- 487 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kayıpolan Mektuplar I.
Bir kaç saat once ortalama bir günün arkasından önce eve bıraktın bedenimi yorgunca. Ve şimdi ben en iyi bildiğim şeyi yapıyorum. Yazıyorum. Çünkü seninle ilgili yürüdüğüm yolun sonuna geldiğimi biliyorum. Sana geldiğim yolu biliyorum. Yolumun devamını göremiyorum oysa. Sis kaplamış her tarafı. Bu bir karamsarlık sisi değil ruhumu saran ve bedenimi yoran. Aksine belirsizliğe son noktayı koyan kurşun kalemimin körlenmiş ucu gibi. Sisin içinde beliren başka insanlar da vardır elbette hayatta aynı kaderi benimle paylaşan tanımadıklarımızdan. Bu ne korkutucu, ne de ürkütücü… Çektiğim ıstırap ve acılardan geriye kalan O yüzden hep dönüp dönüp arkama bakıyorum. Sanki bir anda geri dönüp kaçmaya başlayacakmışım gibi geliyor. Oysa sisin içine adım atmak ve kendim de bir siluet olmayı göze alarak yoluma devam etmek çok korkutucu bir referans olmasına rağmen ben verdiğim kararı seviyorum.
Çünkü seninle ilgili geldiğim yolu biliyorum. Sana geldiğim yolu biliyorum. Kendime vardığım yolu biliyorum. Sen olsan ne yapardın? Merak ediyorum cevabını…” Aşkla korku hep yan yana yürürmüş ben bunu kendi tecrübelerimin verilerine dayanarak elde ettim bu bulguyu. Gecenin karanlığında, sabahın ıssızlığında. Günün sıradanlığında. El ele. Kol kola. Aşkla cesaret de dip dibe yürür. Gecenin karanlığında, sabahın ıssızlığında. Günün sıradanlığında. Göz göze, omuz omuza. Hani alkol ölçmek için sizi hayali bir düz çizgide yürütürler ya, yolunuz aşka düşünce, o hayali çizgiyi tutturmaya çalışa çalışa sendelersiniz, ilerlersiniz… “Aşk korkuya peçedir, korku da aşka perde” oysa hiç bir sey olmamış gibi yürümek ne güzel olurdu eğer son mektuplar posta kutularına atılmasaydı …
Hep bilmek isteriz. Ne olursa olsun bilmek. Ne şekilde olursa olsun. Kendi süzgeçlerimizden süzerek yanıbaşımıdaki çıplak duvarın grileşmiş taşları gibi, başkası için ancak varsayımlarda bulunabilen akıl, bir başkasıyla ilgili bir karar söz konusu olunca apaçık bilmek ister. Bilmek, karar vermek ve yoluna devam etmek. Ya da şu an kime ait oldğunu çıramadığım bir düşünürün söylediği gibi “Belirsiz bir mutluluktansa, belirli bir mutsuzluğu tercih edebiliriz”. Çünkü belirsiz mutsuzluğun sınırları bellidir ve oyun kurallarına gore oynanır. Mutsuz da olsak… Yine başka bir düşünür ve edebiyatcının söylediği gibi. “Acele karar vermeyin” der. Karar vermek ise felsefi olarak düşünüldüğünde aklın durmasına sebep olan en büyük eylemdir hareketli bir insan için. Bu eylemden sonra bir eylem söz konusu olmaz, olsa bile bu sadece hantal bir hareketlenmenin cılız kalan bodur bitkileri gibi hep aynı ölçülerde kalarak gelişmez.
İşte inasn bu yüzden zorlar kendini yazmağa… Aradığı cevapları bulabilmek için, sürekli kendini yenilemek yeni düşünceler yaratabilmek için, kararları görebilmek için, olan biteni anlayabilmek için. Bir gün bu hislerle barışırsam, bir gün neden böyle hissettiğimi anlarsam, bir gün yüreği yüreğime dokunursa, eğer birgün biri beni anlarsa diye, bir gün diğerlerini yenersem, bir gün öteyi görürsem diye diye bir köşede içlerimizi çürüttüğünüz, asla sararmayan elektronik mektuplar işte bu sanal alemde asıl mektupları yok ederek hislere başka bir zambak rengi verir, rengi tarif edilemeyen. Bu evrenin boşluğu içinde, çevremizi saran havayla, kendi varlığının bilincine tamamen varamamış, ama varmak için elinden gelen bütün çabaları harcayan, müthiş ve yenilmez huzuru görmek, yaşamak, tadmak ve hissetmek için dokularına kadar arayışa çıkan insan için. Tepelerin ve dağların üzerinden uçan kuşların şafak kızıllığında kanat vuruşlarına, her gün yeryüzünde debelenen biz zavallı insan hayvancıklarının anarşisine ve kaosuna boyun eğen yeryüzü cennetini kaybetmektedir kaybolan mektuplar eşliğinde… Geride bıraktığımız karanlığın izlerine abanan hortlaklar gibi başına oturduğumuz bilgisayarlar, oyun aletleri aslında bizleri daha da körleştirmektedir gün geçtikce. Artık dünya bıkmış o hergünkü yaşadığı geçmişinden, bezmiş, içten kopan çığlık fırtınalarıyla öndeki açıklığı da gremeyecek kadar körleşerek. Uzaklara yetmek, yetişmek, erişmek, açık semaya doğru uzanmak, özgürlüğe, özgürlüğün uzadığı yaşadığı yerde yaşamak için oraya doğru direksiyonu çevirmek. Asıl özlemi kendini kaybedişine, kendi çaresızliğine bir çözüm bulmak için sarılır, sarılıyoruz gerçek alemde bulamadığımız huzuru bulmak için.
Evet, bu gün yine yağmur yağıyor, yağmur yağıyor gönlümün sessizliklerine, yanan yüreğime… Yağmasına da seviniyorum, yağmurun. Yağsın ki, dökülen gözyaşlarım yıkansın yüzlerimden. Saklasın sumak ekşisi, tuzlu terli damlalar ağızıma ulaşmadan. Yağsın ki, hiç bir tadın unutulmamazlığı damaklara revan kalmaya. Yoksa tadılan her tatdan sonra ebedi bir unutulmazlık acılarla sürer gider kendi içimizde bizi bir sevdanın acısıyla kendimizi yıkarak ve yok ederek. İşte insanlar bu yüzden haykırırlar, alışamadıkları sessizliklerde bir sensizlik ararken. Alışamamış bir acının habercisidir oysa zaman yüreğimin her yanına korkularaı sararak beni yazma şevkine eriştiren bu karmaşık ve kaotik bir zeminde yaşarken. Bu akşam yine yağmur yağıyor, sensizliğin sessizliğinde bir mektup yazmanın gözyaşlarımı efkarıma katarken. Ama şuandan itibaren üşüyorum, ve kimseye bir daha bir mektup yazamamnın teravisini kılıyorum adeta. Kızgın bir lav gibi doruklardan aşağı bayırlara doğru akan dev alevlerin içinde yok olan kalbim, asırların acısına yazdığı yorumlara imza atarak çıkartıyor şimdi acısına katlandığım isimleri birer birer yüreğimden. Bu gece yağmurla birlikte göz yaşlarım yağıyor ve ismini yazıyor sensizliğin acısı ile kıvranan kaldırımlara. süzülen her damlada sen vardın ve yine sen vardın gecenin en karanlık anında. O, doya doya bakamadığım gözlerin, gözlerimin içine bir kez daha değseydi ve tebessümünden bir gül açsaydı yanaklarında, yetmez miydi? Bir bakışın bir ömre değmez miydi, ey! İsmini kazıdığım kaldırımlara sanki sen yağıyorsun yağmurla birlikte ve sevgin yağıyor yok olarak varlığınla birlikte yüreğime …
Bu uzun ve yalnız yürüdüğüm yolumda sen varsın artık olmayacaksın diye bir kurala takılmadan. Çünkü yanıbaşımda duran sen, yanımda yüreğimde olmayacaksında nerede olacaksın. İşte bu yüzden bir kez daha yağıyor gözyaşlarım sensizliğimle birlikte önce yazı yazdığım kağıtlara ve arkasından kaldırımlara. Seni arıyorum, erimekteyim. Karanlık gecelere inat ay bu akşam gökyüzünde. Ama görünen her yıldız kadar milyonlraca kilometer uzaklardasın şimdi sen. Yüreğimden çıkmadın, tersine, çıkartmadım seni, sensizliğe döktüğüm gözyaşalarıma ağlıyorum şimdi, sisli havanın ağır bulutları gibi… Çocuksu ve alaycı gülümsemelerin artık bana vız gelir ve geçer diye miyorum. Kapıları kapatıp, anahtarı görünmez kuytu derinliklere doğru fırlatarak, çünkü bird aha döndüğünde kapıları açmamak için diyorum, ama iki dakika sonra barışıyorum yazdığım mektuplarda seni yeniden bulduğum için seviniyorum. Bazen kendimi ağır bir şizfrenik hasta gibi hissediyorum mektuplar yazılmadığı için. Şimdi yüreğime kendi empatisini ve sevecenliğini sunan gecelerin yıldızları, ay ışığı ve sevindiğim kimsesizlik. Ve arkasından yaktığım bir puronun dumanında yok olup giden sarımsı duman kokusunu yok eden bir rüzgar var artık olması gereken yüreğimde… Ve gökyüzü, yüreğimde… Gözlerimize, ruhlarımıza sinen uzaklık yok oluyor, milyonlarca mil uzunluğunda olan denizler bile bir metre bir uzunluktan öteye geçemiyor senin için çarpan yüreğimden. Okyanusun derin ve sevinçli bakışları sonsuzlukla birlikte dudaklarıma kadar batıyorum sarhoşluğuna yaşamın yazarken. Yazarken, işte tam bu esnada kendimi tutamıyorum, gürlüyorum, akıyoruum, dağıtıyorum, yıkıyorum, yapıyorum, türküler söylüyorum, küfrediyorum, köpürüp kabarıyorum bir umman gibi kaybolan mektupları düşünürken. Bir iskelede dayandığım korkuluk demirleri omuzlarıma kadar yükselen köpüklü sulara batırıyor beni gökyüzünün mavilikleri altında. Dumanlar alev oluyor, kalem rengini yok eden şu bilgisayar aleti beni yiyip bitiriyor. V eben bazen ona tonlarca küfür ederek deşarj oluyorum boşalan bir akü gibi yeninden dolana kadar. Köpekler gibi hırlıyorum, havluyorum uluyorum saygısızlaşıyorum kendimi bile tanımakta güçlük çekiyorum. Kıyıya vuran her dalgada köpüklerim yok oluyor. Her yıl gemiyle gittiğim Kıbrıs Ada’sına giderken pruvada denizi seyrederken suların gemiyi acımasızca kırbaçlayışı geliyor aklıma şu soğuk gecelerde. El ayak çekilipde pruvada bir Havana Purosu yakarak dumanını Akdeniz’in tuzlu sularının derinliklerine atarak dinleniyorum bir kaç saatliğinde olsa… Ama kazandığım zaferi Taşucu’na ayak basışımla kayıp ediyorum yeniden. Ve bir kez daha el sallıyorum denize gelecek yıl yeniden görüşmek dileğiyle …
Yeniden yazıyorum, kendimi küçümseyerek ve bazen de hüngür hüngür ağlayarak bir markette annesini kaybeden bir çocuk gibi. Tam uyandığımda bakamıyorum aynaya, çünkü “aynalara olan kinim düşmanlarımdan daha büyük” de ondan diyerek. Gecenin üzerime serptiği yeşil zümrüt işte bu andan itibaren yok olup gidiyor kaybolan güzel değerler ve normlar gibi. Sarılıyorum yeniden klaviyerin tuşlarına bağıra bağıra vururken. Sonra yaşadığım yokluklar aklıma geliyor, aç yatışlarım, biraz daha olsaydı da yeseydim diye serzenişlerim, bazen Atatürk parkında bir kuytusundada uyuyuşum, doğu kökenli bozuk Türkçeleriyle kendilerini bir şey zanneden bekçilere yaklanmamak için yer değiştirişim geliyor aklıma yazarken. Bazen geceleri hırsızladığım üzümler, kavunlar ve domates geliyor aklıma, bazen de güneş, rüzgar, ay ışığı, ilk yattığım hanım hanımcık E. Ü. geliyor aklıma, sonar gözlerimin önünde telli duvaklı gelin gidişini ağlaya ağlaya seyredişim, Adana’nın o pis ve çekilmez sıcağında… ve ona yazdığım yüzlerce mektup ve bu güne kadar hiç bir kimseye bunu söylemyişim, işte yazmam bundan olsa gerek, beni zorlayan bu mahsun gönlüm olsa gerek. İtiraf etmek için, paylaşmak için.
Yazıyorum, ya da yazdırıyorlar bana zorla. Kıvrıla kıvrıla inilen bungalov evlerde, bu evlerin merdivenlerinde asılı duran işlemeli kilimler gibi mektuplar geliyor aklıma. Kiremithanede şalvarıyla, Şakirpaşa’da, Valilik konağının Karekök Dershanes’inin oralarda Briç salonunda mini eteğiyle asılmalarıma rağmen bana yüzvermeyen o zamanların soyguncu partisi ANAP’da çalışan Kozanlı Fehriye ise ayrı bir yazım konusu olsa gerek yazmak için
Ve kendi içlerinde kıvrıla kıvrıla, kıvrana kıvrana akan zaman. Dağların tepelerinden beyzi ovalara inen patika yollar gibi bir tatlı hüzün veriyor mektuplar bana. Sarıla sarıla beynimizi kemiren sarmaşık renkli kağıtlarda olan mektuplar. Sarmala dönen kelimelerinizi saklayan mektuplar. Hitapsız başlayan, elvedasız biten mektuplar. Hiçbir varış noktası olmayan, bir şey beklemeyen, bir ümide kapılmayan, bir yargıya varmayan mektuplar. Belgat sanatının, şiirin, sanatın, rübailerin, gazellerin, fıkraların konu edildiği mektuplar. İnce düşünülerek sevimliliği bir gelin tacı gibi süsleyerek bizi bir güzellik pususuna düşürerek ıssız koylara doğru sürükleyen saltanatların sahibi mektuplar. Neden yazıldığı bilinmeyen mektuplar. Ben de bilmiyorum. Neden? Niçin? Ve niye yazdığımı. Yazdığım binlerce mektubun belkide binde birine bile cevap alamama rağmen ben yazma aptallığına boyun eğerek hala yazıyorum. İnsan bunu yaşamazsa hissedemezde. Yazmanın ne olduğunu kestirmek için, kendi dengelerini sağlamak için yazıyorum galiba bilmeden. Bu öyle bir güzellik ki, başka yerlerde birisini özlemek, mutlaka ondan hiç bir şey istememektir yazmak. O kimsesiz bir çocuk gibidir kelimelerin kucağında ağlayan. İşte ben yazarken en çok ağladığım için mutlu gibi hissediyorum kendimi, belki de kandırıyorum kendimi, ölümü yaklaşan kartlaşmış, yıkılar arasında, bir örende yeniden filizlenmek için.
Bu öyle bir duygu ki, günü, saati, gecesi olmayan bir sonsuzluk mekanında gecesi nurlarla çevrili kelimeler arasında sevginin özentisiyle yudum yudum çekilen soluktur yazmak içime çektiğim benim. Hoşca ve huzurlu kalın ve yazmayı denemeyin. Yok illada yazacağım diyorsanınız „hoşgeldiniz diyorum“ ben de size deliler klübünün bir temsilcisi olarak.
Bu yazı değişen değerleri konu alan bir yazıdır. Mektupların yerini internetin, telefonun, faysenin ve … diğer medya organlarının insanların doğallığına darbe vuruşunu konu edinmistir,bu açıdan özel bir mesaj için değil, genel bir değerlendirme olarak kaleme alınmıştır. Saygılar!
H. Hüseyin Arslan - 22/23.11.2010.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.