- 656 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hayat Bana Göz Kırpıyor
Belki şaşıracaksınız ama bugün yazacaklarım ne dil ile ilgili ne de toplumun değer yargılarıyla. Bugün kendimi aşmaya karar verdim. Kendimle ilgili bir olay anlatacağım. Kişisel paylaşımlarda kimileri yediğini, içtiğini kimileri de gezip tozduğu imrenilesi yerleri paylaşır. Benim o taraklarda bezim olmadığı için yaptığım son işle ilgili –ki benim için çok önemli ve büyük bir sorundu- bir olayı, kendimce becerimi yansıtmaya çalışacağım. Bu olay sonunda yaşadığım mutluluğu yazıya dökmek ve sizinle de paylaşmak istedim. Dedim ya, bugünkü konu: Maksat muhabbet olsun.
İnsanın, kendi işini kimseye muhtaç olmadan yapmasından dolayı duyduğu haz ve güven duygusu sonucu kendisiyle barışıklığı ve gurur yaşaması ne güzeldir. Bu duyguyu ancak yaşayan bilir. Hani derler ya “Anlatılmaz, yaşanır.” İşte bu yazımda anlatacaklarımın özünde bu var.
Yazdıklarımı okuma zahmetine katlananlar sona geldiğinde ya “Nasıl da övünmüş, havalara girmiş.” diyeceklerdir ya da benim gibi kendi işini yapma tutkunları “Ne güzel kendi çözümünü bulmuş.” diyerek benim duygularıma ortak olacaktır. Kim bilir belki de birileri “Biz de bir şey anlatacaksın zannettik. Boşuna okuduk, zaman harcadık.” diyebilir. Onlardan da özür dilemek boynuma borç olur.
Efendim! Yaşadığım talihsiz olaylar sonucu yaklaşık 5 yıl önce başıma gelenleri, rahatsızlığımı, tekerlekli sandalye ile seyahat(!) ettiğimi beni tanıyan hemen hemen herkes bilir. Bunda bir sorun yok. Üstelik güzel tarafı da var: Tekerlekli sandalyemin ne yıllık -iki taksit mecburiyetiyle ödenmesi gereken- vergisi var ne de benzine zam gelmiş, gelmemiş kim takar... Aküsünü doldurup bitene kadar dolaşabiliyorum. Daha ne olsun ki?
Başıma gelen bu olaydan sonra normal yaşantıma döndüğümde bir sorun gündeme geldi. Uzak bir yerlere gitmek istediğimizde bu tekerlekli sandalyeyi –ki yaklaşık 100kg- nasıl arabaya yükleyecektik… Buna çözüm arayışları içindeyken karşıma inanılmaz bir fırsat çıktı. Özel olarak imal edilmiş bir engelli aracının satışa sunulduğunu gördüm. Tam istediğim gibiydi. Oldum olayı büyük arabaları severim. Bu da tam gönlümce bir minibüs idi. Tüm aksamları özel tasarımlıydı. Sanki beni düşünerek yapılmış ve beni bekliyordu. Benim kullanabileceğim nitelikte olması gereken özellikler vardı. Aksi halde kullanmam yasaktı. En güzel tarafı da arka tarafta bir asansör olması idi. Her şey kendiliğinden (otomatik yani) bir düğmeyle çalışıyordu. Arka kapılar sırayla açılıyor ve asansör zemini yere iniyordu. Sonrası malûm. Bana düşen zeminin üstüne tekerlekli sandalyemle çıkıp düğmeye basmak, yükselince de arabanın içine girmek. Olmaya devlet arabada bir asansör gibi… Dahası da var. Arabanın tamamının fiyatı arkadaki asansör fiyatının yarısı kadardı diyebilirim. Dedim ya büyük tesadüf. Hani Allah’ın sevdiği kuluna eşeğini kaybettirip sonra buldurması gibi…
Giriş biraz uzadı ama bunları anlatmadan konu yavan olacaktı bağışlayın lütfen. Dediğim gibi bugün kendimden bir şeyler aktarmaya kararlıyım. Şimdi esas konuya geliyorum. Yaklaşık 4 yıldır bu araba benim hayatımın vazgeçilmezi oldu. Elim, ayağım derler ya… Benim için daha fazlasıydı. Sanırım beni anlıyorsunuz. Her sene bununla Türkiye’ye gidiyorum. İçine özel tasarımla yaptırdığım yatağımı, buzdolabımı vb ne gerekiyorsa doldurup yollara düşüyorum. Tek başıma yolculuğu seviyorum. Yeter ki müzik olsun. Hele Zeki Müren ve Emel sayın da yanımdaysa tutmayın beni. Onlarla muhabbet bir başka güzel. “Gözlerin doluyor gecelerime.” diyor Zeki abimiz. Peşi sıra yaklaşık yarım saatlik “Kahır mektubu” başlıyor. Arkasından Emel ablamız durur mu? Önce “Kemancı!” sonra “Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini.” ve daha neler neler. Yol mu dayanır benim Küheylan’a. (minibüsümün adı) Depo bitene kadar bizi durdurmak ne mümkün. İstisnası, ağrılarım başlarsa zorunlu olarak kenara çeker biraz yatıp dinlenmektir. Bu ağrılar benim bir parçam oldu. Onlarla da barışığım. Zaman zaman beni üzseler de sorun yok. Katlanmak zorunda kaldığım acılar, üçüncü ameliyatımda vidayı zorlayarak kırdıkları omurga kemiğimi onarmak(!) adına dördüncü ameliyat için bıçak altına yatmaktan daha iyidir. Dolayısıyla daha beterlerini bilmek ve şükretmekten bir an bile geri kalmamaya özen gösteriyorum. Hele ki isyan etmek aklımın ucundan bile geçmiyor. “Bu bana Allah’ın bir lütfu, vardır elbet bir bildiği.” diye tefekkür bâbında düşünceler eşliğinde “Her şeye rağmen mutluyum.” diyebiliyorum. Neden aksini düşüneyim ki? Nankörlük etmemek gerek. Bu halde yıllarca tek başıma gidip geliyorum en ufak olumsuzluk, sorun yaşamadım. İşime devam edebiliyorum. Kendi çapımda -eskisi kadar olmasa da- yapmam gerekenleri zorlanıyor olsam da kimseye muhtaç olmadan yapabiliyorum. Mutlu olmamak için daha başka ne istenebilir ki? İşte bu noktada sevincime, mutluluğuma neden olan becerikliliğime, yani esas konuya, girmenin zamanı geldi sanırım.
Arabam, dediğim gibi benim için ideal ötesi bir tasarım. Her şey çok uyumlu ve sorunsuz. Buna rağmen aldığımdan beri içime sinmeyen bir olumsuz tarafı vardı. Zaman zaman gaz pedalına, âdeta kamyoncuların ara gazı verdiği gibi arka arkaya iki defa basmazsam gaz akışı sağlamıyor, dolayısıyla arabanın seyri başlamıyordu. Bu her zaman olmuyordu. Olduğunda ise beni çok zor durumlara sokuyordu. Düz yollarda durup kalkmalarda büyük bir sorun olmuyor haliyle. Pedala iki defa arka arkaya basıp yola devam edebiliyordum. Sorun sadece arkadakilerin, sabırsızlıkla belki kornalarını çalma endişesi oluyordu. Neyse ki arabamda engelli işareti olduğu için genellikle sorun çıkmıyordu. İnsanların anlayışlı davranışlarını görmek ne güzel değil mi? Oysa yokuşlarda yaşananlar… Düşünebiliyor musunuz kocaman arabayla yokuşta kırmızı ışıkta durmuşsunuz ve kalkışa geçtiğinizde gaza basınca araba bana mısın demiyor, gaz yemiyor üstelik freni bırakmış olmanız nedeniyle geri geri kaçmaya başlıyor. Bu durumu yaşayanlar iyi bilir ter insanın olmadık yerlerinden boşanır. Eliniz ayağınıza dolaşır. Yılların tecrübesine rağmen bunu yaşamak zorunda kalıyorsunuz. Elinizde olmayan bu durum hiç hoş değil.
Şimdi diyebilirsiniz ki “Yıllardır bu işkenceyi yaşayacağına neden tamir ettirmedin?” Haklısınız. Doğrudur. Fakat bilmenizi isterim ki ettirmedim değil, ettiremedim. Yani bir çözüm bulamadılar. Burada, Frankfurt’ta ve Türkiye’de pek çok ustaya durumu anlattım. Özel servislerine gittim. Nafile. Hiçbir usta çözüm bulamadı. Dahası “Ayağınızı alıştıracaksınız, bu modellerin yapısı budur.” diye beni savuşturdular. Çaresi yok işte. Sanki ustalardan daha mı iyi bilecektim? Güzeli seven kusuruna katlanırmış misali ben de arabamın bu huyuna alışmaya, onu öyle sevmeye devam ediyordum.
Ehliyet aldığım günden beri sıradan işler için tamircilere gittiğimi hatırlamam. Yeri geldiğinde sağlam parçayı bile merak icabı söküp inceleyip takmışlığım vardır. Kendi arabamı tamir etmenin zevki bir başka oluyordu. Öyle de yapıyordum. Oysa bana bunları yaşatan, yanlış ameliyatlarla hayatımın akışını değiştirenler o şansımı da bana çok görmüş ve elimden almışlardı. Buna rağmen yine de eskisi kadar olmasa bile kendi çapımda kısıtlı işler yapabiliyorum.
Arabayı aldığımdan beri her gaza basışta beni huzursuz eden bu olaya çözüm bulmam şarttı. Aslına bakarsanız bir sürü özel sistemler olduğu için el atmaya da cesaret edemiyordum. Tamirciler gözümü korkutmuştu. “Sakın ellemeyin, elletmeyin. Başınıza büyük işler açılabilir.” demişlerdi. Ben de o nedenle bir türlü cesaret edip işe kalkışmıyordum. Buna rağmen artık iyice canıma tak etmişti. Buna mutlaka bir çözüm bulmalıydım. Çünkü bu benim mantığıma, teknolojinin geldiği aşamaya tamamen ters düşen bir durumdu. Kimseden fayda olmadığına göre kendim bir çözüm bulmalıydım. Daha fazla dayanamadım ve geçen hafta hazır hava da güzelken şu işe bir el atayım dedim. Arabanın içine girip pedalların olduğu yere belimi incitmemeye özen göstererek uzandım. Özel düzenek yaptırmıştım. Sağ bacağım felçli olduğu için gaz ve fren sistemini sol ayağa aktaran bir düzenek takılmıştı. Hatta bu nedenle ehliyetim iptal edilmiş yeniden sınavlara girip özel ehliyet almıştım. Neyse konuyu dağıtmayayım. O düzeneği ıkına sıkına söktüm. Hedefimdeki gaz pedalı ortaya çıkmıştı. Fiş girişleri, yani bir sürü kablo vardı. Bilinen tipik tel gerdirmeli gaz pedalı değil, elektronik sistemdi. Bunu görmek beni bir nebze cesaretlendirmiş daha da umutlandırmıştı. Çünkü elektronik benim ek mesleklerimden, tutkularımdan biriydi. O konuya çok aşina idim. Beynimde şimşekler çakmaya başladı. Pedalın devre girişindeki bu elektronik sistemde en ufak bir lehim atığı veya lehim çatlağı bile olsa arızaya neden olabilirdi. Bunun örneklerini radyo, TV, bilgisayar tamir ederken çok yaşamıştım. Bu düşünceye kapıldıktan sonra durmak ne mümkün… Hemen pedalı sökmeye başladım. Evet, zorlanıyordum; eğilmek bana acı veriyordu, ama sonucu düşündükçe acılarım vücuduma gülümsüyordu sanki. Nihayetinde pedalı sökmüş elime almıştım. Koltukla pedallar arasındaki sıkıştığım alandan yılan gibi sıyrılarak çıkıp öylesine belimi doğrultup bulutlara doğru derin bir nefes aldım. Onlar da süzülüşleriyle bir yerimi incitmeden söktüğüm için beni kutluyordu sanki. Ağrılarım benden uzaklaşmaya başladı. Ya da vücudumun salgıladığı adrenalin bana öyle hissettiriyordu. Artık her şey ellerimin arasındaydı. Şimdi sıra buna çözüm bulmaktı. Eve girdim ve oturdum sırdaş bilgisayarımın başına. İşin bu tarafı çok kolaydı. 3-5 dakika içinde aradığım parçayı, yani pedalı ikinci elden, çıkma olarak buldum. Ne yapmak istediğimi açıklama gereği duymuyorum, sanırım anladınız. Çok pahalı(!) olmasına rağmen 25€ bedelini hemen ödeyip sipariş verdim. Artık yapacağım tek şey beklemek ve dua ederek tahminimin beni yanıltmadığına bir an evvel şahit olmaktı. Yaş kemale erince günlerin ne kadar hızlandığını bilenler bilir. Buna rağmen beklediğim iki günlük süre bir türlü geçmek bilmemişti. İki gün sonra nihayet geldi. Hemen işe koyuldum. Gerekli aktarımları yapıp arabaya takmaya gittim. Sökerken yaşadıklarımı aynen yine yaşadım haliyle. “Güzel belim beni üzme, izninle şunu takalım.” diyerek yine yılan gibi yavaşça kıvrılıp araya uzanarak işe koyuldum ve olayı bitirdim. Pedalı yerine takmıştım ve her şey hazırdı. Sol ayağa yönlendiren parçayı da taktım. Şimdi sıra denemeye gelmişti. İçimde “Acaba!” duyguları hayal kırıklığına dönüşme ihtimaliyle çırpınıyordu. Hemen yola çıktım. Allah’tan virüs nedeniyle yollar boş. 1-2 km gidip zevkine durup kalkıyorum. Aman Allah’ım en ufak takılma yok. Defalarca denedim, zevkten dört değil sekiz köşeyim. Dur, kalk… Dur kalk… Olay bitmişti. Nasıl mutluydum anlatamam ve sözcüklere sığdıramam. Vücudumun hissetmeyi unutan küskün âzalarında bile coşku vardı sanki.
İşte olay buydu değerli okuyucularım. Başıomdan geçen bu kendimce övünülesi olayı anlatmak ve paylaşmak, dolayısıyla tekrar o anı yaşamak istedim ve yazdım. Buraya kadar okuduğunuza göre sabrınızdan dolayı teşekkürü borç bilirim. Sanırım yaşadığım sevincime de ortak olmuşsunuzdur. Sevinç, mutluluk dediğimiz duygular zaten paylaşınca güzel olmuyor mu?
Hayat bana hep göz kırpıyor. Ben de ona. Yenilgi ve yılgınlık bizim gibiler için hiç, ama hiç kabullenilesi bir duygu değil. Unutmamalıyız ki bir kapı kapanıyorsa mutlaka binlerce kapı aralanıyordur. Yeter ki kendimize olan güven duygusuna, kendimizle olan barışıklığımıza gölge düşürmeyelim. Yaşamak, öyle veya böyle; yaşamak, tükendiğimizi zannettiğimizde, dalından kırıp da suya koyduğumuz çiçek dalının yaşama tutunmak için saldığı kökler gibi yeniden hayata tutunabilmek için çaba sarf etmek; yaşamak, en ufak şeylerden mutluluk payı çıkarabilmek; yaşamak biz olabilmek.
Herkesin kendince noksanları olabilir. Önemli olan her şeye rağmen kendimizle barışık olmanın ve kendimizi sevmenin duygusal güzelliğinden yoksun kalmamamızdır. Bunu becerebildiğimizde yaradanı da herkesi de sevmenin kapısı sonuna kadar açılmış demektir. Dünyada bundan daha güzel hangi duygu olabilir. Sevmek, sevilmek…
Yazımın, sadece övünmek adına sıradan bir anı olarak kaleme alınmadığının bilincindeki duygularla değerlendirileceğine eminim. Satır aralarındaki fısıltılarımın yerlerine ulaşacağı umuduyla sonsuz selâm ve sevgiler. Sağlıcakla kalınız.
Tahsin MELAN / 26.03.20
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.