- 376 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Meleklerdir mühletin sonu...
Yakınlarda bir dostum iyiliklerine nankörlükle karşılık vermiş kardeşinden şikayette bulundu. Teferruatına girmeyeceğim. Yapageldiği fedakârlıkların sonuncusunda masrafını üstlenerek onu çetin bir beladan kurtarmak da vardı. Nihayet uygun gördüğü bir ortamda ’kötü arkadaşlarını terkedip toparlanmasını’ nasihat ettiğinde o kardeşi şöyle demişti: "Senin de nasihatten başka faydan yok!" Bu bütün ipleri koparmıştı. Artık katiyyen görüşmüyorlardı. Dostum yıllardır süren çabasının hiçbir kıymet-i harbiyesi olmadığını bu tek cümlede nihayet anladığını söylüyordu. Muhatabının ümitsiz vaka olduğunu kabul etmişti. İlgilenmeyecekti.
Bu meseleye dair daha önce birşeyler karaladım mı? Doğrusu tahattur edemedim. Arşivimde ’kullanmış olabileceğim kelimeler’ üzerinden yaptığım aratmada da çıkmadı. Hicr sûresinin başka ayetleri üzerine yazmışım, elhamdülillah, amma 6-8. ayetler yok. Eğer tekrara düşmüşsem farkedenler affetsinler. Bu kardeşlerine de ’daha berrak bir hafıza sahibi olmasın için’ dua buyursunlar. Hem duada da ellerini sıkı tutmasınlar. Bunun dilenciliğinden utanılmaz. Ben de utanmam. Musa aleyhisselamın acz u fakr mesleği üzereyiz: Verilecek her hayra muhtacız.
Hakkında konuşacağım fikrimi epeyce meşgul eden bir meseledir. Nedir? En güzeli kısacık bir meali hemencecik paylaşmak: "Dediler ki: ’Ey kendisine Kur’an indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun! Eğer doğru söyleyenlerden idiysen bize melekleri getirmeliydin.’ Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman onlara mühlet verilmez." Bu celalli/haşmetli manalar üzerine düşünürken şöyle sorardım kendime: "Kıyamet koptuğunda veya azap günü geldiğinde veyahut eceller kavuştuğunda ’mühlet verilmemesini’ anlamak bir parça kolay. Çünkü iş işten geçmiş oluyor. Süre dolmuş oluyor. Ancak melekler geldiğinde neden artık mühlet verilmiyor?" Vereceğiniz güzel cevabı duyar gibi oluyorum: "Çünkü o melekler de vaadedilen azabın elçileri olacak. Sair peygamber kıssaları bize öğretiyor ki: Azap meleklerinin gelişi kavimlerin sonlarına işaret eder. Bu da elbette zamanlarının dolduğunu gösterir. Bunu mu bilemedin a akılsız çocuk!"
Doğru. Bu cevabın hakikate işaret ettiğini biliyorum. Allah imanından ayırmasın. Ve lakin yine başka birçok ayette de ’mucizelerin ardından gelecek azabı’ okuyorum. Mesela Şuara 204’ün kısacık bir mealinde buyruluyor ki: "(Durmadan mucize talebiyle) onlar bizim azabımızı mı çarçabuk istiyorlardı?" İşte, biraz da bu gibi manalardan hareketle, yani ’mucizeler’ ile ’melekler’in azap öncesi kardeşliğinde başka birşeyler daha sezinliyorum. Allahu’l-a’lem. Elbette bu benim bir sezgimdir. En doğrusunu el-Mütekkellim bilir. Şunca kayıtlar altında kalbime geleni kardeşlerime dökersem: Galiba hem mucizelerin hem de meleklerin gelişinde ’iyiliklerin en sonuncusu olma’ sırrı var. Tıpkı yazıya başlarken aktardığım misalde olduğu gibi. Yani onların delaletleri o kadar açık ki ’kuru inaddan’ veya ’karaktersizlikten’ başka hiçbirşey muhatabını dalalette tutamaz artık.
Bunun birçok misalini gündelik yaşamda biz de tecrübe ediyoruz. Bazen bir insan hakkında güçlü/inatçı ümitlerimiz oluyor. Bu ümitler elbette türlü olumsuzluklara direnen ’acaba’larımıza yaslanıyor. Fakat en nihayet ’kıymeti bilinmeyen büyük bir iyiliğimiz’ yıllardır kabullenemediğimiz hakikati kabullenmeyi sağlıyor: "Senden adam olmaz!" Ve gemileri yakıyoruz. Geçmişi siliyoruz. Dostluğu bitiriyoruz. O insanı dünyamızdan çıkarıveriyoruz. Görünüşte bu ’son olayın sonucu’ olarak şekilleniyor ama aslında yaşananda ’bardağı taşıran son damla olma’ özelliği var. Hatta başka biri hakkında yaşanıyorsa şöyle cümleler kurabiliyoruz mesela: "Melek gibi arkadaşının kıymetini bilemedin ya. Daha da sana birşey demiyorum. Ne halin varsa gör!"
Elbette Cenab-ı Hak ilm-i ezelîsiyle bizim ne menem karakterler olduğumuzu biliyor. Akıbetimizi biliyor. O mucizelere/meleklere ne karşılık vereceğimizi biliyor. Yoksa, hâşâ, Onun sonradan birşey öğrenmesi mümkün değil. Böylesi bir kusurdan Alîm Rabbimizi tenzih ederiz. Fakat, mevzuun âdemoğluna/kızına bakan yönünü konuşursak, mucizeler/melekler gelinceye kadar insanın ’acaba’ diyebilme hakkı bir parça saklı kalıyor gibi. O yüzden de hemen azaba uğratılmıyor zaten. Mühlet tanınıyor. Tebliğde bulunuluyor. Bekleniyor. Lakin kâfir karakteri kem tiynetini, azabı haketmişliğini, cehenneme layık bir odun olduğunu tastamam ortaya çıkaracak o son damlayı aranıyor da aranıyor. İstiyor da istiyor. Zorluyor da zorluyor. Hani Kur’an’da sık sık görürüz. Kâfirler azaplarının çabuklaştırılmasını isterler. Bu da o türden bir salaklığın parçası gibi. Mucizeler/melekler tebliğe dahil olduğunda karne zamanı da gelmiş demektir. Mucizeler gibi apaçık delilleri dahi reddedebiliyorsa o densizler, demek ki melekler gelecektir, inkârın kısacık mühleti de ortadan kalkacaktır. Zira ihtiyar elden alındığında imtihanın süresi dolmuş demektir.
Yani bu yaşananlarda, hâşâ, birşeyler öğrenen Cenab-ı Hak değil. Biziz. Nasıl, ne şiddette, ne türden bir ahmaklıkla azabı hakedebildiğimizi görüyoruz. Bırakın hidayete gelmeyi, süre kazandıracak ’acaba’lara bile sabredemiyoruz, öyle saçmasapan bir durumdayız. Yine yukarıdaki misale dönüp konuşursam: "Sağolasın!" desek daha çokça iyiliğini göreceğimiz kardeşimizi dahi "Senin de nasihatten başka faydan yok!" diyerek küstürebiliyoruz. Bu derece kapanabiliyoruz. Mühürlenebiliyoruz. Evet. En nihayet demem o ki arkadaşım: Kur’an’ın üslûbunda öyle bir harikalık var ki, kâfir bile okusa, "Hakediyoruz arkadaş!" der. "Bu aptallığa ne kadar yansak azdır!" Çünkü üslûbun kaçınılmazlığı böyle söyletir. En kör nefisli olanlara bile böyle dedirtir. Ben de kendimce böyle bir ders aldım. Kusur ettimse Rabb-i Rahim’imden affımı dilerim. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.