KARANLIK
Sessiz, ıssız bir boşluk içinde bulmuştu kendini. Olacakları hissetmiş gibiydi sanki. Bilmediği insanlar, alıp götürecekti onu bu gece. Neden kaçmıyordu ki o halde? Düşündü… Bir cevap bulamadı bu soruya. Umursamadı, üşendi belki de. Uzandı yatağına, kulağı saatin tik taklarında, tedirgince. Ne kadar zaman geçti bilmiyordu, dalıp gitmişti uykunun koynunda. Birden irkilerek, korku ve telaş içinde uyanmasına sebep olmuştu, giderek şiddeti artan gürültü. Doğruldu yatağında ve başını dizleri arasına aldı. “ Geldiler işte, işin bitti kızım!” diye düşündü. Böylece durup beklemeye başladı, geriye dönerler umuduyla. Korkudan titriyor, kulakları uğulduyordu. Ancak gürültü azalıp kaybolacağı yerde, giderek şiddetlenerek artıyordu. Evet! İşte gelmişlerdi. Karşısındaki gar dolaba saklanmayı bir an düşünse de bu fikri saçma bulup vazgeçti. Tüm cesaretiyle, ne olacaksa olsun dercesine çıktı yataktan. Titrek adımlarla koridora ulaşmış, kapının önünde beklemeye başlamıştı. Yumruk darbelerinden kırılacak hale gelmişti kapı. “ Bir dakika açıyorum!” dedi titrek bir sesle. Kapıyı açar açmaz, kim ve neci olduklarını bilmediği iki kişi, bir hışımla üzerine yürüyüp, yüzü koyun yere yatırdı. Biri ellerini kelepçelerken; diğeri “Sus konuşma!” diyerek defalarca ikaz ediyordu. Oysa korkudan ağzını bile açmamıştı. “ Kaldırma başını, sakın kaldırma!” uyaran sesin sahibi, sertçe başına vurdu postalıyla.
Canı çok yanmış, ne yapacağını bilmez halde, hareket etmeden öylece yatıyordu. Neler olduğunu sadece gelen seslerden anlamaya çalışan genç kadın; sürekli bir koşuşturmanın hâkim olduğu evde, Sağa sola eşyaların fırlatıldığını, bir şeylerin devrildiğini anlamıştı. İki kuvvetli el tarafından ayağa kaldırıldı sonra. Şiddetli bir baş dönmesi esir almıştı. “ Eğ başını, bakma sakın!” tehdidiyle toparlamaya başladı kendini. Evden çıkardılar, iki koluna girerek. Gece yarısını çoktan geçmiş olmasına rağmen apartman sakinleri uyanmış, kapı aralığından olup biteni korku ve merak içinde izliyor, hiçbiri sesini çıkarmıyordu yaşananlara. Kendisini aşağıya indirenler, kapılarını kapatıp içeriye geçmelerini emretti ve kıza “ Yürü, kaldırma başını! Zorluk çıkarma, yolumuza gidelim, yoksa canın yanar!” diyerek onu, bekleyen beyaz bir arabaya bindirdiler. Yol bir türlü bitmiyordu, boynu tutulmuştu. Gözlerini bağlasalardı ya filmlerde olduğu gibi. Neden, niçin ve nereye götürüyorlardı? “Beni öldürecekler mi, yoksa ömrümü hapishanede mi geçirteceklerdi? Suçum neydi?” diye düşünmekten başına ağrılar saplanıyordu. Oysa hayat ne de güzel görünüyordu ona şimdi. Sahilde simit yemek, martılarla paylaşmak, bir kafede oturup gönlünce çayını yudumlarken kitap okumak veya boş boş oturup arkadaşlarıyla çene çalmak… Ne büyük lütufmuş meğer.
Fren sesiyle sıyrıldı hayallerinden. “ Haydi in bakalım!” dedi bir ses. İşte o an üzerinde pijamalarının olduğunu fark etmişti. Öyle apar topar getirmişler, üzerini bile değiştirmesine müsaade etmemişlerdi. İki kişinin, koluna girerek eşlik etmesiyle bir odaya getirip bıraktılar genç kadını. Bir zaman sonra, gürültülü kadınlardan oluşan bir grup getirildi odaya. İçlerinden birisinin kendisini dikkatlice süzdüğünü görünce, hemen kaçırdı bakışlarını bu çarşaflı kadından.
-Senin suçun ne gız! Söyle bakayım.
-…
- Sana diyorum hey! Ne o cevap vermeye tenezzül mü etmiyorsun?
- Şeyy… Neden getirildiğimi bilmiyorum.
-Bilmiyormuş, duydunuz mu bacılar?
Bir kadın karıştı konuşmaya, nefret dolu bir ses tonuyla;
-Bilmezsin tabii. Sizin gibiler yüzünden cennet gibi vatanımız cehenneme döndü. Ama göreceksin, sizin gibi dinsiz imansızlardan temizleyeceğiz bu ülkeyi! Size kalmaz bu ülke!
Genç kadın bu sözlere anlam yükleyememiş, sadece susmakla yetinmişti. Gürültü üzerine kapıyı sertçe açıp, başını uzatan genç, esmer delikanlı;
-Susun be susun! Sizi mi dinleyeceğiz bütün gün! Diye bağırdı.
-Sen! Kalk bakalım sorguya gidiyorsun. Dedi genç kadına.
Uzunca bir koridordan geçip, alt kata indiler, esmer delikanlıyla, genç kadın. Fazlaca loş, ancak ucunda aydınlık görünen bir yere doğru ilerlemeye devam ettiler. Nihayet bol ışıklı, oldukça ferah görünen kısma gelmişlerdi. Köşede kestane renkli bir büyük masa, deri koltuğunda oturan bir adam ve karşısında iki sandalye vardı. Mekân oldukça sade düzenlenmişti. Esmer delikanlı, kadını bırakıp, saygıyla eğilen başıyla selam verip, ayrıldı oradan. Masanın başındaki, kel sarkık kalın bıyıklı, oldukça kilolu adam, başını hiç kaldırmadan;
-Oturun lütfen! Dedi.
-Eveeetttt! Diyerek derin bir nefes aldı ve arkasına yaslandı.
-Sence neden buradasın?
-Bilmiyorum.
-Bilmiyor musun? Ama biz her şeyi biliyorsun diye umutlarımızı sana bağlamıştık. Oldu mu ya şimdi!
Hiçbir şey anlamayan kadın sessizliğini korumaya devam etti. Bu sessizlik öfkelendirmişti adamı;
-Bilmiyormuş! Vatanı milleti bölerken de mi bilmiyordunuz?
Kadın hayretler içindeydi, neden kendisinin bundan haberi yoktu ya peki? Ve alaycı bir gülüş birikti al al yanaklarında. Kahkaha atmamak için kendisini zor tutuyordu.
Konuş! Konuşmazsan şayet biz seni bülbül gibi öttürmesini de biliriz!
-Ben… İnanın ki … Sözlerinizden hiçbir anlam çıkaramıyorum. Neyle suçlandığımı bile bilmiyorum. Bir suçum yok ki. Neden buradayım. Bırakın da evime gideyim.
-Ne o, sıkıldınız mı? Oysa daha yeni başladık!
Telefon açıp, genç kadının anlamadığı bazı talimatlar verip, kapattı.
-Evet hanımefendi, rica ettim. Sizinle özel olarak ilgilenecekler.
Tekrardan gelen esmer delikanlı, kadını kaldırıp, iki kat daha aşağıya, kapkaranlık bir koridora getirdi. Hiçbir şey göremiyordu. Titremeye başladı korkudan.
-Bırakın! Ben bir şey yapmadım. Yemin ederim ki yapmadım! Deyip hüngür hüngür ağlıyordu.
-Ben bilmem. Derdini içeridekilere anlatırsın. Diyerek, onu zifiri karanlık bir odaya soktu. Bir sandalyeye oturttu. Bulunduğu odada hiç ses yoktu. Yalnız olduğuna inandığı anda, birden o tanıdık sesle irkildi.
-Ben sana uslu kız ol, bizi yorma demedim mi? Anlat bakalım şimdi, ne biliyorsun?
-Neyi anlatayım? Dedi ürkek bir sesle.
-Bak kızım, adamı dinden imandan çıkartma! Her şeyi biliyoruz! Akın Celal nerede? Sesin sahibi gittikçe öfkeleniyordu.
-Yakınlığınız ne? Anlat, konuş!
Başını sürekli çevirerek, sesin geldiği yönü arayan kadının suratında şiddetli bir ışık patladı. Ellerini yüzüne siper ederek karşısındakini görmeye çalıştıysa da başaramadı. Birisi gelip ellerini arkadan bağladı. Oda da yalnız olmadıklarını anlamıştı genç kadın.
-Cevap versene lan! Diye kükreyen adam, kadının suratına şiddetli bir tokat attı. Tokatın etkisiyle afallayan kadın;
-Neye?
-Dalga mı geçiyorsun kızım sen bizimle! Akın Celal nerede?
-Tanımıyorum…
-Yalan söyleme sürtük! Sevgilin olduğunu biliyoruz. Söyle, o vatan haini nerede?
-Bilmiyorum. Akın’ı uzun zamandır görmedim.
-Hani tanımıyordun sürtük! Deyip tekrardan tokat attı.
-Anlat nerede o?
-Bilmiyorum, yemin ederim ki haberim yok.
-Yalan söyleme! Örgütle bağlantın var! Evinde birtakım kitaplar, bilgisayarında belgeler bulduk. Akınla alakalı çoook şey var elimizde anlayacağın, kaçış yok! Dedi alaycı bir gülüşle.
-Ne örgütü? Ben örgüte falan üye değilim. Nerden çıktı bunlar!
-Nesin lan sen o zaman ? Kime uşaklık ediyorsun!
-Hiç kimseye! Ben normal, sıradan bir vatandaşım. Hepsi bu. Yemin ederim ki hiçbir suçum yok!
-Vatandaşmış! Madem öyle İstiklal Marşımızı biliyor musun? Oku bakalım!
İlk iki kıtasını zaten herkes biliyor ya da törenlerde mırıldanabiliyordu. Dikkatlice okudu ilk iki kıtayı ve devam etti diğer kıtalarına zar zor ve hatta aralarına sevdiği şiirlerden de ilaveler yaparak. “Şimdi yumruk geliyor!” Derken;
-Tamam, aferin. Şimdi de Atatürk İlkelerini say bakalım.!
Genç kadın şaşkına döndü. Adamlar İstiklal Marşını bile bilmiyor, bilmediği halde ona sorabilme cüretini gösterebiliyorlardı. Cesaretlenerek, altı maddeyi sıraladı bir çırpıda ve içerik hakkında da bilgi vermeye başladı nefes nefese. Karşısında, cahil insanlar olduğuna artık emin olmuştu kadın.
Genç kadını bir yerden alt etmeye çalışan adam;
-Laik misin sen söyle bakalım?
-Evet!
-Müslüman mısın?
-Evet!
-Say lan İslam’ın şartlarını!
Zihnini kısa bir süre zorlayan kadın, sıraladıkça sıraladı bir çırpıda. Bu konuda da tam bilgileri olmadığı kesinlikle ortadaydı. Kafası karışan adam şaşkın bir sesle devam etti.
-Tamam tamam Madem Müslümanmışsın, namaz kılıyor musun?
-Evet evet kılıyorum! Dedi heyecanla.
Sustular. Oysa kadın en son ne zaman namaz kıldığını bile hatırlayamamıştı. Buraya kadar genç kadını köşeye sıkıştırmayı başaramayan adamlar iyiden iyiye öfkelenmiş, ellerine geçecek bir koz arıyorlardı.
-Kılıyormuş! Yalan söyleme lan! Madem kılıyorsun da ne diye kıçın başın meydanda geziniyorsun ortalıkta?
-Özür dilerim. Dedi genç kadın. Kendi yanıtını komik bularak.
-Özür dilermiş! Sürtük! Sana burada neler yaparım, kimsenin ruhu duymaz! Akıllı ol lan! Birden yılışık bir ses tonuyla ;
-Söyle bakayım bakire misin sen?
Böyle bir soruyu bekleyemeyen genç kadın, şaşkınlıkla, tecavüze uğrayacağı düşüncesiyle, korkuyla sindi.
-Söylesene yavrum biz bizeyiz. Ses gittikçe mide bulandırıcı bir hal alıyordu.
-Ayıp bu yaptığınız !
Bu diklenişinin karşılığı, üst üste suratında patlayan tokatlar oldu. Kaşı yarılmış, ılıkça akan kan tadını ağzında hissetmişti.
-Yatmadınız mı siz Akınla?
-Yatmadık!
-Niye erkek değil miydi lan bu Akın? Böyle karıyı bulmuş da…
Kahkahayı patlatan adama diğerleri de eşlik etmekten geri kalmıyordu. Kadının arka tarafına geçti arsızca. Nefesi iğrenç kokuyordu, midesini bulandırdı kadının. Birden taciz etmeye başlayınca, genç kadın var gücüyle çırpınıp, avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Öfkelenen adam acımasızca peş peşe yumruk atarken, diğerleri de tekmelemekten geri kalmıyordu. Kendinden geçen kadın yere yığılıp kaldı, bayılmıştı. Gözlerini açtığında karanlık bir yerde buldu kendini. Etrafta kimsecikler yoktu, en ufak bir tıkırtı dahi duymuyordu. Hücreye kapatıldığını anladı. Çok acımasızca dövülmüş, müthiş bir ağrı sızı içindeydi. Buradan hemen kurtulmalıydı. Yoktan yere karşılaştığı bu muameleden aklını kaçırmak üzereydi.
Karanlık, çok karanlık ve soğuktu burası. Karanlıklar dostu, sığınağı olmuştu. Evini düşündü birden; kim bilir ne hale getirmişlerdi. Ne kadar zaman burada kaldı hiç hesap edemedi. Arada sırada haykırışla inleyiş arası sesler duydukça gözlerini açıyor, kulaklarını korkuyla, elleriyle kapatıyordu. Bir hayli zaman sonra demir kapı gıcırdayarak açıldı. “Kalk haydi sorguya gidiyorsun!” Dedi bir ses. Bu kez o sandalyeye oturduğunda , kadın sesiyle karşılaşmak sevindirmişti onu.
-Evet güzelim, konuşmamaya devam mı?
-Ben, bakın daha önce de söyledim, benim hiçbir suçum yok.
-Peki, tamam. Akın nerede onu söyle o zaman?
-Yemin ederim bilmiyorum.
-Bak sağ çıkamazsın buradan. Çıksan bile intiharın eşiğine getirirler seni. Bak kızım, aklını başına al!
-Üç yıl oldu görmedim onu. Dedi kadın ağlayarak.
-Konuşsana be sürtük! Dedi omuzlarını sarsarak, iğrenç sesli adam.
Sinirleri iyice bozulmuş olan kadın, sesi kısılana kadar ;
-Bilmiyorum! Bilmiyorum! Bilmiyorum! Bilmiy…
Defalarca bağırıp histerik kahkahalar atıyordu. Bunun üzerine iğrenç sesli adam;
-Çıkın lan hepiniz. Ben bunu nasıl konuşturacağımı biliyorum!
Çığlık çığlığa haykıran genç kadın, kendi sesinden ürkmüştü.
-Bağırma lan sus! Diyerek ağzını kapatmaya çalışıyordu. Can havliyle, adamın kocaman elini acımasızca ısırınca, yumruk ve tekme darbeleriyle düştü yere; kan revan ve acı içinde. Adam acımadan, öldüresiye tekmeler atıyordu.
-Bırak bırak! Öldürecek misin karıyı?
En son duyduğu sözdü.
Gözlerini açtığında tekrar hücresinde buldu kendini. Burası genç kadının sığınağıydı. O iğrenç sorguyu yaşamaktansa buradaki karanlığında, sessizliğinde ölmeyi tercih ediyordu. Artık, iyiden iyiye unutulduğuna emin olduğu zamanlardan birinde, demir kapı gıcırdadı. Birisi kollarından çekip dışarıya çıkardı. “Bu sefer kaçısın yok, her şey bitti!” Diye düşündü. Ama öyle olmadı. Buraya getirildiği ilk gün karşısına çıkarıldığı, kel-şişman adamın karşısındaydı yine. Aydınlıktan rahatsız olmuş, karanlığına dönmek istiyordu.
-Eveeetttt! Deyip, derin bir nefes alarak arkasına yaslandı şişman adam.
-Hanımefendi, sanırım bir karışıklık olmuş , sizi fazlaca misafir etmişiz. Şu an için bir suçunuzun olmadığı anlaşılmıştır. Arkadaşlar belli ki iyi ağırlamışlar sizi. Çok iyi görünüyorsunuz! Eminim ki dışarıda övgüyle bahsedeceksiniz bizden. Yoksa kim ister buraya bir daha düşmeyi?
Bu sözleri dudağının kenarındaki alaycı bir tavırla, gözlerinin içine bakarak söylemişti. Açıkça tehdit edildiğinin farkındaydı elbette kadın. Birden;
-Bugün ayın kaçı? Diye sordu.
-25’i.
23 gündür buradaydı demek ki. “Niye kimse aramadı ki? Şimdi nasıl çıkacağım buradan, eve nasıl gideceğim?” Diye düşünmeye başlamıştı.
-Ben, serbest miyim?
-Evet, şuraya imza atınca kuşlar kadar hürsünüz!
İmzayı attıktan sonra;
-Şey… Lavaboyu kullanabilir miyim?
-Elbette, devlet malıdır! Kullanın. Dedi gülerek.
Topallayarak yerinden kalkan genç kadına, kapının önünde bekleyen bir kadın yardımcı oldu. Lavabonun aynası önünde durdu bir süre. Aynaya bakmaktan çekiniyor, yirmi üç gündür görmediği bu yüzden korkuyordu. Tüm cesaretini toplayıp baktı yüzüne, tanıyamadı önce. “Ne olmuştu yüzüne böyle?” Ağlamamak, bağırmamak için zor tuttu kendini. Sesini duyarlarsa, tekrar sorguya alınmaktan ürkmüştü. Lavabodan çıkıp, dışarda bekleyen kadının yanına utana sıkıla yaklaştı;
-Beni buraya apar topar getirmişlerdi. Şey… Yanımda hiç para yok. Eve nasıl giderim bilmiyorum. Deyip başını öne eğdi.
Kadın hiç tereddütsüz, cebinden yirmi lira çıkarıp uzattı. Acıyan bakışlarında, merhamet ve şefkat vardı.
Binadan çıkana kadar, arkasından bir sesin her an “DUR!” Diye sesleneceği endişesiyle adımlarını sıklaştırdı. İşte özgürdü… Sokaktaydı artık. Üstünde hala pijamaları, gökyüzünde paylayan güneş, etrafta onlarca insan koşuşturmacası…Halinden utanmış, elleriyle yüzünü kapatmıştı. Bir an önce buradan kurtulması gerektiğini düşünüp, derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalıştı. Köşedeki sokaktan bir taksi çevirdi. Kapısını açıp içine oturacakken dengesini kaybetti bir an , düşecek sandı. Taksici;
-Abla yardıma ihtiyacın var mı? Kötü gözüküyorsun. Dedi.
-Çok iyiyim.
Yanıtını verip. Koltuğa geçip oturdu. Yol boyu arabaları, insanları, martıları, denizi, gökyüzünü seyretti dudağında ince bir tebessümle.
BENGÜL ALKAN