- 494 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kürk Mantolu Madonna Üzerine
Bir kitabı okuduğunuzda, bir romanı bitirdiğinizde etkisinde kalarak sabaha kadar uyumadığınız, huzursuz olduğunuz, hep romandaki kahramanları düşünerek, kendinizi onlar gibi hissettiğiniz veya onların yerine koyduğunuz oldu mu?
Birçok roman okudum, bitirdim. Ama hiçbirinde bu kadar etkili bir tavır sergilememiştim. Genelde “Bir romanı daha bitirdim. Sıradaki gelsin” düşüncesine sahibim. Ama bu sefer böyle olmadı.
Sabahattin Ali’nin 1943 yılında yazıp önce “Hakikat Gazetesi”nde yayınladığı, sonraları birçok kez çeşitli yayınevleri tarafından basılan “Kürk Mantolu Madonna”sını okuyup bitirince öylece oturup kaldım. Zaten kitabı elime alır almaz bir türlü bırakamamış ve 24 saat içinde okuyup bitirmiştim.
Bir roman ancak bu kadar sürükleyici, bu kadar etkileyici olabilirdi. Bir okuyucu ancak bu kadar kendini okuduğu bir romana verebilir, kendini ancak bu kadar kaptırabilirdi. Daha kitabı okurken, kendinizi romanın kahramanı olarak görüyor ve yaşanan aşkı bilhassa siz yaşıyorsunuz. Kendi kendinize “İşte yıllardır aradığım aşk, sevgi budur” diyorsunuz. Ve bunu kendinize itiraf etmekten çekinmiyorsunuz.
Kitabı gecenin geç saatlerinde bitirdim. Ve o saatten sonra huzursuzluğum sürüp gitti. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Günün ilerleyen saatlerine kadar da içimde hep bir sıkıntı olarak kaldı.
Gün boyunca romanın kahramanları olan Raif Efendi ile Maria Puder’i ve dolayısı ile aralarında yaşanan aşkı düşündüm. Bir aşk, ancak bu kadar güzel ve seviyeli yaşanabilirdi. Ama neden bu tür büyük aşklar hep hüzünle, acıyla dolu olurdu ki? Neden insanı mutlu ederken, insana mutluluk vermez ki? Neden hep acı vardır? Ayrılık vardır? Gözyaşı vardır? Bu kural çok sevilen, çok beğenilen romanların kaderi midir?
Elinizden bir türlü bırakamadığınız romanı bitirince adeta o anda bir boşluğa sürükleniyor gibi oluyorsunuz. Kendinizi roman kahramanının yerine koyuyorsunuz. Hele de ömrünüz boyunca “Aşka aşık” biri olmuşsanız ve kendinize göre hep “Gerçek aşkı” arayan biriyseniz “Kürk Mantolu Madonna” sizi derin üzüntülere sürükleyecek olan bir romandır diyebilirim.
Romanı okudukça, ilerleyen sayfalarda Raif Efendi’nin duygularını öğrendikçe, onun aşkını ve aşk karşısındaki hallerini gördükçe içinizden bir şeyler gidiyor. Donup kalıyorsunuz olduğunuz yerde. Belki de yıkılıp kalıyorsunuz, kahroluyorsunuz demem gerekirdi. Ve romanın örgüsü sizi sarmalıyor. Romanla birlikte siz de bitiyorsunuz…
Roman, genç, işsiz kalmış ve iş arayan bir gencin tesadüfen bir arkadaşına rastlamasıyla başlıyor. Bu Rasim’dir:
“Bir bankadaki küçük memuriyetimden çıkarıldıktan sonra – neden çıkarıldığımı hala bilmiyorum, bana sadece tasarruf için dediler; fakat haftasına yerime adam aldılar- Ankara’da uzun müddet iş aradım.” (Sayfa 10)
Rasim’i önce romanın baş kahramanı zannediyorsunuz. Olaylar hep onun etrafında kurgulanacak diye düşünüyorsunuz. Ama değil. Rasim romanda baş kahraman olarak çıkmıyor karşımıza. Bunu sayfaları çevirdikçe daha iyi anlıyorsunuz.
Romanda yazar, döneminin siyasi durumlarına da göndermeler yapar yer yer. Adam kayırmalar, taraf tutmalar, siyasi düşünceler gibi olaylara göndermeler yapar. Ama biz bunların üzerinde duracak değiliz. Biz olaya tamamen Raif Efendi’nin kalbi duygularına ve Maria Tuder’in iç dünyasına bakacağız. Öyle ki yazar bunları mükemmel bir psikolojik anlatımla veriyor okuyucuya. Adeta psikolojik bir roman okuyorsunuz. Ve etkisi sizi günlerce bırakmıyor.
Arkadaşı, işsiz kalan Rasim’e kendi şirketinde iş verir. Adeta ona olan arkadaşlık bağı adına yapılan bir hürmettir bu anlayış.
Ama romanımızın ana kahramanı Raif Efendi’dir. Raif Efendi, Rasim’in iş arkadaşıdır. Aynı odayı paylaşırlar. Küçük birer masaları vardır.
Raif Efendi, ilginç ve tuhaf bir adamdır. Tercümanlık yapmaktadır. Almancayı çok iyi bilmektedir.- Neden bu kadar iyi bildiğini ilerleyen sayfalarda öğreneceğiz sebebini.- Bu nedenle burada çalışmaktadır. Pek konuşmaz. Herkesten uzak durur. Hep kendi dünyasındadır. Sessiz, sakin, dürüst, ahlaklı ve kimseye karışmayan biridir. “Bu sessizliğin arkasında ne var?” diye merak ediyor okuyucu. Tabii bunun cevabını romanı okudukça alıyor.
Hayatı boyunca hep sessiz kalmış, hakkını arayamamış, herkese boyun eğmiş, kendisine yapılanlara karşı gelememiş, sevmediği bir kadınla evlenmiştir. İşini kusursuz ve eksiksiz yapar. Fakat yine de patronu tarafından sürekli azarlanır. Hayata boş vermiş, adeta her şeyi bırakmış, kendi hayatına kendi yön veremeyen başkalarının istediği gibi hayatını sürdüren bir insandır.
Öğle aralarında diğerleri gibi dışarı çıkmaz. Yanında götürdüğü sefer tasıyla geçiştirir öğleyi. Odasından çıkmaz.
Rasim, Raif Efendi’nin sırlarını çözmeye çalışan biridir. Yazar, önce onun ağzından anlatır olayları. Ama daha sonra Raif Efendi’nin kaleminden ve onun ağzından dile getirir. Yer yer de başarılı bir teknikle, Maria Puder’in ağzından anlatılır.
Maria Puder, romanın ana karakterlerinden biridir. Raif Eendi’nin uğruna her şeyini feda edebileceği ve bambaşka duygularla sevdiği gizli aşkıdır.
Maria Puder, ressamdır. Sanatçı bir ruha sahiptir. Keman çalar, şarkı söyler. Yaşam mücadelesi veren, prensipleri olan ve hayat karşısında dik duran biridir. Mücadeleyi seven ve kendi ayakları üzerinde yaşamaya çalışan güçlü bir kadın olarak karşımıza çıkar.
Deyim yerinde ise feminist bir kadındır. Erkeklere karşı pek güveni yoktur. Çünkü ona göre erkekler, karşılıksız isteyen, kadına hükmetmeye çalışan, kadını boyunduruğu altına almaya çalışan kişilerdir. Erkeklere karşı bir güvensizlik duymaktadır. Ta ki Raif’i tanıyıncaya kadar.
Rasim, Raif Efendi’yi hep gizemli biri olarak görmüş ve fakat onu sevmiş ve ona yakın olmak istemiştir. Ama Raif Efendi, buna izin vermemiş, herkese yaptığı gibi Rasim’e de uzak kalmıştır.
Arada sırada hastalanan Raif’e tercüme edilmesi için şirketin verdiği belgeleri götürür. Bu nedenle evine sık sık girer. Ailesi ile de yakından tanışır.
Raif Efendi’nin hastalığı ileri dereceye gider. Rasim’den işyerindeki eşyalarını getirmesini ister. Rasim bütün eşyaları alır. Bunlar arasında bir de bir defter vardır. Dikkatini çekse de bakmaz. Götürüp Raif Efendi’ye verir.
Raif Efendi, bu defteri yakmak ister. Ama Rasim, bu defterde birçok sırrın gizli olduğunu tahmin eder ve Onu iyice tanıyabilmek için bir geceliğine bu defterin kendisinde kalmasını ister. Bu isteği kabul edilir. Otele gelip sabaha kadar defterdeki yazılanları okur. İşte okuyucuyu asıl büyüleyen bu defterdeki yazılanlardır.
Raif Efendi, yaşadığı aşkı ve bütün duygularını mükemmelin ötesinde bir duygu ile anlatır. Ve bu andan itibaren kitabın esiri olursunuz. Onu elinizden bir türlü atamıyorsunuz. Bir sonraki sayfayı merak edip, “Acaba ne olacak?” diye sayfaları bitirene kadar çeviriyorsunuz.
"Dünyanın en basit, en zavallı; hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?" (sayfa 47)
Raif Efendi, resim sanatına düşkün biridir. Güzel Sanatlar Akademisine gitmesine rağmen, kendinde o beceriyi göremediği için okulu bırakmak zorunda kalır. Babası da onu Almanya’ya gönderir. Ticaretle uğraşan babasının sabun imalat fabrikası vardır. İşi büyütmek için oğlunun Almanya’da bu işi öğrenip geliştirmesini ve bu alanda eğitim almasını ister.
Raif, bir sabun fabrikasında çalışsa da bunlarla pek ilgilenmez. Berlin’de değişik bir yaşam sürer. Müzelere, sanat galerilerine, tiyatro ve operalara gider. Bir gün bir resim galerisinde gezerken bir tablo görür. Tablodaki kadın çok ilgisini çeker. Adeta ona âşık olur. Ve bunun üzerine her gün galeriye gelip bu resmi saatlerce seyreder. Öyle ki başka hiçbir şeyle ilgilenmez. Başka bir şey görmez. Orada bulunanların dikkatini çeker:
"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum "Kürk Mantolu Madonna"yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."(Sayfa 79)
Yine böyle bir günde genç bir bayan yanına gelir ve “Resmi nasıl bulduğunu, neden her gün gelip resme bu kadar baktığını, onda ne bulduğunu?” sorar. Raif, genç bayana fazla bakmadan yalana başvurur. Resimdeki kadının “Annesine benzediğini” söyler. Kendisiyle alay edeceklerini düşünerek bir daha gitmez. Ama hep o resimdeki kızı düşünür.
Bir akşam pansiyon sahibi kadınla dışarı çıkar. İçki içip biraz sarhoş olur. Eve giderken bir bayan görür. Bu, resimdeki kızdan başkası değildir. Heyecanlanır. O gece hep onu düşünür. Daha sonra aynı yere gidip tekrar ona rastlamak umudunu taşır. Aynı saatte, aynı yerde bir kez daha görür. Ve onu takip eder.
Kız, bir barda keman çalmaktadır. İçeri girer ve onu izler. İşi biten genç kız, yanına gelir ve konuşurlar. Arkadaş olurlar. Bu kız, galeride yanına gelip de resmi nasıl bulduğunu soran kızdır. Yani resmi yapan kişidir. Maria Puder’den başkası değildir.
Aralarında bambaşka bir arkadaşlık, bir dostluk, bir sevgi, bir aşk başlar. Artık her gün beraberdirler. Deyim yerinde ise Berlin’in altını üstüne getirirler. Raif, çok mutludur. Bambaşka bir dünyadadır adeta.
Maria Puder, babasını küçükken kaybetmiş, annesiyle yaşamış ve kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiştir. Ama erkeklere karşı aşırı bir güvensizlik duymaktadır. Bu nedenle hiçbir erkeğe aşık olamamakta ve onları sevememektedir.
Özgür yetişmiş bir bayandır. Her istediğini yapmak ister. Kimseye boyun eğmez. Raif’i tanıyınca onu farklı görür. Ona ısınmaya ve onu sevmeye başlar. Ama tedbiri de elden bırakmamaktadır. Ona umut vermemekte ve “Benden asla bir şey istemeyeceksin. İstediğin an bu dostluk biter” demiştir. Raif, sevgisini kaybetmemek adın bütün bu istekleri kabul eder.
Hayat, adeta bu ikiliyi bir araya getirmiştir. Birbirlerine bağlamıştır. Maria Puder hasta olur. Kendisine bakacak kimse yoktur. Hastanede uzun süre kalırsa da Raif’ten başka kendisine bakacak kimseyi bulamaz.
Raif onu hastaneden çıkarıp kızın evine götürür. Artık Maria’nın yanında kalıp ona bakmaktadır. Bundan da büyük mutluluk duymaktadır.
Bu sayfalar süresince okuyucu hep romanın nasıl devam edeceğini merak eder. Yazar, sürükleyici bir dille olayları sırasına göre anlatır. Raif Eendi de defterinde bu sırayı asla bozmaz. Adeta okuyucuya “Sabırlı olun ve okumaya devam edin” demektedir.
Raif’in bu mutluluğu bir mektup alana kadar devam eder. Bir gün kaldığı pansiyona gittiğinde kendisine bir mektup geldiği söylenir. Raif mektubu alır ama okumaya bir türlü cesaret edemez. Bir korkuya kapılır. Neticede mektubu okur ve babasının öldüğünü öğrenir. Böylece Raif, gerçek dünyasına geri döner.
Maria ile konuşur. Türkiye’ye gitmek zorunda olduğunu anlatır ama gitmek de istememektedir aslında. Maria ani bir kararla kendisi de o akşam annesinin yanına Prag’a gider. En kısa zamanda bir araya gelmek için anlaşırlar.
Mektuplaşsalar da bir daha görüşemezler. Raif, sık sık mektup yazar. En kısa zamanda Maria’yı Türkiye’ye çağıracaktır. İşlerini düzene koyar koymaz evleneceklerdir.
Fakat belli bir süre sonra mektuplar azalır. Ve sonra da Raif’in yazdığı mektuplar alınmadı gerekçesiyle geri gelir.
Raif yıkılır. Maria’nın kendisini terk ettiğini, başka birini bulup onunla evlendiğini düşünür. Adeta onu suçlar. Artık dünyası tamamen değişir. Sevmediği biriyle evlenir. Ama Maria’yı hiç unutmaz. Unutamaz.
Kendisini gereksiz görmeye başlayan Raif Efendi tüm dünyadan ilgisini çeker. Kendini soyutlar. Kimseyle konuşmaz ve herkesten uzak durur.
Romanın son kısmında okuyucu Raif’e kızar. “O gelmediyse sen neden gitmedin?” diye sorar. Gerçekleri görüp bilmek, öğrenmek daha doğru değil miydi? Ama yazar romanın sonunu böyle kurgulamıştır. Yapacak bir şey yoktur:
“Kim olursa olsun, bir insanın yaşamakla ölmek arasındaki büyük köprüde çabalaması korkunç bir şeydir.” ( sayfa 53)
Maria’ya ne olmuştur? Neden mektupların ardı hemen kesilivermiştir? En kısa zamanda sevgilisine kavuşmak isteyen ve evlilik hayalleri kuran bir genç kız nasıl oldu da ortalıktan kaybolmuştur? Nereye gitmiştir? Kiminle olmuştur? Gerçekten başka birini mi bulmuştur? Başka biriyle mi evlenmiştir?
Bu kadar ulvi bir aşkla birine bağlı olan bir insan böyle birdenbire sevdiğini terk edip başka biriyle evlenebilir mi? Bu mümkün mü? İnsan bu kadar sevdiği birine bu kadar kolay, bu kadar çabuk ihanet eder mi?
Raif, hep bunları düşünerek ömrünü tüketir. Ta ki ömrünün son anlarına kadar gerçeği öğrenemez. Gerçeği öğrense de artık çok geçtir.
Gerçeği de öğrenmeniz için kitabı alıp okumanız gerekiyor. Böyle bir kitabı eğer hala okumamışsanız hiç durmayın yerinizden kalkıp derhal bir kitapçıya gidin ve Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnas’nı isteyip alın. Emin olun hiç pişman olmayacaksınız. Büyük bir zevkle, büyük bir keyif alarak okuyacaksınız:
“Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır, insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Hâlbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sukutu, ne inkisar kalır… Bu halimizle hepimiz acınmaya layığız ama kendi kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki ne kendimizi bu kadar büyük; ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur…” (sayfa 127)
Edebiyatımızda büyük ses getiren bu kitap, 1 milyondan fazla sattı. Türkiye’de bu kadar çok satan kitap pek görülmez. Üzerinde birçok araştırmalar, birçok makaleler, tenkitler, düşünceler yazıldı. Tabi son yazan da bu satırların yazarı oldu.
Bu romanı roman yapan ne idi de bu kadar çok beğenildi? Bu kadar çok konuşuldu? Yazarın anlatımı mı? Raif’in eşi benzeri görülmeyen aşkı mı? Maria Puder’in kendine olan inancı mı? Bilemiyoruz. Bildiğimiz şey bu romanın çok sevilmesi, üzerinde çok konuşulması ve konuşulmaya devam edileceğidir…
Aşk, bu kadar güzel anlatılabilir miydi? Yalnızlık bu kadar ilginç bir şekilde dile getirilebilir miydi? İnsanlardan kaçma, onlara yabancılaşma ve onlara uzak durma daha nasıl anlatılabilirdi?
Sabahattin Ali’nin bu eserini askerde iken yazdığı biliniyor. Gazeteye yetiştirmek için verdiği çaba takdire şayandır. Hatta attan düşüp kolunu incitmesine rağmen, çektiği o acıları giderebilmek için, elini sıcak su içinde dinlendirerek yazmaya devam ettiği söylenilenler arasında…
Kürk Mantolu Madonna, sadece Türkiye’de değil Dünya edebiyatında da dikkatleri çeken bir eser oldu. Birçok dilde basıldı. İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Hırvatça, Arapça, İspanyolca, İtalyanca gibi birçok dile çevrilerek yayınlandı.
Romana ilk eleştiri de Usta Şair Nazım Hikmet’ten geldi: “Kürk Mantolu Madonna, ben bu kitabı hem sevdim hem kızdım. Evvela niçin kızdığımı söyleyeyim. Kitabın birinci kısmı bir harikadır. Bu kısmın kendi yolunda inkişafı yani bir küçük burjuva ailesinin içyüzünü tahlili öyle bir haşmetle genişlemek istidadında ki, insan buradan ikinci kısma geçerken, elinde olmayarak, yazık olmuş, bu çok orijinal, çok mükemmel başlangıç ve imkân boşuna harcanmış, keşke bu başlangıç harcanmasaydı, diyor. Ben başlangıcı okurken yani Berlin’e kadar olan pasajı, senin benim anladığım manadaki realizmine hayran oldum. Beni dinlersen o başlangıcı almak ve kahramanın ölümünü kısaca tekrarlamak suretiyle o ailenin efradı ve eşhasının hayatları etrafında bir ikinci cilt, ayrı bir roman yapabilirsin, böylelikle de dinlemeye başladığımız harika musiki birdenbire kesilmiş olmaz. Gelelim ikinci kısmına, o kısım, başlı başına bir büyük hikaye olarak güzeldir ve böyle bir tecrübe gerek senin için gerekse Türk edebiyatı için lazımdı. Sen bu tecrübeyi başarıyla yaptın.”
Kitabın son mesajları da belleğinizde bir iz olarak kalıyor: “İnsanlar, birbirinin maddi yardımlarına ve paralarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtır. Bu olmadıktan sonra aile sahibi olmanın hakiki ismi, “ Birtakım yabancılar beslemek”ti. ( sayfa 206)
"Hayat, ancak bir kere oynanan bir kumardır." (Sayfa 220)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.