- 809 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Taka
Taka
Nurşen kaygısız
“Bir matkabın çıkardığı ses uzadıkça uzuyor kafamın içinde. Yaşam bir oyma işi. Biraz da oyulma. Ya oyuyorsunuz oyduğunuz boşluğa döküyorsunuz bütün varınızı yahut oyuluyorsunuz. Başkalarının ellerine, gözlerine, zihnine bırakıyorsunuz kendinizi.”
İnce bir yüz. Beyaz, bembeyaz bir ten.
“Bizim buralarda çabuk yaşlanır kadınlar.” Diyor Zeliha.
Neriman’ın yüzüne yayılmış olan tebessüm bir kenara toplanıyor. Açık pencere camındaki aksine bakıyor göz ucuyla:
“Zengin bir köylü kadını ile zengin bir köylü kadını arasındaki tek farktır kolu. Birinin düğünde dernekte sapsarıdır kolu. Işıl ışıl parlar altınları. Diğerinde yoktur. Bileğine kadar uzanan üst işliği örter çokluk çiçekleri solmuş.”
“He, ya. Öyle.” Dedi Zeliha.
“İkisi de sabahleyin erkenden kalkar, ahırı temizler, inek sağar. Sap saman döker hayvanın önüne.”
“…”
“Birlikte değildir her ikisi de kocasıyla. Adam akşam yemeğini yediği gibi kahvenin yolunu tutar. Orada zaman geçirirler erkek erkeğe. Okey, kâğıt oynarlar. Tadına varmaya çalışırlar kendilerine ayırdıkları zamanın.”
İğdenin baygın kokusu dört bir tarafı sarmıştı. Hafif bir rüzgâr esiyor; kokuyu yanlarında, yamaçlarında tutuyordu.
“Nereye gittiğini gördün mü Koca Kız’ın?”
Kullanılmaya kullanılmaya çoktan eskimişti koca kızın adı. Kim bilir kaç zaman… Kaç ay, kaç yıl adıyla çağırdılar onu. Sonra kendisi birden bire büyümüş gibi. “Koca Kız” oldu. Adı düşüverdi kullanımdan. Sonra baktılar ki dilinden bir kelam gelmez, ün verirsin dönüp bakmaz vazgeçtiler.
Bedeni elli yüzünde adınca hızlı yaşlandı.
Çizgi çizgi bir yüz. Ak düşmüş saçlar Sadece ela gözlerini görseniz sanırsınız ki binlerce yıl yaşadı. Birde anlatabilse yaşadıklarını kaç ömürden artar kim bilir? Koca Kızın çenesi ile gerdanı arasında çift sarılı bir yumurta büyüklüğünde bir şişlik sarkar. Yaşadığı çile, eziyet küçük bir bohçaya düğümlenmiş, boynuna asılmıştır sanki.
Çocukların pek çoğu onun boynundan sarkan bir et parçasından ürküntü duyarlar.
Bazı anneler,
“Çok yemek yersen senin de boynun…” Der cümlenin gerisine getirmezlerdi. Büyük tahta kapılı evlerinin önünde gün boyunca gelip geçen eksik olmazdı. İneğini koyununu gütmeye gidenler, okul çocukları, bekçi Hasan ve diğerleri… Pek çok çocuk bu tahta kapıya yaklaştıklarında parmaklarının ucuna basarak kapının önünden geçerler, sonrasında da vücuduna bir iğne batırılmış gibi büyük bir hızla oradan uzaklaşırlardı. Bazı haylaz çocuklar kapının önünden geçerken koca kız oralardaysa ise el kol işareti yaparlar onu öfkelendirirlerdi. Bir hay huy başlardı. Bazı çocuklar sağa sola kaçışır kaçamayanlar ise onun öfkesinden payını alırdı. Özellikle koşamayan küçük çocuklar iki gözü iki çeşme ağlayarak evinin yolunu tutardı. Hırsla çocukların peşinden koşar koşarken çıkardığı anlamsız sözler genellikle kaçanları değil kaçamayanları korkuturdu.
O uzunca zaman çocukların ardından bağırır, kimsenin anlamlandırmak için tırnak ucu kadar bile çaba sarf etmediği sesler çıkarırdı. O arada, işte tam o arada ne kimse usulca eline dokunup diğer eli ile de sırtını sıvazlayıp onu sakinleştirirdi, gizliden gizliye gözlerinden damlayan yaşlar yanaklarında yiterdi.
Koca kız…
Bozkırın ham elması mıydı, koruğu yahut kekre armudu?
Neriman Zeliha’ya yanıt vermemişti. Ne gördüm demişti ne de görmedim.
Baştan aşağı bir ateş çemberinden geçmiş gibi hissetti Zeliha. “Nasıl diyebilirim ki Salih’i ona. Nasıl diyebilirim?”
Salih’in kahvehanesinin camları o denli tozlanmıştı ki içeriyi görmek mümkün değildi. Eski zamanların tek canlı anısı kapının önünü gölgeleyen asma idi.
Salih son yıllarda çok güç kaybetmişti. Bir zamanların bıçkın delikanlısı, sonraların ağır abisi gitmiş; yerine uzlaşmaz, mızmız, miskin bir adam gelmişti. Tek düşüncesi kendisi idi. Varsa kendisi, yoksa da kendisi.
Pek çok kişi Salih ile Koca Kızın ana baba bir kardeş olduklarını bilmezdi. Daha üç beş yıla kadar Koca Kız Salih’in ineklerini güderdi. Eski bir sofra bezine sarılmış yarım somun, bir avuç içini doldurmayacak kuru çökelek. Gün boyunca bütün nevalesi buydu. Yağmur çamur, yaz kış demeden ineklerin peşi sıra gezerdi. Hayvanları gün batana kadar otlatır, sonra sürüp eve getirirdi. Şikâyeti yoktu. Hoş şikâyet edecek ne dili vardı ne de hali.
Zaman bir telli kavak. Gün gelir dal verir yaprak verir başını göğe uzatır. Gün gelir tüm varını toprağa döker.
Koca Kız elden ayakta düşmemişti henüz. Eli de tutuyordu, ayağı da. Şükür gözü de görüyordu.
Eski günlerde kahvenin yanındaki küçük odaya Salih erzak depolardı.
Particiliğin çok yaygın olduğu yıllarda partililer gelir ufak tefek ihtiyaçlarını ondan alırlardı.
Şimdi kalın ve paslı bir zincirle bağlanmış olan koca kızın mekânıydı bu odacık. Arada bir küçücük pencereye suratını dayar. Köy meydanına bakardı. Her bir halkanın canını yakmasına içerler bağırırdı. O kadar sıradanlaşmıştı ki bu bağırmaları pek çok kişi bir sivrisinek vızıltısı kadar önemsemiyordu.
Kimdi? Kimdi buna sebep? Salih?
Zeliha?
Kim?
Zeliha tam Neriman’a yanıt verecekti ki koca kızın sesi köy meydanını dolduruverdi.
“ bir şeyler olmuş olmalı, canı mı yandı, koş Zeliha. Koş birlikte bakalım neler oluyor?”
Zeliha’nın bulunduğu kapı hala ardına kadar açık duruyordu.