- 653 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Yas ile Sevincim Yıkışırken
YAS İLE SEVİNCİM YIKIŞIRKEN
Minibüsten inip de okula doğru yürürken Karacaoğlan’ın bir dizesi düşüyor aklıma: “Yas ile sevincim yıkışır dağlar” Okul kapısına gelinceye kadar mırıltı hâlinde birkaç defa tekrarlıyorum: “Yas ile sevincim yıkışır dağlar.”
Ne harika bir dize değil mi? Aynı anda, aynı gönülde birbirine taban tabana zıt iki ruh hâli… Bir tarafta sevinç, umut ve mutluluk; diğer tarafta ise yas, hüzün ve mutsuzluk… Bu dizeyi en son ne zaman okumuştum? Daha doğrusu ozanın vurgulamak istediği “yas – sevinç” ikilemini en son ne zaman yaşamıştım?
Elbette ki hemen hatırlıyorum.
Olay bir gün önce gerçekleşmiş gibiydi; mekân ve kişiler hafızamda capcanlıydı. Unutmak mümkün değildi, çünkü biricik kız kardeşim evleniyordu. Köyde, baba evinde, üst kattaki bir odadaydık. Kapının dışında damat, ailesi, annem ve kadınlı erkekli akrabalar bekleşiyordu ve ben -babam rahmetli olduğu için bu görev bana düşüyordu- kız kardeşimi nişanlısına, daha doğrusu resmî nikâhlı kocasına teslim edecektim. Kardeşim tüm hazırlıklarını yapmıştı, gelinliğini giymiş hâlde odanın ortasında dikiliyordu.
Beline kırmızı kuşak bağladım, alnından öperken “Allah mesut bahtiyar etsin,” diye fısıldadım. Kardeşim elimi öptükten sonra koluma girdi, kapıya doğru birkaç adım attık. İşte o anda, kapıya doğru yürürken “Yas ile sevincim yıkışır dağlar” diye geçiriyordum içimden. Yaslıydım, çünkü kardeşim evden ayrılıyor ve ayrıca annem yalnız kalıyordu. Sevinçliydim, çünkü rahmetli babamın vasiyeti yerine gelmiş ve kardeşim yuvasını kurmuştu. Kapıyı açıp da gelini damada teslim ederken alkış ve ıslık sesleri yankılandı sofada. Ardından sokakta hazır bekleyen çalgıcıların davul ve zurna sesleri inletti ortalığı. Gerisini hatırlamıyorum, çünkü odaya kapanmış ağlıyordum.
Şimdi, şu anda, okulun cümle kapısından girerken de aynı duygular içindeyim. Dört aydır görev yaptığım okulumdan ayrıldığım için hüzünlüyüm, mesleğime yeni bir okulda devam edeceğim için de sevinçliyim.
İlköğretim okulunun bahçesi cıvıl cıvıl, âdeta bir çocuk parkı… Yedi – on dört yaş grubunda yedi yüz civarında öğrenci var bahçede. Bazıları bağırıp çağırırken bazıları ikili üçlü gruplar hâlinde sohbet ediyor. İtişip kakışanların yanında tokalaşıp öpüşenleri, hasretle birbirlerine sarılanları görüyorum. Öyle ya, ikinci dönemin ilk günü bugün, özlemişler birbirlerini. Çılgınca koşan çocuklara gözüm takılınca düşecekler diye içim titriyor. Çocukların hepsi neşeli, yüzleri pırıl pırıl, kıyafetleri tertemiz.
Az sonra beni gören öğrencilerim “Ercan öğretmen geliyooor!” diye bağırarak bana doğru koşacaklar. Gören koşacak, duyan koşacak. Ben ağır ağır yürürken sağımda solumda iki sıra hâlinde dizilecekler.
İşte başladı. Beni ilk gören Kirli’ydi, Kirli Fahri… Beni görür görmez boğazını yırtarcasına “Ercan örtmen –öğretmen demeyi öğretememiştim maalesef- geldiii! Ercan örtmen geldiii!” diye bağırarak bahçede hızlı hızlı tur atıyor.
Ve işte gören geliyor, duyan geliyor; hepsi de çift sıra hâlinde dizilerek geçebileceğim bir koridor oluşturuyor. Okula geldiğim her sabah beni karşılayan sevgi seline gark oluyorum yine. Öğrencilerim başlarını eğerek selam verdikten sonra aydınlık gözlerle bakarken: “Günaydın öğretmenim, nasılsınız öğretmenim, hoş geldiniz öğretmenim,” diyorlar. Ben de tebessüm ederek cevap yetiştirmeye çalışıyorum:
“Günaydın çocuklar, siz de hoş geldiniz gençler, ikinci döneminiz hayırlı olsun!”
Sevinçliyim, mutluyum ve en önemlisi de gururluyum. Demode benzetmelerden hiç hoşlanmam ama yine de söylemeden edemeyeceğim: Zafer kazanmış kumandan gibi hissediyorum kendimi. Nasıl sevinmeyeyim, nasıl gurur duymayayım kardeşim! Böylesine tertemiz, böylesine pırıl pırıl bir sevgi ve saygı koridorunda yürümek ne demek bilir misiniz? Hiç tattınız mı bu gururu, hiç hissettiniz mi bu mutluluğu?
“Ey müteahhitler, ey fabrikatörler, ey para servet sahibi büyük patronlar! Siz hiç bu kadar içten sevildiniz mi, böylesine saf ve temiz kalplerden birine dahi taht kurabildiniz mi?”
Evet, binek otomobilim yok, marka giysi alamam, yaz gelince beş yıldızlı otellerde tatil yapamam. Hiç önemli değil, hepsi de vız gelip tırıs gider!
İşte benim servetim!
Ben öğretmenim…
Öğrencilerden biri: “Bu dönem de Türkçe dersimize siz mi geleceksiniz öğretmenim?” diye sorunca içim cız ediyor, yüreğim küt küt atmaya başlıyor; cevap vermeden yürüyorum.
Bu soruyla birlikte aniden sihir bozuluyor, mutluluk ve gururdan uzaklaştığım andan itibaren selam veren öğrencilerime bakamıyorum, seslerini işitsem bile ne dediklerini algılayamıyorum. “Yas – sevinç” ikileminin yas kanadındayım şimdi.
Dersliklerin bulunduğu binaya girmek üzereyken son öğrencim karşılıyor beni: Kirli Fahri… Her derste bana “illallah” dedirten, zaman zaman beni çıldırtan, moralimi bozup istifa etmeyi düşündüren, “Mesleğimin zirvesindeyim, öğretmenliğin profesörü oldum,” sözümü bana yedirten, öğrenci ve öğretmenlerin ve hatta yöneticilerin baş belası Kirli Fahri…
Ona bu lakabı sınıf arkadaşları takmıştı ve gerçekten de “kirli” sıfatını sonuna kadar hak ediyordu. Her şeyden önce garip bir ten rengi vardı çocuğun, yanaklarının ortasında beliren bozuk para şeklindeki allıklar ve burnunun tepesindeki hafif kızarıklık sayılmazsa kirli gri bir cilde sahipti. Kısa, kıvırcık saçlı; uzun, kepçe kulaklıydı.
En çirkin yanı ise burnuydu. Çirkin derken “kemerli veya karga burunlu” demek istemiyorum. Önce şunu sorayım: Siz hiç yeşilin iğrenç bir tonunu gördünüz mü? Ben gördüm. Kirli Fahri’nin burnunda, daha doğrusu burun deliklerinden akan salgılarda gördüm. İşte onun en iğrenç yanı burun deliklerinden birinden, az veya çok mutlaka sümük akıyor olmasıydı. Fırt fırt burnunu çekerek iğrenç yeşillere hâkim olmaya çalışır, başaramayınca mavi ceketinin yenleriyle burnunu silerdi; ceketinin iki kolu da rengini yitirmiş, meşin gibi parlıyordu.
Hüzünlü bir ruh hâlinde binaya girerken Kirli Fahri’yi görünce bir anlığına moralim bozuluyor. Evet, sadece bir anlığına… Kirli Fahri her zamanki gibi burun deliklerinden iğrenç yeşilleri akıtırken sırıtkan bir tavırla: “Örtmenim, tayininiz mi çıktı?” diye soruyor.
Bu soruyla birlikte moralim düzeliyor ve bir anda “yas-sevinç”in mutluluk kanadına geçiveriyorum. “Tayin istemekte yerden göğe kadar haklıymışım,” diye düşünürken cebimdeki kâğıt mendillerden birini çıkarıp uzatarak: “Sil şu burnunu!” deyip binaya giriyorum.
Önce öğretmenler odasına geçiyorum. Arkadaşlarıma selam verip ikinci dönemde başarılar diliyorum, tayinimin çıktığını duyanlar tebrik ediyorlar. Ben ne derece rahatsam arkadaşlarım da o derece telaşlı; bazıları dolaplarından ders araç ve gereçlerini çıkarıyor, bazıları aynanın karşısına geçip kılık kıyafetini düzeltiyor. Herkes kendi derdinde, zira birkaç dakika sonra bahçede açılış töreni yapılacak ve ardından öğrenciler sırayla sınıflara alınacak.
Oradan çıkıp müdür odasına geçiyorum, çünkü benim işim müdürle. Üç saniyelik bir işim var: Tebellüğ belgesini imzalamak… Fakat müdür beyin işi başından aşkın, ders programını beğenmeyen bazı öğretmenler başına üşüşmüş, dert yanıyor. Müdür bey de “Bakarız, sonra hallederiz, hele bu hafta bir geçsin,” gibi cevaplar vererek onları başından savmaya çalışıyor. Beni görünce: “Hoş geldin hocam, gel de senin işini halledelim,” diyor.
Tebellüğ belgesini imzalarken derse giriş zili çalıyor, öğretmenler odadan çıkıyorlar. Müdür bey: “Bayrak töreninden sonra arzu edersen sınıflara girip öğrencilerle vedalaşırsın,” diyor. Birlikte çıkıyoruz. Müdür bey, sınıf sırasına göre hizalanmış öğrenci topluluğunun önündeki kürsüye çıkıp konuşma hazırlığı yaparken ben yedinci sınıf öğrencilerinin en arkasına geçiyorum.
Sıranın en sonundaki uzun boylu bir erkek öğrencim: “Bugün bize dersiniz var mı öğretmenim?” diye soruyor. Cevap vermiyorum tabii ki. Ne diyebilirdim ki! “Size ihanet ettim, sizi yarı yolda bıraktım” mı diyecektim? Çocuğun bu sorusu beni “yas-sevinç”in yas kanadının vicdan azabı katmanına itiyor. Bir kâğıt mendil de kendim için çıkarıp yaşaran gözlerimi siliyorum.
Öğretim yılı ortasında tayin istemek bir hata mıydı, daha da kötüsü bir ihanet miydi bilemiyordum. 6 – A, B ve 7 – A, B, C olmak üzere toplam beş sınıf, otuzardan yüz elli öğrenci… Tayinimin çıktığını duyunca ne diyeceklerdi arkamdan? Türkçe derslerine benim yerime başka bir öğretmen girdiğinde neler düşüneceklerdi benim hakkımda?
Müdür beyin dediği gibi sınıflara tek tek girip vedalaşmalı mıydım? Yoksa terkidiyar edip sessizce uzaklaşmalı mıydım? Gözyaşlarımı tekrar silme ihtiyacı hissedince vazgeçiyorum vedalaşmaktan; çünkü bu okulda vedalaşma sahnesine iki defa tanık olmuştum. Çok iyi biliyordum ki bu yaştaki çocuklar için vedalaşmak demek, ağlamak demekti. Dillerinden “Gitme öğretmenim, bizi bırakma öğretmenim!” yalvarmaları yükselirken gözlerinden yaşlar dökülecekti. Bazı öğrenciler içten içe, bazıları ise hüngür hüngür ağlayacaktı. Böyle bir vedalaşmanın öznesi olursam hıçkırıklarla ağlamasam bile mutlaka gözlerim yaşarırdı ve bunu gören bazı öğretmenler bıyık altından gülerek: “Timsah gözyaşları…” derlerdi. Haksız da sayılmazlardı.
On yıl devlet liselerinde edebiyat öğretmenliği yapmıştım, ardından on yıl da özel dershanede ÖSS kursları vermiştim. “Mesleğimin zirvesindeyim, öğretmenliğin profesörü oldum,” diyerek böbürlenişim bu dönemlere ait başarılarımdan kaynaklanıyordu. Emekli Sandığı’ndan emekli olabilmek için tekrar Millî Eğitim’e geçince tayinim bu küçük ilçeye çıkmıştı. İlk defa ortaokul çocuklarına ders verecektim ve kendi kendime “Çocuk oyuncağı…” diye düşünüyordum. Öyle ya, Türkiye’nin dördüncü büyük şehrindeki büyük bir dershanede yıllarca ÖSS gruplarına ders anlatmış; Meslek Lisesi’nden tutun da Anadolu Lisesi ve hatta Fen Lisesi öğrencilerine kadar her seviyedeki öğrenciye hitap etmiştim. Ortaokul öğrencisi de neydi? Nihayetinde hepsi de birer çocuktu ve hepsi de bana göre bomboş birer beyaz kâğıttı. O kâğıdı ilmim ve irfanımla ben dolduracaktım, tüm öğrencilerimi profesör gibi yetiştirecektim.
Fakat hiç de öyle olmadı. Dört aylık eğitim - öğretim döneminde şok üstüne şoklar geçirmiştim. Çocuklara uyum sağlamam çok zor olmuştu. Yedinci sınıf öğrencileri seviyelerine göre sınıflara ayrılmıştı. En iyi öğrenciler 7 – A sınıfındaydı. Yaptığım ilk yazılı sınavı okuyunca berbat bir tabloyla karşılaşmıştım. Yüz üzerinden değerlendirdiğim sonuçlara göre en iyi öğrenci kırk beş puan alabilmişti ve çoğunun puanı yirmi civarındaydı. O zaman anladım ki başarısız olan öğrenciler değil bendim. Onları profesör yapmak için işe girişmemeliydim. Maalesef ki öğrencilerin seviyesine inememiş, karşımda lise çocuğu varmış gibi kendimi derse kaptırarak lüzumsuz ayrıntılara girmiştim. Yazılı sınavı iptal ettim tabii. İlk iki ayın sonunda istediğim ölçüde olmasa da onların seviyesine uygun ders işlemeye başlamıştım. Kendimi şaha kalkarak dörtnala koşmak isteyen bir at gibi hissediyordum, fakat koşamazdım; rahvan gitmek zorundaydım.
Tayin istememin bir nedeni de buydu işte. Ders işlerken mutsuzdum, sorduğum sorulara verilen saçma sapan cevaplar beni çıldırtıyordu. Ne yapıp edip merkez liselerden birine tayin edilmemi sağlamam gerekiyordu. Ortak bir dostumuz vasıtasıyla İl Millî Eğitim müdürüne ulaşıp derdimi anlattım. Şansım varmış ki şubat tatilinde ilimize yeni atamalar yapılmıştı. Müdür bey: “Gençlerden birini senin okuluna veririz, seni de il merkezindeki bir liseye alırız,, dilekçeni yaz,” deyince tüm sıkıntılarımdan ve vicdan muhasebesinden kurtularak kuş gibi hafiflemiştim.
“Örtmenim, bizi bırakma; biz seni çok seviyoruz örtmenim.”
Bu cümleler beni maziden kurtarıp yaşadığım zamana getiriyor. Yılışıkça sırıtan, kirli bir surat görüyorum. Tabii ki Kirli Fahri… Çocuk “Bizi bırakma örtmenim,” diye tekrarlarken “Dikkaaaat, hazrol!” diye bağıran bir ses işitiliyor. “İstiklal Marşı okunacak, çabuk yerine geç!” diye uyarıyorum çocuğu. Kirli Fahri telaşla yerine geçerken bu okuldaki ilk günümde verdiğim ilk ders aklıma geliyor.
Eylülün üçüncü haftasında, öğretim yılının ilk günündeydik, ilk saat 7-A sınıfına dersim vardı. Açılış töreni sebebiyle kaynamıştı ders, ikinci saatteki dersim 7 – C sınıfınaydı. Koridorda sınıfa doğru yürürken oldukça heyecanlıydım. Heyecanım normaldi, çünkü yeni bir okuldaydım, yeni öğrencilerle tanışacaktım ve on iki – on üç yaş grubu öğrencilerine ilk defa ders verecektim. 7 – C sınıfının açık kapısından koridora müthiş bir gürültü yayılıyordu. Sınıf kapısında bir müddet sessizce bekledim, sesler kesilince sınıfa girerek kapıyı kapadım. Sınıfta çıt yoktu ve tüm öğrenciler ayaktaydı. Sınıf başkanı -hanım hanımcık, çıtı pıtı bir kız çocuğu- elinde tebeşirle tahtanın önünde dikiliyordu. Tahtada “Konuşanlar” başlığı altında birtakım isimler yazılıydı. Bu isimlerin en başında “Kirli” yazıyordu ve yanına on beş yirmi kadar çarpı işareti konmuştu.
Durum anlaşılmıştı, bu sınıftaki problem öğrenci “Kirli” denen çocuktu. Başkanı yerine oturtup: “Günaydın çocuklar!” diyerek selam verdim. Öğrenciler hep bir ağızdan: “Sağ ol!” diye cevap verdikten sonra yerlerine oturdular. Kürsüye geçip ciddi bir yüz ifadesiyle bir müddet süzdüm sınıfı. Hafiften fısıltılar başlayınca sert bir ses tonuyla: “Kim bu Kirli?” diye bağırdım. En arka sırada tek başına oturan bir öğrenci –cuk oturan ifadeyle- pişmiş kelle gibi sırıtarak ayağa kalktı. O anda, Kirli Fahri’nin muhteşem (!) kirliliğini gördüğüm anda yüreğim titremiş ve içimden: “Eyvah, işimiz var vallahi!” diye geçirmiştim.
Kirli Fahri’ye tahtayı sildirdim, ‘kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ hesabı ne kadar ciddi ve sert bir öğretmen olduğumdan tutun da ‘asarım, keserim’e kadar uzun bir nutuk çektim. Aslında yirmi yıllık öğretmenliğim boyunca tek bir öğrenciye dahi fiske atmamıştım; Sınıf hâkimiyeti konusundaki temel prensibim “Öğretmen, bilgisi sayesinde sınıfta hâkimiyet sağlar,” fikriydi. Yaklaşık on beş dakika süren nutkumun etkisi sadece beş dakika sürmüştü maalesef. Ders araç ve gereç listesini tahtaya yazarken sınıfta gülüşmeler başladı, geri dönüp baktığımda sınıf başkanı: “Öğretmenim, siz arkanızı dönünce Kirli Fahri dil çıkarıyor,” dedi.
Ölür müsün, öldürür müsün?
Ne öldüm ne de öldürdüm. Evet, bir ölen vardı; o da öğrencilerin geri getirilmesi mümkün olmayan kayıp zamanlarıydı. Kırk dakikalık ilk dersimin en az yarısını Kirli’yi terbiye etmek için harcamış ve maalesef başaramamıştım.
Öğretmenler odasında adı en çok geçen öğrenci Kirli Fahri’ydi. İstisnasız tüm öğretmenler şikâyetçiydi çocuktan, hele ki bayan öğretmenler âdeta bizar olmuşlardı. 7 – C sınıfı ders öğretmenleri arasında geçen “Kirli’nin ders saboteleri” konulu ahlamalı oflamalı sohbetlere iştirak etmeyen tek kişi bendim. Genç bir öğretmen “Ercan Bey, siz hiç konuşmuyorsunuz. Sizin dersinizde Kirli Fahri uslu mu duruyor?” diye sorduğunda tecrübeli öğretmenlerden biri: “Ercan Hoca yılların öğretmeni, göz açtırır mı Kirli’ye?” diyerek benim yerime cevap vermişti. Bu bir algıydı, fakat gerçek tamamen farklıydı.
Öğretmenlerin yazılı ve sözlü şikâyetleri üzerine çocuk günaşırı idareye çekiliyor; azarlama, tehdit, kulak çekme ve hatta dövme gibi cezalara maruz kalmasına rağmen bir türlü yola gelmiyordu.
Her şeyden önce yerinde duramıyordu çocuk, kaşla göz arasında yerinden kalkıp ön sıralara oturmaya çalışarak öğrencileri sıkıştırıyor, ona buna sataşarak kızların saçını çekiyor, yüksek sesle yerli yersiz konuşuyor veya kahkaha atıyor, öğretmen sınıfa sırtını döner dönmez olmadık şaklabanlıklar yaparak dikkat çekmeye çalışıyordu.
Boş derslerimden birinde disiplin işlerinden sorumlu müdür yardımcının odasına girip: “Bu çocuk bizim vereceğimiz cezalarla yola gelmez, ailesiyle iş birliği yapmamız gerekir, velisini okula çağırın da görüşelim,” diyerek bilgiçlik tasladım. Müdür yardımcısı kah kah gülerek: “Siz ne diyorsunuz hocam?” dedi. “Bu önerinizi biz akıl edemedik mi yani? Ben yedi yıldır Kirli’yle uğraşıyorum. Biliyorsun ki iki yıl öncesine kadar burası ilkokuldu, Kirli, beşinci sınıftayken ‘Seneye kurtulacağız bu çocuktan,’ diye seviniyorduk. Zorunlu eğitim sekiz yıla çıkarılınca Kirli belası başımıza kaldı. Babası olacak ayyaş, çocukla hiç ilgilenmiyor, geçmiş yıllarda belki elli defa resmî yazıyla davet ettim, şifahi olarak haber saldım ama bir kez olsun gelmedi okula. Anası desen cahil, ilgisiz ve pis bir kadın. Görüyorsun işte, koca yaz tatili boyunca çocuğun okul giysilerini yıkamamış.”
İş başa düşmüştü. Öğretim yılının üçüncü haftasında “Ben eğitimciyim, bu çocuğu kazanmam gerekir,” diye düşünerek çocukla özel olarak ilgilendim, kompozisyon ödevi verip hatalarını gösterdim, bir çocuk romanı hediye ettim. En önemlisi de ona 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda sahneye koyduğum bir şiir korosunda erkek solo görevi verdim. Şiir korosu için farklı sınıflardan kırk öğrenci seçmiştim, son dersten sonra dört beş defa birer saat çalışma yapmıştık. Kirli Fahri tahmin ettiğim gibi bu görev için canla başla çalışmış ve görevini layıkıyla yerine getirmişti. Bu arada, bir haftalığına da olsa derslerimde rahat durmuş, kimsenin huzurunu bozmamıştı. Kasımın ilk haftasında ise durum tamamen değişmiş, Kirli Fahri çirkefliklere devam etmişti.
Sonunda ben de pes ettim tabii.
Sınıfı Kirli’den arındırarak huzur içinde ders işleyebilmek için yeni fakat mesleğim için tehlikeli hatta cezai işlem gerektiren yöntemler geliştirmiştim. 7 – C sınıfına haftada beş saat derse giriyordum; derslerimden biri ilk, biri de son saatti. İlk saatlerden birine Kirli Fahri on dakika kadar geç gelmişti, “Geç kaldım örtmenim, özür dilerim,” deyince kürsüye çağırıp yoklama defterini göstererek: “Henüz yoklama yapmadım, seni ‘mevcut’ göstereceğim, bundan sonra ilk saatteki dersime geç kalırsan teneffüs zili çalınca sınıfa gir,” diye fısıldadım. Kirli mesajı almıştı, üç ay boyunca ilk dersime tam zamanında –teneffüs başlangıç zili çalarken- gelmişti. Son saatteki derslerde ise günlerdir bir damda tıkılı kalan deli danalara dönüyordu Fahri. Ben de ona “İdareye gidip kırmızı tebeşir iste, bana sarı tebeşir bul,” diyerek küçük görevler veriyordum; o da dışarı çıkıp bahçede Beden Eğitimi dersi işleyen öğrencileri seyrediyor, dersin sonuna doğru elinde küçük bir tebeşirle sınıfa giriyordu. 7 – C sınıfındaki ilk ve son saatlerdeki derslerim harika geçiyordu.
Yedi yüz öğrencinin hep bir ağızdan okuduğu İstiklal Marşı sona erip de ortalığa sessizlik hâkim olunca Kirli Fahri’yle ilgili tatsız hatıralarımdan kurtuluyorum. Öğrenciler sınıf öğretmenleri eşliğinde sırayla okula girerken: “Daha fazla oyalanmadan bir an önce Çınar Lisesi’ne gitmeliyim,” diye düşünüyorum. Gerçekten de gitmem gerekiyordu, çünkü cuma günü tanışmak amacıyla liseye gittiğimde müdür bey: “Ders programını hazırladık, ilişiğini keser kesmez buraya gelip derse başla,” demişti.
Son öğrenci grubu okula girip de bahçede yalnız kalınca kendimi bir garip hissediyorum; hislerim karman çorman… Sevinç ve hüzün, umut ve umutsuzluk, karamsarlık ve yaşama sevinci, gurur ve vicdan azabı iç içe, koyun koyuna… Okulun cümle kapısına doğru ağır adımlarla yürüyorum.
Kapıdan çıkarken: “Örtmeniiim, örtmeniiim!” diye bağıran bir ses işitiyorum. Geri dönüp bakıyorum: Kirli Fahri… Yüz metre koşucusu hızıyla yaklaşıyor. Yanıma gelir gelmez: “Örtmenim, n’olur bizi bırakma!” diyor ağlamaklı ve inandırıcı bir sesle. İnanmıyorum tabii…
“Senin dersin yok mu evladım?” diye soruyorum.
“Örtmen defteri imzalarken kaçtım.”
“Niçin kaçtın?”
“Seninle vedalaşmak için… Doğru söyle örtmenim, tayinin çıktı mı?”
Maksadını veya samimiyetini anlamak için dikkatle çocuğun gözlerine bakıyorum; kirpikleri titreyen bu gözlerde samimiyet ve meraktan başka bir şey göremiyorum.
“Evet, çıktı,” diyorum fısıldarcasına.
Birden doluyor çocuğun gözleri? İnanılacak gibi değil; Kirli Fahri’nin gözlerinden billur gibi yaşlar süzülüyor. Donup kalıyorum.
Çocuğun hıçkırıkları arasından “Biz seni çok seviyorduk örtmenim, neden bizi bıraktın?” sözleri çıkıyor.
Beş dakika önce biri “Niçin tayin istedin?” diye sorsaydı “Birinci sebep, Kirli Fahri’den kurtulmak isteyişim; ikinci sebep ise lise öğrencilerine ders verme isteğim,” diye cevaplardım. Fakat şimdi durum değişmiş, bambaşka ve dramatik bir hâl almıştı.
Mecburen yalana sığınarak “Ben tayin istemedim evladım, Millî Eğitim Müdürlüğü böyle uygun görmüş,” diyerek cebimden bir kâğıt mendil çıkarıyorum.
“Al şunu, sil gözlerini.”
Çocuk gözyaşlarını silerken: “Örtmenim,” diyor, “seni görünce aklıma hep şiir geliyor, şiir okuyan birini görünce de hemen seni hatırlıyorum. Hem şiiri hem de seni çok seviyorum. Seni çok üzdüm öğretmenim, senden çok çok özür dilerim.”
Çocuk gözyaşlarını silmekle meşgul, bana bakmıyor. Kendim için de bir mendil çıkarırken “Aman bu hâlimi görmesin!” diye düşünüyorum ve çocuğu iki yanağından öpüp:
“Asıl ben senden özür dilerim,” diyorum.
Her şeyi arkamda bırakıp minibüs yoluna doğru koşuyorum.
Minibüsteki yirmi dakikalık yolculuğum boyunca Kirli Fahri’nin bana verdiği eğitim – öğretim dersini düşünüyorum:
“Hiçbir öğrenciden vazgeçilmemeli, hiçbir öğrenci dışlanmamalı. Öğretmen su dolu bir güğümse öğrencilerin bazıları sürahi, bazıları bardak, bazıları fincan gibidir. Öğretmen; sürahinin sürahi, bardağın bardak, fincanın fincan kadar su alacağını bilmelidir.”
YORUMLAR
Fahri gibi öyle çok öğrenci var ki farkına varılamayan. Hiç kimseden vazgeçmemek gerek hakikaten. Bazılarımız verilen dersi alabilir lakin bir çoğumuz verilen derslerden uzakta bir yerde dururuz çoğu zaman.
Çok güzel bir paylaşımdı. Yürekten kutlarım.
Saygılarımla...
erturanelmas
Bence günün yazısı olacak kadar güzellikte bir hikâye..Tertemiz duru bir anlatım.Tebrikler ve dahi selamlar
Anne ve babamdan dolayı bu yaşanmışlıklara çok aşinayım, ama yine de ağlattı beni “Kirli Fahri”...
Emeği, özveriyi, insanlığı okudum yazınızda.
Ve, Fahri’nin verdiği ders;
“Hiçbir öğrenciden vazgeçilmemeli, hiçbir öğrenci dışlanmamalı. Öğretmen su dolu bir güğümse öğrencilerin bazıları sürahi, bazıları bardak, bazıları fincan gibidir. Öğretmen; sürahinin sürahi, bardağın bardak, fincanın fincan kadar su alacağını bilmelidir.”
Muhteşemdi Ercan “Örtmenim”!:)
Hiç eksik olmasın sizin gibi eğitimciler!
Saygıyla çok...
erturanelmas
Bir Eflatun Ölüm
Öyle güzel ve düzgün bir anlatımla kaleme alınmış ki, keyifle okutuyor kendini.
Şu sıkıntılı günlerde, yumuşacık, gülümseten paylaşımlara hepimizin ihtiyacı var. Bu anlamda, biz size teşekkür borçluyuz.