- 708 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Kur'an'da boşluk var mı?
Geçenlerde İbrahim sûresini okurken birşey dikkatimi çekti. Sizinle de paylaşmak istiyorum. Zira böyle şekerlere ne kadar çok dil değse o kadar tatlanırlar. Başka türlü paylaşmalar paylaştıkça paylaşılanı azaltırlar. Amma marifetullaha dair her neyi paylaşsak paylaştığımız sayısınca bereketlenir. İnşaallah. Şu da doğrudur: Zulmetli şeyler sahiplerinde kaldıkça birikirler. Amma nuranî şeyler öyle değildir. Onlar ışıldadıkça çoğalırlar. Evet. Elhamdülillah. Ancak aydınlatmasıyla güneşin hazinesi bilinir. Ben de o Rahman u Kerîm’den fehmime bağışladığı hediyeyi kardeşlerimle bereketlendirmesini dilerim. Âmin.
Fakat, bir saniye, önce sizi elinizden tutup bir parça Yunus sûresinin bahçesinde de dolaştırmalıyım. Çünkü orası da bu bala bir kaymak sürecek. Hazmına kolaylık sağlayacak. Evet. Yusuf sûresi, ’kıssaların en güzelini’ aktardıktan sonra, son ayetinde âdeta bir ’sıçrama’ yapıyor ve icmalî bir mealiyle buyuruyor: "Ey Rabbim! Mülkten (nasibimi) verdin ve (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat!"
Şu karşılaştırmamı hoşgörün lüften: Biz, küçük yaşlardan itibaren, dinlediğimiz/okuduğumuz masallardan ne öğrendik şimdiye kadar? Yani, herşey en nihayet tatlıya bağlandığında, entrikalar bitip mutlu sona ulaşıldığında, zorluklar aşıldığında ne der bize beşerin kurguları: "Sonsuza dek mutlu yaşadılar!" Bütün masallar bize böyle söyler. Çünkü onlar dahi devamsız mutluluğun ’mutluluk’ olmadığını bilir. Aşk-ı beka her mutlu sonun ardından ağzı kulaklarında gülümser. Arsızca diklenir. Ve hayalimizi kendine heyecanlandırır: "Beni iste. Beni de düşle. Yoksa bu mutluluğun tadı damağında kalacak!" el-Hak. Haklıdırlar da bunu söylerken. Zira, Bediüzzaman’ın da kendi çocukluğundan misal verdiği gibi, en küçük yaşlarımızda dahi mutluluğun ancak sonsuzlukla olduğunu biliriz. Tıpkı onun gibi derinlerde bir yerde "Cehennem de olsa beka isterim!" deriz. Bunu fıtratımıza söyleten hiçliğin korkusudur.
Yusuf aleyhisselamsa kıssasında böyle yapmıyor. Kıssaların en güzeli, pek de güzel bir sonla bitmesine rağmen, dilimize bir hüzün dokunduruyor. Yok. Zulmetmeyelim. Hüzün değil bu aslında. Fakat masal dinlemeye alışmış seküler kulaklarımız bu tarz neşeye yabancı. Dünyada herşeyin olup bitmesini talim etmiş nefsimiz bu ümidi yadırgıyor. Zira Yusuf aleyhisselam gamlarının hasadını tam alacağı makamda tarladan yüzünü çeviriyor: "Beni müslüman olarak öldür!"
Mürşidim, öğrencisi Hulusi Yahyagil merhuma yazdığı bir mektupta, bu kıssaya dair kalbine gelen bir nükteyi "Kur’ân’a ve imana ait herşey kıymetlidir. Zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür..." diyerek paylaşıyor:
"Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zevâl ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemâl-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere eyvah dedirtir. Halbuki şu âyet, kıssa-i Yusuf’un en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun."
Yani, arkadaşım, kıssa bize bir ’sıçrama’ yaptırdı. Çünkü büyük uyanışlar ancak böyle olur. Büyük metinler böyle terbiye eder. Bunların söyleyişi öyle bir zirveye ulaşmıştır ki, bir hakikati, yüz cümlede boğmazlar bizim gibi. Haybeye gezdirmezler. Bir sıçramada yüz hakikati tek cümleye sığdırırlar. Hatta bir boşluğa sığdırırlar. Boşluklarıyla da konuşurlar. Buraya sığdırılan da binlerce yıldır dinlediğimiz masalların yıkıntısıdır. Dünyanın balı bal değildir. Düşü düş değildir. Saadet bu dünya şartlarında tastamam mümkün değildir. Akıllı olan yüzünü ötenin tarlalarına çevirerek oraların hasadına talip olur. Yani, tabir-i caizse, diyebiliriz ki: Şu iki ayet arası geçiş bütün ideolojilere karşı çekilmiş bir kılıçtır. ’Kıssaların en güzeli’ seküler kafaların pek de alışık olmadığı türden bir ’en güzel sona’ işaret ederek hitama erer. Küçükken dinlenilen masalları da titretir bu son, büyükken ardına düşülenleri de...
Lakin sizi çok dolaştırdım. "Bir bakıp çıkacağız!" gibi söyleyip bahçede eğleştirdim. Ne yapalım? Kaleme öyle geldi. O vakit yolun kalanını kısa tutmaya çalışalım: Bismillah. İbrahim sûresinde kıssa-i İbrahim aleyhisselam anlatılırken ilginç birşey yapılıyor. Nedir? Yusuf sûresindekine benzer birşey. Bir sıçrama. Keskin bir geçiş. Bir boşluk. Şöyle: 35. ayetten itibaren İbrahim aleyhisselamın mübarek duaları aktarılmaya başlıyor. Yine çok kısacık bir mealini paylaşalım:
"Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü, onlar (putlar), insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin. Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. İhtiyar halimde bana İsmail’i ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duayı işitendir. Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle, ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü’minleri bağışla!"
Ve ardından sıçramanın olduğu 42. ayetin kısacık bir meali: "(Resûlüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor."
İşte, mürşidimin Yusuf aleyhisselam kıssası hakkında öğrettiği şeyi idrak edene kadar, ben, Kur’an’daki böyle geçişleri ’konudan konuya geçiş’ gibi düşünürdüm. Yani, bir önceki konunun final ayetiyle tastamam bittiğini, yeni temayı çağrıştıran ilk ayetle de başka konuya geçildiğini kabul ederdim. Zannederdim. Artık böyle düşünmüyorum. Zira şunu farkediyorum: Boşluklar da tasarıma dahil. Sıçramalar da metnin parçası. Hakîm olan Rabbin kelamında abes birşey yok. Parçalı nüzul, peyderpey indiriliş, kitabın bütünlüğünü asla bozmuyor. Geçişler dahi metnin zenginleşmesine vesile oluyor. Âdeta bu geçişler vasıtasıyla hakikat ’olayların hakikati’den ’kanunların hakikati’ne dönüştürülüyor. Öncesinde İbrahim aleyhisselamın tecrübelerinden aldığımız marifet sonrasında zalimlerin başına inecek bir azabın deliline evriliyor. Bu 23 yıllık bir mucizedir. Bu kadar çok konudan bahseden bir kitabın böylesine bütün kalabilmesi onun beşer sözü olmadığına büyük bir delildir. İnsan bunu yapamaz.
Önceki ayetlerin mealine şöyle bir bakınız mesela. Ben onlarda İbrahim aleyhisselamın kabul olmuş dualarını görüyorum. Bunların bir kısmına kendisi bizzat şahit olmuş. Diğer bir kısmına Ahirzaman Nebisi aleyhissalatuvesselamın gelişiyle bizler şahit olmuşuz. Bu durum evvelemirde onun tecrübeleri üzerinden şunu izah ediyor: "Şüphesiz Rabbim duayı işitendir!" Evet. İbrahim aleyhisselamın kabul olmuş duaları bu durumun apaçık delilidir. Peki daha başka?
Böyle kıssaları dinlerken insan kendi hayatındaki izdüşümlerini de arayıp buluyor. Benzer şekilde kabul edilmiş dualarıyla karşılaştırıyor. Bazen de ilk kez bu kıssalar vesilesiyle karşılaşıyor. Daha önce hakkında düşünmemiş. Tefekkür etmemiş. Onları da birer şuhudî ayet olarak bu ayetlere bağlıyor. Yani sanki bu duaların ardında bizim tecrübelerimizin de zikri var. Peki daha daha başka?
Bu duaların kabulü hakikati içinde bize birçok ikram da görünüyor. Nasıl? Belki biraz şöyle: Duaları işiten Allah’ın bir delili de ’nimetler bağışlayan’ olmasıdır. Bizim Rabbimiz yarattıklarına ilgili bir Rabdir. Sadece işitmekle yetinmez. Deistlerin bâtıl tasavvurları gibi değildir. İster istidadî, ister ızdırarî, ister fiilî, ister kavlî tüm duaların münasip karşılıklara erişmesi Rabbimizin ilgisizlikten münezzeh olduğunu da hatırlatır. Ve en nihayet sıçramayla verilen derse geldik: Yarattıklarına bu kadar ilgili olan Allah, zalimlerin yaptıklarından ne habersizdir, ne de onları karşılıksız bırakır. Sadece bir hikmetle bekletir. Tıpkı İbrahim aleyhisselama oğul vermeyi ilerleyen yaşına ertelediği gibi.
Arkadaşım, işte, kalbime gelen buydu. Tekrar altını çiziyorum: Değerini bilirsek Bediüzzaman’ın öğrettiği enfes birşeydir. Sadece ayetleri değil, aralarındaki boşlukları, sıçramaları dahi anlamın parçasına dönüştürür. Zaten grafikerler ne derler sen de bilirsin: Tasarım boşluk yönetimidir. Sadece doldurmak değildir yani. Düşünsene: Hiçbir yıldız gözümüze yersiz görünmüyor. Çünkü onları bir bütünün parçaları olarak izleyebiliyoruz. Kur’an’da da bunu yakalamalıyız. O zaman Bediüzzaman’ın 13. Söz’de işaret ettiği ’intizamsızlık içinde kemâl-i intizam’ı bir parça anlayabiliriz. İnşaallah. Allah’tan böyle olmayı dileyelim arkadaşım. Çünkü o zaman hangi ayete baksak, sadece bir ayet değil, bir galaksi göreceğiz. Yeter ki dilenci istemeyi bilsin. O Sultan duaları işiticidir.