir parça arı kardeşin vızvızını dinleyebiliriz. Zira el-Hâdî ismi ile er-Rahman ismi arasında da bir geçişkenlik var. Evet. Esma ayetler/şeyler arasında geçişler sağladığı gibi kendi içinde de geçişleri olan bir kapılar koridorudur. Birini tefekkür ederken birçoğunun kapısı daha çalınabilir. Hatta bazen mecbur kalınabilir. Girilebilir.
Hemen 63 ve 64. ayetlerin kısacık meallerini misafir edelim: "Allah’a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). işte o, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır. Biz bu Kitab’ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik." Görüldüğü gibi burada öncelikle ümmetler birbirlerine nübüvvetle bağlandı. Sonra da hidayet ve rahmet birbirine bağlandı. Yani el-Hâdî ve er-Rahman isimlerinin birbiriyle ilişkisine, daha doğrusu, birbirine bakar yüzlerine dikkat çekildi. Ancak bir sonraki ayette bir sıçrama yapacağız. Hadi bakalım. Onun da kısa bir mealini alalım: "Allah gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen toplum için bir ibret vardır."
Bana öyle geliyor ki: Kur’an tefekkürümüze zarar veren şeylerden birisi de onu parçalamaktır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Kur’an’ı okuduğunuz zaman, farklı şeylerden bahseden ayetler arasındaki ilgiyi ’bir bütünlüğün parçasıymışlar gibi’ aramıyorsanız, okumanızda sığlaşmaya başlıyorsunuz. Halbuki Esmaü’l-Hüsna bizi bu tür bir sığlaşmadan da kurtarıyor. Onlara dair okumalarınız zihninizin arkaplanında çalıştığında ayetler birbirine açılır yollar gösteriyor. Uygulamalı olarak görmeye çalışalım: 63 ve 64. ayetlerde bize ’nübüvvet kanunu’ndan bahsedildi önce. Bütün ümmetlere peygamber gönderilmiştir. "Neden?" diye soracaksanız da cevabı oradadır: "Çünkü şeytan diye birşey var." Ha, ona kadar çıkamadınız mı, o zaman şuraya gelin: "İnsana kötü işleri süslü gösterilebilir." Tarihte birçok misali vardır bunun. Şeytanı inkâr edenler dahi bunu inkâr edemezler. Küresel güçlerin propagandalarıyla başardıkları algı yönetimi bugün herkesin şahitliğidir. Şeytan bütün bu hilelerin ardındaki kuklacı gibidir. Dikkatle bakan ipleri görür.
Ardından vahyin gerekliliği izah ediliyor. Neyle? İnsanların ihtilafa yatkın fıtratlarıyla. Bir yerde birden çok insan varsa mutlaka ihtilafa düşerler. Orijinalliklerinin bir getirisidir bu. Hiçbir insan bir diğerinin tastamam aynısı değildir. Bu nedenle kendi hallerine bırakıldıklarını ortak bir doğruda buluşmaları zorlaşır. İşte bu açıdan vahyin varlığı gereklidir. Çünkü Allah el-Hâdî ve er-Rahman’dır. Kullarını hakikati bulmada şaşkınlığa düşürüp sonra da azap vermez. Bulabilmelerine imkan sağlar. Rahmeti de bunu gerektirir. Ceza varsa o cezadan sakınabilmenin bir yolu da olmalıdır. İnsanlara doğruyu seçmeleri için yol göstermezseniz yanlışı seçtiklerinde yanlış yapmakla suçlayamazsınız.
Bu ayetler, bir silsile halinde aklımızı alıştırıp, el-Hâdî ile er-Rahman’ı birbirine bağlayınca artık bir sonrasındaki yağmur bahsi herhalde eskisi kadar garip gelmeyecektir. Gökten su indirmekle ölü topraklara can vermek Cenab-ı Hakkın herdaim görülegelen bir tecellisidir. Buna şaşırmayan insanların ölü kalplerine/ruhlarına el-Hâdî ve er-Rahman göğünden nübüvvet ve vahiy yağmuru yağdırılmasına da şaşırmamaları gerekir. Çünkü ölü toprakları diriltmek Cenab-ı Hakkın kapsamlı bir kanunudur. Her yerde tecelli eden bir rahmetidir. Topraktaki tecellisi öyledir. İnsandaki de böyledir. Bunlar bir kanunun farklı fizik sahalarında görülen uygulamalarıdır. Her neyse. Çok konuştum. Yazıyı da çok uzattım. Hakkınızı helal edin. Söyleneceklerin gerisini başka yazıya bırakıyorum. Eh. Evet. Nihayetinde arıyız. Bahçedeki çiçekleri görünce aklımız başımızdan gitti. Sürç-i lisanımız affola.
YORUMLAR
Kaleminize sağlık Ahmet Bey. Sizi okudukça daha çok düşünmem gerektiğini hissediyorum.
Selam ve dua ile kalınız.