Kültürlerin Aydınlanma Süreçleri
Grek demek hilebaz, madrabaz vb. anlamlara gelir Batı havsalasında. Ve biraz da hırsız-hıyanat… Lidya’nın, Etrüsklerin, Pelasgların, Truva’nın bilumum Anadolu’nun, devamında Kafkasya-Türkistan hattındaki uygarlıkları (günümüz İtalya’sındaki Etrüsk uygarlığını istila eden Latinlerle birlikte) çalan Grekler ve bir yalan üzerine uydurulan Helen/Yunan efsanesi daha doğrusu masalı.. Pisagor bile Grek/Helen/Yunan adı her neyse bu kapkaççı uygarlığa ait değildir. Biraz kazısanız, araştırsanız altında İskit/Saka geçmişi ortaya çıkar. Tıpkı Rus kültürü, edebiyatı denen olgunun altında Tatar Türklerinin yatmasında olduğu gibi. Ortadoğu kültür ve uygarlığının temelinde Türkmenistan’ın Anav/Anau bölgesinden gelerek Sümer uygarlığını kuran Kengerler; Çin kültürünün temelini oluşturan Çu, Vey ve Tang Türkleri, İskandinav kültürünün temellerini atan Türkland’dan (Türk ülkesi) gelmiş Odin Ata, Almanya’nın, Fransa’nın destanlarında Türkler; Antik Mısır’ın çekik gözlü firavunları ve hatta mitoloji ile iç içe geçmiş Sebe uygarlığından tutun da Alaska’dan Şili’ye kadar giden hat boyunca oluşan kimi kültür adacıklarında bile Türk izleri görülmektedir.
Batı aydınlanması (Rönesans) denen olguyu bir bütün olarak görme yanlışına düşmemek gerekmektedir. Öyle ki Avrupa’nın -birçoğu sömürge olan- arka bahçelerinde (hinterland) ortaya çıkmış olan gelişmeler ulusal özellikler de taşır. İtalya’da sanat öne çıkar; Fransa’da felsefe; Almanya’da edebiyat… Ama ne edebiyat; basılan eserlerin üçte biri Latincedir hatta en ünlü edebiyatçıları arasında eserlerini Fransızca yazana bile rastlanır. Ortadoğu ile etkileşimde olan Türklerde özellikle de Osmanlı döneminde görülen Arapça etkisine benzer bir durum söz konusudur. Kaldı ki Slavlar/Ruslar için Bizans neyse Almanlar için de Fransa odur. Ve tabi Osmanlı için de Fransa… Burada Britanya adalar topluluğuna ayrı bir parantez açmamız gerekmektedir. Günümüz İspanya’sından gelen İberlerle başlayan kolonileştirme faaliyetleri, Kıpçak bozkırlarından (Deşt-i Kıpçak) yani günümüz Ukrayna’sından yola çıkıp, önce Avrupa’ya ardından da günümüz İngiltere’sine göçen savaşçı Keltler, Keltlerin ardından gelen Germanlar (Cermen), ardından Roma’nın paralı askerleri ve aileleri, ardından Saksonlar ve son olarak da Normanların kitlesel göçleri ile son şeklini almıştır. Son yüzyılda sömürgelerden gelip yerleşenler de cabası.. Günümüzün İngiltere’si, İskoçya’sı, İrlanda’sı görüldüğü üzere oldukça karma (kozmopolit) bir yapıya sahiptir. Nüfus birikimi (rezerv) tamamen Avrupa ve Asya (Keltler!) halklarına dayanmasına rağmen İngiltere ve avenesi hiçbir zaman kendilerini Avrupa’nın, Avrupa siyasetinin bir parçası olarak görmemişlerdir. Adalıların havsalasında anakarayla (Avrupa) ilişkiler komşuluktan öteye geçmez. Aydınlanma serüvenleri de farklıdır. Misal Fransa soyluları ortadan kaldırırken, İngiltere onları yeniden konumlandırmıştır. Kıta ülkelerinin aksine aydınlanma sürecinde sanayisi ile öne çıkmıştır. Şimdilerde bu özelliklerini Almanya’ya kaptırdıkları da bir gerçek!..
Keltler demişken… Kimi tarihçilerce İtil/İdil boylarından (dolayısı ile Türkistan’dan) Ukrayna’ya geçtikleri söylenen bu savaşçı halkın, Anadolu Türklüğü ve bunların siyasî birlikteliği olan Türkiye açısından oldukça önemli ve bir o kadar da gizemli bir geçmişi vardır. Keltler milattan önceki tarihlerde Alp Dağları’nı takip ederek önce Balkanlara, oradan da Anadolu’nun içlerine kadar gelmiş ve burada yani orta Anadolu’da “Galatia” diye anılan bir de devlet kurmuşlardır. Eskişehir-Kayseri arasında kalan geniş Anadolu bozkırları bir tarihte bu halkın adıyla anılmıştır. Dahası İstanbul’un Galata semti de bu savaşçı halkın yadigârıdır. Bitmedi. Orta Anadolu’ya gelen Keltler, bu yeni ülkeye günümüz İngiltere’sinde bırakıp geldikleri başkentlerinin adını vermişlerdir. Nedir başkentlerinin adı? Turkije/Türkije!.. Okunuşu ile diyecek olursak Turkiye/Türkiye… Tam da bu noktada bir soru soralım? Urmu (Urmiye) Gölü-Zağros Dağları taraflarından çıkıp gelerek Mezopotamya’da Turukku Devleti’ni kuranlar kimdi? Ya Turukkularla birleşerek Hammurabi’ye karşı savaşan Gutlar (Kutlar) ve Subarlara (Sabir/Sibir) ne buyrulur?!.
Grek ülkesi istila edilmiş. Grekler, Helen/Yunan efsanelerinin uzağında. Böyle bir durumda ne beklersiniz? Özgürlük, bağımsızlık, kahramanlık istekleri… Ama nerede? Filozofun biri çıkmış tam da bu zaman diliminde Epikürcülük yani “hazcılık” diye bir görüş ortaya atmıştır. Doğadan, yaşantıdan haz al… Daha doğrusu “karın hazzı”dır alınması gereken. Ve tabi kasık!.. Karnın doyuyorsa, kasığın çalışıyorsa senden mutlu kimse yok. Neyine devlet, neyine özgürlük, neyine onur-gurur?.. Sanırsınız ülke bir ahır, içindekiler de çayırda otlayıp, ahırda rahatlayan birer büyükbaş… Günümüzde de Batı’nın durumu üç aşağı beş yukarı böyledir. Batı kültürünün geldiği nokta toplumsal yarardan çok bireysel çıkara odaklanmıştır. Batı toplumlarında özgürlük bile para kazanma özgürlüğüdür. Para için bütün değerler feda edilebilir. Soygundan, soykırıma kadar her türlü insanlık suçu işlenebilir. “Tecavüz kaçınılmaz hale gelirse, zevk almaya bakacaksın.” diyen bir düşünce; sosyal deneylerde “Bilmem şu kadar para verirsem benimle yatar mısın?” sorusuna “Yatarım!” diye yanıt veren kadınlar… Aslına bakarsanız (hadd-i zatında) bu durumun şaşılacak bir yanı da yoktur. Zira ünlü Roma hukukunda kadınlar birer metadır. Babalar, erkek kardeşler, kocalar sıfırı tükettiklerinde aile üyeleri arasında bulunan kadınları satıp, sermaye yapabilmektedirler. Temeli çarpık, temeli sapkın bir kültürden başka ne beklenir ki. Armut dibine düşmektedir sonuçta. Kadını avret yeri ile tanımlayan; kadına “avrat” diyen Arap kültürünün de Batı kültüründen kalır bir yanının olmadığını söylememize gerek yoktur sanırım. Roma hukukunda bir-iki altın eden kadın, Arap geleneklerinde de birinci-ikinci diye adlandırılmaktadır sonuçta. Rabia (dördüncü) örneğinde olduğu gibi!.. Yeri gelmişken Türk/Osmanlı toplumunu bir süre meşgul eden Lale Devri’nin de bir tür Epikürcülük olduğunu belirtelim.
Doğu-Batı kültürleri, uygarlıkları hem birbirlerinin karşı (anti) tezleri hem de tamamlayıcılarıdır bir yerde. Bununla birlikte yadsınamayacak farklar, farklılıklar da yok değildir. Söz gelimi Doğulu bilginler (âlim) bilim (ilm) için servet harcarken; Batılı bilginler servet için bilimi harcamaktan çekinmezler. Öyle ya, dinamit ne için bulunmuştur, nerelerde kullanılmıştır? Nobel, mezarında ters dönmesin de ne yapsın? İki cephenin (block) birbirlerine bakış açıları da oldukça çarpıcı (schock, flash) benzetmelere (teşbih) kapı aralar. Misal bir zamanlar Doğu, Batı’yı yaban domuzu gibi görürken; şimdilerde Batı, Doğu’yu koyun sürüsü gibi görmektedir. Niye? Emirler, krallar, imamlar, şeyhler, ağalar diye giden ve binleri, on binleri, yüz binleri koyun gibi güden şarlatanların yanında-yönünde dönen, döneleyen aklını, vicdanını hatta ruhunu satmış dahası birey olmak şöyle dursun, mankurtlaşmış hödükleri başka hangi yaratılmış ile betimleyebilirsiniz ki? Gerçi bu benzetme koyunlara hakaret ama neyse...
Batı saldırganlığı da aslında aşağılanma dürtüsünün (kompleks) bir dışavurumudur. Kavimler göçüne karşı koyamamış; Haçlı seferleriyle emellerine ulaşamamış toplumların elinde kala kala Roma’nın, Akdeniz kıyıları ile sınırlı kalmış sözüm ona ihtişamlı geçmişi (mazi) ve bir de Greklerin, Asyalılardan özellikle de Türklerden çaldıkları -sözde- Yunan uygarlığı… Ateşli silahlardan yoksun Amerikalıları, Afrikalıları asıp-kesen hatta kimi yerde soylarını kurutan Avrupalılar, biraz özgüven depolayınca Asyalılara meydan okuma cüretini göstermişlerdir. Ama boşuna (nafile) bir diklenmedir bu. Çünkü Asyalıların karakteristiği, kültürü her zaman Avrupa’ya galebe çalmıştır ve çalmaya da devam edecektir. Avrupa ise hayal kurmaya devam edecektir. İşte size somut bir örnek: Fransa’da General De Gaulle’den, geçmişin (mazi) Napolyon’u, Sezar’ı olması beklenmiştir. Batı, bunu ummuştur bir yerde. Ama De Gaulle sıradan bir darbeciden, diktatörden ileri geçememiştir. Ne büyük bir hayal kırıklığı (sükût-i hayal) ama… Rusya’yı ele alalım. Kafkasya’da barış 1816’da General Yermolov’un göreve gelmesi ve tüm Kafkasya’yı pasifize etmek yani boyun eğdirmek istemesi ile bozulmuştur. Sonrası malûm… Bugün Yermolov’un adını Rusya’da bile hatırlayan yok. Ama Şeyh Şamillerin, Hacı Muratların, Ebulfez Elçibeylerin, Cahar Dudayevlerin hatırası birer bayrak olmuş, dalgalanmaktadır Kafkas dağlarında!..
Peki, ya Osmanlı?.. Aslında Osmanlı -Yavuz Selim ve bir parça II. Abdülhamid dönemleri hariç- Doğu’nun batısında değil; Batı’nın doğusunda yer alan bir devlet olmuştur. Kültürel anlamda Batılı ol(a)masa da siyaseten Avrupa devleti olmayı seçmiştir. Hatta Selçuklu’nun değil; Bizans’ın mirasına sahip çıktığını bile söyleyebiliriz. Misal Balkanlar, Anadolu’dan bile daha öncelikli, daha ağır basan bir konumda yer bulmuştur kendine. Bu gerçeği -Bursa hariç- mimarî eserlerin yoğunluğunda rahatlıkla görebilirsiniz. Kültürel aydınlanma da Balkan şehirlerinden başlamıştır hatta. Bu açıdan bakıldığında bir Selânik’in -üstelik de tek kurşun atılmadan- elden çık(arıl)ması Türk kültürünün aydınlanması, çağdaşlığı (modernite) açısından çok büyük kayıp olmuştur.
Günümüzde de Batı’nın ikircikli, kuruntulu tavırları sürmektedir ne yazık ki. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki dengesizlik de… Batılılar, İslâm ülkelerine karşı İsrail’i ileri karakol olarak kullandıkları için Bosna’nın da, Müslümanların Avrupa’daki ileri karakolu olacağından korkmuşlardır. İslâm inancındaki kıyamet belirtilerinden (alamet) biri sayılan Avrupa’nın ortasında bir İslâm devleti öngörüsüne gelince, bu devlet kıtanın kıyısındaki Bosna değil olsa olsa ortasında yer alan Macaristan olacaktır. Özellikle de -Rusya dâhil- Hıristiyan Batı’nın I. ve II. Dünya Savaşları’nda Macar Türklerine karşı sergiledikleri ikiyüzlü ve düşmanca tavırdan sonra Macarların kendilerini bu kültüre ait görmeleri mümkün olmayacaktır. Ayrımcılık, dışlanmışlık, haksızlık… diye giden tavırların olumlu tarafına gelince bu durum, Osmanlı’sız bir Avrupa’da iyice “yalnızlaşan” Macarların baba ocağına (Türkistan) dönmelerinin de yolunu açmıştır kuşkusuz.
Türkiye; küreselleşme denen siste yolunu, yönünü bulmaya çalışan bir ülke… Yüzyılın yalanı ve/veya yalan yüzyılının anıtsal madrabazlığı olan küreselleşme (globalization) gerçekten de kültürler üstü bir olgu mu? Yoksa sadece emperyalizmin yani yeni (modern) tarz sömürgeciliğin cilalı yüzü mü? Öyle değilse -sözde- uluslararası markaların ongunları, simgeleri (amblem) niçin kimi Batılı ülkelerin bayrağını, ulusal renklerini taşıyor?
Türk dilinin, bu dilin doğal sonucu olan Türk kültürünün Latinler, Grekler, Persler, Çinliler, -Selçuklular döneminde- Farslar, -Osmanlılar döneminde- Araplar ve yine geçen yüzyılda Rusların etkisiyle biraz yozlaştığı hatta gelişme seyrinin zaman zaman sekteye uğradığı da vakıadır. Bir Yunus Emre, Bir Karamanoğlu Mehmet Bey ve son tahlilde bir Atatürk olmasaydı bugün Anadolu Türklüğü ve onun hayat damarını oluşturan Türk kültürünün hali nice olurdu acaba? “Bir milletin kültür düzeyi üç safhada; devlet, düşünce ve ekonomideki çalışma ve başarılarının özüyle ölçülür.” diyen; “Asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, yüksek kültürde ve fazilette dünya birinciliğini tutmaktır.” sözleri ile de Türk milletinin millî ülküsünü işaret eden büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir önsezisi, öngörüsü, muştusu ile noktayı koyalım: “Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”
Aziz Dolu Atabey
Serik - 2020
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.